• Sonuç bulunamadı

KABİLECİLİK OLGUSUNUN SOSYO-EKONOMİK TEMELDE DİNİ SÖYLEM İHTİYACI VE KERBELA VAKAS

bulunmadığında, ona uygun olan başkaları imam olarak seçilebilir Bkz., el Muğnî , XX/I,

KABİLECİLİK OLGUSUNUN SOSYO-EKONOMİK TEMELDE DİNİ SÖYLEM İHTİYACI VE KERBELA VAKAS

Hüsnü Ezber Bodur Tebliğimiz; Kerbela trajedisine yol açan tarihsel olayları, mevcut kaynak, veri ve rivayetler çerçevesinde sosyolojik perspektiften yorumlayarak ve açıklayarak Kerbela öncesi ve bu dramatik olaydan sonraki gelişmeleri ritüalistik dini aksiyon bağlamında ele alan Kerbela sonrası olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır.

Müslüman çoğunluklu toplumları tarihsel süreçte analiz etmede sosyolojik bir bakış açısı sağlayan İbn Haldun’un teorik yaklaşımından yararlanılacak olan bu bildiride, Kerbela olayının gerçekleşmesine neden olan arka planda yer alan bazı önemli tarihi vakalar, çatışmacı din teorisi perspektifinden incelenerek konuyla ilgili yeni bir bakış açısı geliştirilmeye çalışılacaktır. Kerbela olayı sonrası gelişmelerle ilgili çözümlememizde fenomenolojik din teorisi ve yine sembolik etkileşimci mikrososyolojik teoriler önemli tahlil araçları olarak kullanılacaktır. Şüphesiz Kerbela olayı sonrası giderek ritüalistik bir boyut kazanan kimi uygulama ve pratiklerin pedagojik yönü, dini aksiyon çerçevesinde incelenecektir.

Hz. Peygamber’in vefatından sonraki süreçte dinin evrensel bir boyut kazanması yönünde kurumsallaşması veya karizmanın rutinleşmesi ve buna karşılık küçük ölçekli, çeşitli kabilelerin kendi gelenekleri ile beslenen ve resmi olmayan popüler dini oluşumların meydana gelmesinde kabile-şehir karşıtlığının oynadığı rolün, yani İbn Halduncu kavramsallaştırmaların, Kerbela olayına yol açan süreçte, analitik bakış açılarımıza bir derinlik sağlayacak nitelikte olduğu hususu tartışılacaktır.

Hz. Peygamberin Vefatından Sonraki Gelişmelere Panoramik Bakış

Hz. Peygamber tarafından kurulan Medine şehir-devletindeki sosyal- siyasi sebeplerle, vatandaşların hak ve sorumlulukları, din farkı gözetmeksizin bu şehirde yaşayan herkesi tehlikelere karşı korunma, birbirleriyle çatışan kabilelerin meydana getirdiği kaotik ortamın hukuki ilkelerle giderilmesi kısaca, düzenin tesisi sağlanmıştır. Asırlardır ve nesiller boyunca bölge insanını bezdiren kabileler arasında ya da kabilelerin meskûn

mahallelere saldırmaları biçiminde cereyan eden çatışmaları sona erdirme girişimi olarak Medine’de oluşturulan yazılı ve hukuki düzenlemeler, toplumun kendine özgü sosyal meselelerine çözüm arayışı bulmaya yönelik olarak geliştirilmiştir.1

Kabileler arasındaki çatışmalar ve düşmanlıklar nesiller boyunca devam etmiş, birbirlerine üstünlük sağlayıp siyasi gücü elde etme amacı bir motivasyon kaynağı olarak hep var olagelmiştir. Bu saldırılar ve savaşlar yoluyla ortaya çıkan köleleştirme olgusu çerçevesinde ve köle ticaretinden zenginleşen bir tüccar zümresi de kabileler arası bu çatışmacı durumun devamını menfaatlerine uygun görerek bu olayları körüklemişlerdir.

Peygamberimizin Mekke’de karşı karşıya kaldığı tehlikeli durumdan dolayı bir sığınma yeri arama girişimi bağlamında gerçekleşen “Hicret” olgusu, Medine’de birbirleriyle çatışma halinde olan kabilelerin bir yöneticinin idaresi altına girmesinin zor olduğu sosyal-siyasi bir yapıda gerçekleşmiştir. Ancak, kısa zaman sonra Peygamberimiz Medine’de düzeni sağlayıcı ve konumu tartışılmaz bir lider haline gelmiştir. Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte, yerine kimin geçeceği ile ilgili tartışmalar ve bu çerçevede oluşan gruplaşmalar, bilahare ortaya çıkacak iç savaşın meydana gelmesinde etkili olacak unsurları da bünyesinde barındırmıştır.

Bu yeni dönemde, Hicaz Bölgesi ve Arap yarımadasında İslam öncesi dönemin sosyo-politik yapısına geri dönüşün de mümkün olamayacağı açıkça görülmekteydi. Her şeyden evvel, İslamiyet’in meydana getirdiği yeni toplumsal bağ ve ilişkilere, eski kabilecilik sisteminin grup dinamiğini oluşturan kan bağına dayalı asabiyet ya da grup-duygusunun2 cevap vermesi artık mümkün değildi. Zaten geleneksel kabilecilik olgusunun topluluksal yapısının aynen devam etmesinin mümkün olamayacağı ve bunun yerine yeni bir sistemin geçmesi yönünde kuvvetli bir irade de doğmuştu. Ancak bu yeni yapının mahiyeti hakkında bir konsensüs olmamasına karşın fiili olarak Hz. Muhammed’in kurduğu şehir-devletinden gelişen merkezi bir idarenin temelleri de atılmıştı.

Bu gelişmeler ışığında, Hz. Peygamberin yerine halife olarak kimin geçeceği noktasında, tarihsel olarak Mekke şehir-devletinde önemli rol

1 Yıldırım, Y., “The Medina Charter: A Historical Case of Conflict Resolution”, Islam and

Christian-Muslim Relations, Vol. 20, No. 4, October 2009, s. 439.

2 Asabiyet (grup duygusu): Bir topluluk, cemaat veya toplumun bireyleri arasındaki

yardımlaşmayı ve dayanışmayı sağlayan direnme ve atılım yapabilmeyi mümkün kılan sosyal bağlılık duygusu. Gerek üretim gerek sosyal-siyasal ilişkilerde birliktelikte eylem yapabilmeyi ifade eder. Demir, Ö.-Acar, M., Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ağaç Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 35.

oynamış ve belirli bir ekonomik güce ulaşmış olan Kureyş kabilesinin bu yeni yapılanmada aktif rol oynaması yönünde bir eğilim de canlılığını hep korumuştur. Geleneksel olarak kabile liderliğinin seçimindeki usulden yararlanılarak Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’in bu yöndeki maharetli ve aceleci tutum ve davranışıyla ilk halife olarak seçilmiştir. Esasen, kabile tipi sosyal organizasyonlarda yaşlılar, grubun yaşama biçimine aşina olmaları sebebiyle elde ettikleri statüden yararlanarak belli bir güç elde edip grup liderliğine en yakın adaylar olmuştur. Dini mülahazaların biraz daha geri planda olduğu bu seçimde Hz. Ebu Bekir ilk iş olarak, yeni devletin merkezi yapısını tehdit eden bilhassa Hicaz bölgesi dışında Orta Arabistan ve Arap Yarımadasındaki kabilelerin, yeniden kendi pagan inançlarına geri dönerek merkezi otoriteye baş kaldırmalarıyla meydana gelen karmaşa ortamının istikrarını temine çalışmıştır. Ridde (dinden dönme) olayları, yeni kurulan bu devletin müteakip gelişmesinde birliği zedeleyici yönde siyasi ve dini bölünmelere yol açmıştır. Yüzeysel olarak Müslümanlığı kabul eden, ancak peygamberin vefatından sonra eski inanış tarzlarına geri dönen bedevilerin isyanı, Hz. Ebu Bekir’in güç kullanmasıyla bastırılmıştı.

Ekseriya küçük, nispeten sosyal tecrit içerisinde varlığını sürdüren kabile topluluklarının kendi dışındakileri düşman görme ya da en azından onlara karşı kayıtsız kalma şeklinde bir tutum sergiledikleri bilinmektedir. Şüphesiz liderlerinin istekleri doğrultusunda hareket eden ve bireysel irade gösteremeyen kabile mensupları, kurulu düzenin değişmesi yönündeki gayretleri ve iradeyi güçlü grup duygusuyla bertaraf etmeyi ya da uzatmayı başarmışlardır. Kabile mensupları, sosyal etkileşime bütün kişilikleri ile katılarak ait oldukları sosyal grubun çıkarlarını kendilerininkinin önüne koyarlar. Bu yüzden örf, adet ve gelenekler sosyal kontrolü sağlayan normlar olduğundan, formel hukuki düzenlemeleri ve bu yöndeki organların gelişmesini çok fazla istemezler.

İşte bu ve benzeri birçok karakteristik yapısıyla temayüz eden kabile toplumunda yaşayan bedeviler, kendi kabilelerinin dışındaki otoriteye pek fazla bağlılık göstermemişlerdir. Öte yandan güçlü grup duygusu, cesaret ve tahammülle savaşçı karakterlerini sürdüren bedeviler, yağmacılığı bir yaşama şekli olarak benimsediklerinden, medeni devlet yapısından ziyade küçük gruplar halinde yaşamaya tercih etmişlerdir. Göçebe halkın tek geçim kaynağı olan deve ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği ve bu çerçevede otlaklar gibi kıt kaynaklar üzerinde hâkimiyet mücadelesi, devamlı olarak bir

kabilenin diğerinin bölgesine akın yapmasını teşvik etmiştir.3 Hiçbir üstün kamu otoritesini tanımayan bedevilerin hak ve sorumlulukları, moral değerleri çöl şartları ve ihtiyaçlarını yansıtmıştır. Kabile geleneğine göre kabile liderinin Müslüman olmasıyla tüm kabile mensuplarının da Müslüman olduğu anlamına gelen bu yapıda, liderlerin dolayısıyla tüm kabilenin eski dini inanışlarına dönmelerinde, yeni yönetime vergi ödeme yükümlülükleri, çölde başıboş ve rahat dolaşmalarının yeni hukuki düzenlemeler ve belli bir disiplin altına alınması, köleliğin devam etmesi gibi hususların etkili olduğu söylenebilir.

Geleneğin yönlendirildiği kabilevi toplum tipinde din, tüm sosyal yapıya nüfuz etmesi bakımından oldukça önemlidir. Ekonomik, siyasi, ailevi ve eğitimle ilgili tüm pratikler ve aktiviteler aynı zamanda dini davranış biçimleri olarak da tanımlanır. Yani ekonomik ve dini davranışlar birbirleriyle iç içe geçmiş olarak kutsallaştırılır. Oysa şehir hayatında grup duygusu yerine, insanların birbirinden farklılaşması anlamında bir bireycilik görülür ve ben duygusu ön plana çıkmaktadır. Aynı şekilde bireysel dini eğilimler ve anlayışlar, dini inanç sisteminde farklılıklara ve yeni yorumların doğmasına yol açar.4

İbn Halduncu teoride, bu iki sosyal tipi oluşturan kabilelerle şehirler birbirleriyle çatışmacı bir ilişki içerisindedir. Çetin çöl şartları ve yaşama biçimleri bedevileri, güçlü ve acımasız yaparak her an etraflarındaki yerleşik hayata geçmiş olanlara saldırmaya hazır hale getirmiştir. Böylece ganimet ve zafer beklentileriyle motive olan bedevilerin yerleşik bölgeleri istila etmeleri sonucu, kendileri yerleşik hayata geçip şehirlilerin medeni huy ve davranış biçimlerini benimserler. Daha sonra sakin ve rahat bir ortamda yetişen bu istilacıların torunları, asabiye duygusunu kaybederek yeni bir bedevi, barbar akınıyla yüz yüze gelebilirler. Göçebelerin yağması, servet sahibi ve zengin yaşamaya yol açan bu zaferi, aralarındaki sosyal dayanışmayı zayıflatarak başkalarının egemenliği altına girmelerini kolaylaştırır. Böylece İbn Haldun’un bu tavırlar teorisinde, dayanışmanın duygusal yönünün önceliği vurgulanarak, bu dayanışmacı bağların sosyolojik temeli açıklanmaya çalışılmaktadır.

Hz. Ebu Bekr’in halife seçilmesi, İbn Halduncu yaklaşım çerçevesinde, hanedanlığa ait otoritenin büyümesine izin veren akrabalıktan daha fazlasını kuşatarak Arap grup duygusunun genişlemesi ve yaygınlaşmasının farklı bir

3

Spickard, J. V., “Tribes and Cities: Towards an Islamic Sociology of Religion”, Social Compass, 48(1), 2001, s. 107; Sonders, S. S., History of Medieval, London, 1978.

biçimini göstermektedir. Bu yapılanmada çeşitli kabile ve klanların, etnik ve akraba temelli grup duyguları ve bağlılıkları yok olmamış ancak Arap imparatorluğunu mümkün kılan, daha geniş bir birliğin içerisinde bastırılmıştır. Şüphesiz İslam bu süreçte, akrabalık bağlarının oluşturduğu grup dayanışmasının ya da asabiyetinin yerine geçip iyi davranışa ve disipline vurgu yaparak nesep asabiyetinin yerini alan sebep asabiyetiyle kuvvetli bir güç kaynağını oluşturmuştur. Kan bağının reddini ve inanç bağının güçlenmesini isteyen Kuran’daki bazı ayetler doğrultusunda, inanç grubuna bağlılığı vurgulayan yeni dayanışmacı ilişkiler, giderek hâkim olmaya başlamıştır.5

Bu gelişmeler ışığında eşitler arasında öne çıkan kabile şeflerinin yeni yönetime başkaldırmaları ve taraftarlarını siyasi yönden mobilize etmeleri, katı eşitlik değeri etrafında şekillenen, gayri resmi popüler dini oluşum ve söylemlerle mümkün olabilmiştir. İlk planda birlikte yaşama ve ihtiyaçları ortaklaşa karşılama çerçevesinde kan bağı ile oluşturulup grup dayanışması etrafında biçimlenmiş olan kabilecilik olgusu, şehirleşme ya da yerleşik hayatla çatışmacı bir ilişki çerçevesinde yeni dini yorum ve pratiklerle sürdürülmeye çalışılmıştır.

İslam dininin, uluslar arası ticaretin ürünleri olan materyalizmin ve grupsal bağından koparılmış bireyciliğin yol açtığı Mekke’deki sosyal krize cevap vermek üzere ortaya çıktığı şeklindeki materyalistik bir açıklama tarzının son derece abartılı olduğunu söylemek mümkündür.6 Böyle bir açıklama tarzı, dini piyasa modeli çerçevesinde mikrososyolojik bakış açısını teorik temellendirmelerinde kullanan günümüz din sosyologlarının, geleneksel doktrinlerin yetersizliği iddiasıyla bireylerin rasyonel olarak yeni bir dini doktrini seçmeleri yönünde, fazla itibar görmeyen bir açıklama biçimini yansıtmaktadır. Nitekim Hz. Muhammet’in en yakın sahabeleri arasında yer alan ilk iki halifenin Müslüman olmalarındaki ana motifin, yeni söylemin hakikat olduğu yönündeki inanç ve kanaatleri olduğunu kaynaklar bize haber vermektedir.

Kuran’ın adalet, doğruluk, paylaşım, cömertlik, kimsesizlere yardım etme ve yetimi gözetme, insanın şeref ve haysiyetine önem verme gibi değerleri, İslam’ın ilk yıllarında farklı dinlere mensup olanlarla ve göçebe kabile mensuplarıyla iletişim kurarak onların İslamiyet’i benimsemelerinde etkili olduğu bilinmektedir. Böylece Hz. Peygamber’in dini mesajında

5

Jonethan, B., Formation of Islam: Religion and Society in the Near Earth, 600-1800, Cambridge University Press, New York, 2002, s. 67.

temellenen yeni aidiyet kimliği, geleneksel kabilevi ilişki ve ittifakları göz önünde bulundursa bile, onlardan oldukça farklı ve kendine özgü bir oluşum olarak şekillenmiştir. Hz. Muhammet kurduğu Medine şehir-devletinde, farklılıkları tanıyan vatandaşlık temelinde geleneksel dayanışmacı ilişkileri de içeren yeni bir grup kimliğini tesis etmiştir.

Kerbela Olayının Sosyo-Politik Arka Planda Kabilecilik Olgusu Hz. Ebu Bekr tarafından halifeliğe aday gösterilen ve onun vefatından sonra halife olan Hz. Ömer, kısa sürede yeni devletin sınırlarını Suriye, Irak ve Mısır’ı kapsayacak şekilde genişletmiş ve bunu İslami birlik ve uyuma büyük önem vererek gerçekleşmişti. Ancak, bu yeni devlet içerisinde çeşitli bölünmelere yol açacak hatta İslam dünyasında etkilerinin günümüze kadar süreceği iç çekişmeler de içten içe devam ediyordu. İslami toplulukta çok ciddi krize yol açan bu fikir ayrılıklarının bir iç savaşa sebebiyet verecek boyutta olduğu da anlaşılmıştı.

Hz. Ömer Ridde olaylarıyla merkezi otoriteye isyan eden bedevileri yerleşik hayata geçirmek üzere Basra, Küfe, Fustat gibi garnizon şehirlerini kurmuş, bunların siyasi sisteme entegre ve bağlı olmaları yönünde bir strateji geliştirmişti. Bedevi kabile mensuplarından bağlılık, disiplin ve yerleşik hayat tarzını benimseme şeklinde özetleyebileceğimiz sosyal ve ideolojik paradigma, Hz. Ömer’in yönetiminde oldukça önemli olmuştur. Dahası İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde de Hz. Ömer’in geliştirdiği bu politikadan yararlanılmıştır. Mesela, XVIII. yy.’da Orta Arabistan (Necd)’da doğan Vahhabi hareketi içersinde gelişen “ihvan” teşkilatı, Muhammed b. Suud tarafından XX. yy.ın başında kurulmuştur. “Hücer” denen bu yerleşim birimleri bedavetten hederete geçişi göstermek anlamında bugünkü sembolik kullanımıyla Suudi devletinin kurulmasında önemli fonksiyon icra etmiştir.7

Hz Ömer’in devlet yapılandırması yani yönetimle ilgili tedbirleri ve kuralları Weber’in otorite tipolojisinde karizmatik otorite tipinden çok geleneksel otorite tipi ve yapılandırmasına benzemektedir. Geleneksel otorite tipinde yöneticinin görev ve sorumlulukları örf adetlere göre belirlenmek- tedir. Bu durum yöneticinin kişisel beceri ve eğilimlerine göre belirle- niyordu. Ayrıca geleneksel otorite tipinde, çeşitli kabile liderleri kişisel bağlılıklarını bildirerek tüm kabilevi topluluklar merkezi siyasi otoritenin yönetimine giriyordu.

7 Bkz: Mendel, M., “Rethinking the Islamic Hijra: A Religious Paradigm or an Ideological

Hz. Ömer halife olduktan sonra Sahabeyi Müslüman oluş zamanlarına göre konumlandırmış, geç Müslüman olanları ya da epeyce bir müddet Müslüman olmayı reddeden belki de İslamiyet’i kabul etmekten başka seçenekleri olmayanların marjinalleşmesine yol açacak bir politika takip etmiştir. Buna göre daha çok Şam’a gitmeyi tercih edenlerin Mekke’nin Fethi’nden sonra Müslüman olan Kureyş’in ileri gelenlerinin olması tesadüfî değildir. Her şeyden evvel Mekke fethinden önce bu şehir-devletinde yüksek statüye sahip olup itibar gören ve imtiyaz sahibi Kureyş kabilesine mensup bazı kişiler, Mekke’nin fethiyle birlikte Müslüman olmalarına rağmen statüleri elinden alınmış ve daha asi bir konuma getirilmişlerdir. Çünkü Müslüman oluş sırasına göre aşağı veya üstün bir statü verme yoluna gidilmiştir. Daha çok Suriye’ye, Şam’a gidenler Emevi devletinin kuruluşuna giden yolda çok etkili olmuşlar ve Mekke’deki eski statülerini yeniden elde etmeye çalışmışlardır. Zaten Hz. Osman halife olarak seçildiğinde, marjinalleşmiş ya da çevrede olanları merkeze taşımış8 bir anlamda bu kişilerin eski itibarlarını iade etmiştir.

Mekkeli büyük tüccarların istisnası ile yarımadanın ister bedevi ister yerleşik tüm sakinleri kötü iklim koşullarından ve yetersiz tabii kaynaklardan dolayı yoksulluk içerisinde hayatlarını sürdürmekteydi. Hz. Ömer, ridde olaylarının sebebiyet verdiği iç huzursuzlukların hallinden sonra bu gücü, Suriye, Irak ve Mısır’a yönlendirmiş ve buraların fethinden sonra iyi gelir elde edilmişti. Ancak Müslümanlar arasında farklılaşmaya yol açan yeni servet edinimine, kısa zaman sonra bu durumdan rahatsızlık duyan sahabelerce İslam’ın eşitlikçi ve adaletli yüzüne vurgu yapılarak karşı çıkılmaya başlanmıştı.

Hz. Osman, Irak (Küfe ve Basra), Mısır ve Suriye’ye kendi ailesine mensup olanları yönetici atayarak bu bölgelerin kontrolünü akrabaları vasıtasıyla elinde tutmak istemiştir. Bu tür uygulamanın, dönemin tarihi ve siyasi şartlarının bir gereği olarak mazur görülmesi gerektiği yönünde görüşler ileri sürülse de, Irak’ta bilhassa Küfe halkı arasında Hz. Osman’ın bu uygulamalarına karşı hoşnutsuzluğun gelişmekte olduğu da ifade edilmiştir. Hz. Osman’ın sahabelere karşı bu ayırımcı tutumu, hatta kimine kötü muamele etmesi, kendi sonunu hazırlayacak olan dramatik olaylara kaynaklık etmiştir. Buna ilaveten fetihlerin bir sonucu olarak patronaj ilişkileri, itaat ve zayıfın kuvvetliye boyun eğmesi gibi sosyal ilişki ağları kurumsallaşmaya başladı. İslam’ın ısrarla üzerinde durduğu eşitlik ve adalet temelli ilişkilerde bir zayıflamanın izleri dikkatlerden kaçmıyordu. Aslında

bu ilk İslami fetihler, buralarda yaşayan insanların kendi yönetimlerinin baskısından kurtulmak istemeleri ve İslami değerlerin çekiciliği ile kolay olmuştur.

Hz. Osman yönetiminde maliye gelirlerinin azalması, buna karşılık artan fiyatlar halk arasında ciddi ekonomik sıkıntıya yol açmıştı. Bedeviler Kufe ve Basra gibi garnizon şehirlerinde, maruz kaldıkları ancak alışık olmadıkları merkezi kontrole içerliyorlardı. Ayrıca merkeziyetçi bir devletin, düzenli vergi ihdası ve kendi liderlerinin idaresi altında bağımsız hareket eden ve daha çok hayvancılıkla uğraşan kabilelerin, merkezi yönetimin kontrolü altına girmeyi istememeleri, hatta yönetici kabile ile kendilerini eşit görüp yeni idareye karşı meydan okumaları gibi sebepler bölgede huzursuzlukları tırmandırıyordu. Yeni idarenin hukuki düzenlemelerini ve merkezi idareyi temsil eden bürokrasiyi düşman görerek, kendi kabile geleneklerine ve inanç biçimlerine sıkıca sarılıyorlardı. Öte yandan, dinin mitleri ve sembolleri, kendi mahalli moralite kavramlarını güçlendirecek ve haklılandıracak şekilde yeni bir yorumlamaya tabi tutuluyordu. Bu toplulukların etnosentrik eğilimleri öylesine güçlü olmuştur ki, dinin lokalleşmiş versiyonu, inancın tek doğru anlayışı olarak görülmüş ve bu uğurda gerekirse savaşma da göze alınmıştır. Ayrıca bu partikülaristik eğilimler, liderlerce taraftarlarını belli davalar uğruna kolayca mobilize etmeye yol açmıştır.9

Hz. Peygamber’in kurduğu Medine şehir-devletinde şehirleşme süreci ile birlikte dinle siyasal otoritenin farklılaşması yönünde bir eğilimin işaretlerine rastlanmaktadır. Zaten şehirleşmeyi içeren medenileşme, beraberinde gayr-i şahsi ilişkilere dayalı bir kurumlaşmayı da getirmektedir. Bu bakımdan İslam’ın ilk yıllarındaki İslami tecrübe, belli tarihsel bağlamdaki insani etkileşiminin bir ürünü olarak dini renk tonuyla somutlaşmıştır. İşte bu süreçte gözlenen hızlı sosyal değişim, karizmanın rutinleşmesi ya da kurumsallaşma bağlamında dini söylemde de bir farklılaşmaya neden olmuştur.

İlk dönemlerinden itibaren kurumsallaşmaya başlayan İslam dininin evrenselci karakteri öne çıkarken, kabile mensuplarının lokal kültürleri ve adetlerinden oluşan folk inanç biçimleri de ağırlığını korumuş, ikisi arasında çatışmalı ilişkiler kendini hissettirmeye başlamıştır. Din sosyologları kitlelerin rasyonelleşmiş bir teoloji ile nadiren hareket ettiklerini buna karşılık belli bir gelişme gösteren dinin lokalleşmiş versiyonlarının halk

kitlelerini harekete geçirmekte etkili olduğunu belirtmişlerdir.10 Buna göre formel dini oluşumlarda ve resmi dinin çeşitli popüler dindarlık biçimlerini oluşturan küçük sekt tipi organizasyonların formasyonunda belli bir etnisiteye ya da gruba ait olma, aynı coğrafi bölgeyi paylaşma ve sosyal tabakalaşma sisteminde aşağı yukarı benzer konumda olma gibi faktörler, sosyolojik unsurlar arasında sayılmaktadır.11

Tam da bu noktada Hariciliğin Necd ve Hicaz bölgesinde yaşayan,