• Sonuç bulunamadı

Kültürel Emperyalizm Odağında Kavrayışın Temasal Çerçevesi

3. Seçkinler ve İdeoloji

3.3. Kültürel Emperyalizm Odağında Kavrayışın Temasal Çerçevesi

Bu bölümde, araçsalcı motifli ideoloji kavrayışının izini süren medya çalışmalarını çerçeveleyen temalar üzerinde durularak, metinlerin genel anlamda ideoloji hakkında konuşmasını mümkün kılan kavramlara ve tartışmalara daha yakından bakılmaya çalışılacaktır. Bu kapsamda araçsalcı motifli ideoloji kavrayışına

54 Bu yargı kuşkusuz sadece medya metinleri için değil, genel olarak anlam üretimi ve paylaşımını esas alan her türlü iletişimsel süreç ve bu süreç içinde oluşturulmuş tüm kültürel ürünler için de geçerlidir. Bu kapsamda temsil, bir nesneyi, olayı veya düşünceyi neyse o olarak yansıtma halinden farklı olarak, bir şeyi gösterge sistemine başvurarak ifade etmeyi tarif etmektedir. Şeylerle dolaysız bir ilişki kurmanın mümkün olmayışı, şeylere dair anlamın paylaşımı olarak değerlendirebileceğimiz iletişimin her şeyden önce bir dolayım olduğunu göstermektedir. Bu noktadan hareketle, Vygotsky’yi izleyerek, bir şeyin iletilir olma niteliği kazanması için mutlaka toplumsal bir birim olarak kabul edilen bir kategoriye ihtiyaç duyduğunu dile getirmek mümkündür (Vygotsky, 1985: 23).

sahip medya çalışmalarının neliğini dile getiren başat temalardan belki de en önemlisinin kültürel emperyalizm olduğu söylenebilir. Bu bölümde kültürel emperyalizm teması, enformasyon toplumu ve enformasyonun serbest akışı eleştirileri ile Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni talepleriyle olan ilişkisi bağlamında değerlendirilmeye çalışılacaktır. İlişkiselliğe vurgu yapılırken öncelikle bu çalışmada kültürel emperyalizmin yukarıda adı geçen kavramlarla bir ve aynı şey biçiminde değerlendirilmediği ifade edilmelidir. Bunun yanı sıra kültürel emperyalizm diğer kavramları kapsayan üst bir kategori ya da tam tersi biçimde onların bir parçası olarak da ele alınmayacaktır. Bu kavramları ve onlar etrafında şekillenen tartışmaları, imgesel bir çerçeve içinde belli bir alanda saçılmış temalar olarak değerlendirmek mümkündür. Her biri, araçsalcı motifli ideoloji kavrayışına sahip medya çalışmalarını saran imgesel nitelikli sınırlılık ya da çerçeve içinde birer uğrak konumundadır. Çalışmada, özellikle üzerinde yürütülen tartışmaların daha fazla olması nedeniyle kültürel emperyalizm teması başlıca uğrak olarak seçilmiştir.

Batı emperyalizminin bir parçası olarak değerlendirilen kültürel emperyalizmden bahsetmenin başlıca dört yolunu John Tomlinson’ı (1999) izleyerek şu şekilde sıralayabiliriz: a) medya emperyalizmi olarak kültürel emperyalizm b) ulusal kültürle kurduğu karşıtlık ilişkisi içinde, milliyet söylemi olarak kültürel emperyalizm c) küresel kapitalizmin eleştirisi olarak kültürel emperyalizm d) modernliğin eleştirisi olarak kültürel emperyalizm. Araçsalcı motifli ideoloji kavrayışına sahip medya çalışmaları kültürel emperyalizm temasını büyük ölçüde medya emperyalizmi şeklindeki kültürel emperyalizm olarak ele almaktadır ancak, bu haliyle bile Tomlinson’un ayırt ettiği diğer kültürel emperyalizm söylemlerine göndermede bulunulmaktadır.

Araçsalcı motifli ideoloji kavrayışı, kültürel emperyalizmden bahsederken, başta ABD olmak üzere çeşitli batılı ülkelerin küresel ölçekte çeşitli kültürel ürünlerin üretim ve dağıtımını kontrol altında tutarak dünya çapındaki -özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki- kültürel hâkimiyeti üzerinde odaklanmaktadır. Söz konusu kültürel ürünler filmler, TV programları, haberler, kitap ve dergilerden başlayarak müzik CD’lerine, bilgisayar program ve yazılımlarına, video oyunlarına kadar uzanmaktadır. Bunların yan ürünleri olarak değerlendirilebilecek giysiler, oyuncaklar, maskotlar ve çeşitli aksesuarlar da belli bir tüketim anlayışının genişlemesine katkıda bulunarak gelişmiş batılı ülkelerin kültürel hâkimiyetini pekiştirmektedir. Dolayısıyla, kültürel emperyalizm teması içinde yapılan ilk vurgunun, hâkim olandan tabi olana doğru yönelmiş tek yönlü kültürel ürün ve enformasyon akışı olduğu ifade edilebilir.

Bu tek yönlü akış çerçevesinde sadece yeni ekonomik pazarlar yaratılıp, üretici merkezin kapitalinin artması sağlanmamaktadır. Tüketime sunulan ürünler ve enformasyon aynı zamanda hâkim olanın çıkarlarına uygun düşünce, tutum ve davranışların yaygınlaşmasını ve geniş bir kesim tarafından benimsenmesini de sağlamaktadır. Zor kullanımı söz konusu olmasa da bir dayatma şeklinde geliştiği varsayılan bu işleyişe yapılan vurgu, kültürel emperyalizm teması aracılığıyla araçsalcı motifli ideoloji kavrayışına sahip medya çalışmalarının ideoloji hakkında veya ideoloji üzerine konuşmasını sağlamaktadır. Burada söz konusu olan, aslında spesifik bir kültüre ait değer ve alışkanlıkların küresel düzeyde etkinlik ve geçerlilik kazanmasıdır. Bu anlamda kültürel emperyalizme verilen tepki, tikel bir unsurun evrensel bir nitelik kazanarak ideolojik araca dönüşmesine yöneliktir.

Belli bir kültüre ait ürün ve değerlerin yegâne seçenek olarak sunulmasıyla sağlanan baskın konuma pek de tesadüfî bir biçimde ulaşılmaz. Bu doğrultuda kültürel emperyalizm hakkında tartışılırken çokuluslu iletişim devlerinin batının, özellikle de ABD’nin ticari, politik ve askeri üstünlüğüne katkı sağlamak üzere son derece bilinçli ve organize siyasalar izlediği varsayılmaktadır. Örneğin kültürel emperyalizmi tartışan ilk metinlerden birisi olan Communication and Cultural Domination’da (1976) (İletişim ve Kültürel Hâkimiyet) Herbert Schiller, Wallerstein’dan ödünç aldığı dünya sistemi kavramına başvurup, dünya sisteminin kültürel ve iletişim sektörü şeklinde iş gören kültürel emperyalizmin, her zaman için ekonomik ve politik başatlığa sahip genel sistemin hedef ve amaçlarıyla uyum içerisinde çalışarak, onun yayılmasını kolaylaştıracak biçimde gelişmek zorunda olduğunu belirtmektedir (Schiller, 1976: 6). Benzer bir şekilde Dorfman ve Mattelart da, ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarıyla, bu çıkarları destekleme yönünde iş gören, Üçüncü Dünya ülkelerine ihraç edilen kültürel ürünlerin ideolojik işlevleri arasındaki ilişkiyi şu şekilde ortaya koymaktadır: “Yeşil bereliler, devrimcileri kurşun yağmuruna tutarken Disney de onları dergi yağmuruna tutar.

Öldürmenin iki şekli vardır: makineli tüfekle ya da horoz şekeriyle” (Dorfman ve Mattelart, 1977: 72).

İzlenen bilinçli siyasaların bir sonucu olarak, tabi olanlar üzerinde kurulan kültürel kontrol ve hâkimiyet, büyük ölçüde yerel ve otantik kültürel değerlerin tahribiyle sağlanmaktadır. Kültürel emperyalizmin sözcüleri pek çok durumda yerel olanı geleneksel, geri kalmış ya da güncel ihtiyaçlara cevap vermede yetersiz olarak nitelendirerek hâkim olanın kültürel ürün ve değerlerinin kullanımının yaygınlaşmasını meşrulaştırmaktadırlar. Bu ifadelerden, araçsalcı motifli ideoloji kavrayışına sahip medya çalışmalarının, kültürel emperyalizm karşısına bir tür

kültürel özerklik olarak değerlendirdikleri yerelliği çıkardıkları anlaşılmaktadır.

Yerellik, pek çok durumda kültürel emperyalizm uygulamalarının etkisine maruz kalmadan önce belli bir kültürün tarihsel süreklilik içerisinde biriktirdiği geleneksel değer ve formları karşılamak üzere kullanılmaktadır. Bu anlamda gelenekselliğe geri dönüş kültürel emperyalizmle baş etmede önemli bir araç olarak nitelendirilmektedir.

Geleneksellikte önemli olan geleneği olduğu gibi benimseyip aynen tekrarlamak değildir, kültürel emperyalizm belli bir kültürün zaman içinde oluşturduğu değer ve formları yok saymasının, hatta küçük görmesinin önüne geçmek üzere tarihsel sürekliliğin önemine yapılan vurgudur. Bu kapsamda bir yandan gelenekselin korunması gerektiğinin altı çizilirken diğer yandan -özellikle ulusal düzeyde hâkim olanların geleneği istismar ederek halk çıkarlarının aksine kullanmasının önüne geçmek üzere- toplumsal ve kültürel yapılardaki ciddi dönüşümlere duyulan ihtiyaç vurgulanmaktadır. Bu iki nokta kültürel emperyalizm tartışmalarını başlatan metinlerden birisi olan van Dinh’in “Nonalignment and Cultural Imperialism” (1979) (Bağlantısızlık ve Kültürel Emperyalizm) adlı makalesinde Gelenek ve Devrim (Tradition and Revolution) kavramları ile karşılanmaktadır. İlk bakışta gelenek ve devrimin bir arada kullanılması bir çelişkiymiş gibi değerlendirilebilir ancak kavramların kültürel emperyalizmle mücadele amaçlı kullanımda gelenekselin yerel, otantik, katkısız ve özgün olan kültürel değer ve formları, devrimin ise esas olarak kültürel alanı da kapsayacak olan ulusal devrimi karşılamak üzere kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla devrim derken de ulusal devrime yapılan vurguyla öne çıkarılan kavram aslında yerelliktir.

Hem gelenek hem de devrim kavramlarıyla karşılanmaya çalışılan yerellik kavramına daha yakından bakıldığında, yerel olanın esas olarak ulusal kültürü karşılamak üzere kullanıldığı görülmektedir. Bu kapsamda kültürel emperyalizme

karşı çıkılırken, ABD başta olmak üzere batılı devletlerin gelişmekte olan ülkelerin ulusal egemenliklerini saf dışı bırakıp, söz konusu ülkelerdeki özgün kültürel dokuları tahrip etmesine vurgu yapılmaktadır. Bu duruma karşı koyabilmenin yegâne yolu olarak ulusal dil inşası ve kullanımının yaygınlaştırılmasından başlayarak, kültürel emperyalizme katkıda bulunduğu varsayılan pek çok medya ürününün ihracatından vazgeçip ulusal kültür endüstrisinin inşa edilmesine kadar uzanan pek çok kültürel değer, form ve pratik aracılığıyla ulusal kültürün güçlendirilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Ne var ki bu türden bir bakış açısının salt kültürel emperyalizme karşı çıkmak amacıyla yararlandığı ulusal kültür kavramı üzerinde fazlaca durmadığı görülmektedir. Ulusal kültürün, belli bir ülkedeki pek çok etnik kültürü azınlıkta bırakarak, ulus-devlet projesi içinde bilinçli olarak üretilmiş kültürel inşa olmasının kültürel emperyalizm eleştirmenleri için pek bir anlamı yok gibidir.

Edward Said, “ulusal düzlemde tanımlanan tüm kültürlerde bir hükümranlık, hükmetme, egemenlik kurma özlemi bulunduğuna inanıyorum” (Said, 1998: 53) derken, ulusal kültürün hedeflediği kültürel türdeşliğe farklı kültürel biçim ve normlar üzerinde egemenlik kurularak ulaşıldığına dikkati çekmektedir. Bu nokta, kültürel emperyalizm eleştirilerinde kolaylıkla ihmal edildiği için, ulusal kültür ve ulusal kimlik gibi kavramların kendilerinin de birer kültürel tahakküm hali olabileceği göz ardı edilmektedir: “Bunun siyasi sonucu, bir kültürel tahakküme karşı çıkarken öbürüne arka çıkmak olabilir” (Tomlinson, 1999: 113).

Franz Fanon sömürgesizleştirme süreci sonunda kurulan pek çok ulus devleti bekleyen önemli sorunlarından birisinin, bağımsızlığın ardından iktidara gelen büyük ölçüde batı burjuvazisiyle özdeşleşmiş ulusal burjuvazinin benimsediği milliyetçi politikalar olduğuna dikkati çekmektedir. Fanon’a göre, ulusal parti, bağımsızlık savaşı sırasında kurulan ittifaklardan kolaylıkla vazgeçme eğiliminde olup, sömürge

dönemi sırasında keskin hale getirilen etnik ayrımcılığı pekiştirerek devam ettirmektedir. Bu çerçevede ayrıcalıklı kılınan bir ırkın temsilcisi konumuna yükselen ulusal parti etnik ayrımlara dayalı bir parti gibi davranmaktadır (Fanon, 1994: 114-134). Bu kapsamda emperyalizmin doğrudan bir sonucu olan sömürgecilikle ulusalcılığın düşünüldüğü gibi birbirine karşıt, birbirini dışlayan iki kategori olmadığını görülmektedir.

Kültürel emperyalizmden en çok etkilendiği ifade edilen Üçüncü Dünya ülkelerinin, pek çok durumda emperyal egemenliği ortadan kaldırmak üzere benimsediği milliyetçi siyasalarla aslında reddetmeye çalıştığı iktidar yapılarını tekrarladığı görülmektedir. Milliyetçilik, Aydınlanma-sonrası rasyonel düşünce dili içinden kurduğu önermelerle aslında karşı çıkar göründüğü sömürgeci egemenliğin modernleşmeci-gelişmeci varsayımlarını benimsemiş görünmektedir: “Dünyanın hiçbir yerinde milliyetçilik, milliyetçilik sıfatıyla Akıl ve sermayenin birleşmesinin meşruiyetine meydan okumadı...ulusal devlet...sermaye ile halk arasındaki çelişkileri sürekli bir erteleme halinde tutmaya çalışırken ‘ulusal’ sermayenin global düzeni içinde bir yer bulmak için harekete geçer. O andan itibaren bütün siyaset ulusu temsil eden devletin belirleyici gereklerine uydurulmaya çalışılır” (Chatterjee, 1996: 307-308).

Bu iki temel metne ilişkin değiniler aracılığıyla, kültürel emperyalizm tezinin kültürel ve ekonomik anlamda ulusal egemenliğin yıkılışına vurgu yaparken, ulusal egemenlikle ulusal egemenliği üreterek ona meşruluk ve geçerlilik sağlayan milliyetçi söylemi ilişkisiz bir biçimde ele aldığı ifade edilebilir. Bu noktanın ihmal edilmesi sonucunda sadece emperyal nitelikli ulusötesi tahakküm biçimleri sorunlaştırılırken, milliyetçi politikalarla şekillenerek ulusal kültür inşasıyla ortaya

çıkan tahakküm biçimlerinin pek çok durumda aslında emperyal hükümranlığı tekrar etmekte olduğu göz ardı edilmektedir. Bu noktada hükümranlığın iktidarı sorgulanmayana (Tanrı’nın hükümranlığı sözü kavramın belki de en yaygın kullanımını ifade etmektedir) vurgu yaparken, her şeyden önce kendi otoritesine uygun özne pozisyonunu da kurmakta olduğu hatırlanabilir. Söz konusu bu hükümran özne pozisyonunun “rasyonalitenin aklı”nı bir model olarak benimsediğini ifade etmek mümkündür. Ulus devlet projesi içinde Fanon’un ulusal parti, Chatterjee’nin doğrudan ulus-halkla kendini özdeşleştiren devlet olarak adlandırdığı özneler bu hükümran özne konumu işgal etmektedir. Dolayısıyla bu hükümran özne konumu ve onun model aldığı batı kökenli rasyonel düşünce tarzı sorgulanmadan ulusal hâkimiyetin, ulusötesi hâkimiyet biçimleriyle mücadele için etkili bir strateji oluşturabileceğine dair yapılan vurgu, tek başına yeterli görünmemektedir.

Kültürel emperyalizme yönelik eleştiriler içinde sorun oluşturan bir diğer mesele ise söz konusu eleştirilerin belli bir merkezden öteki kültürlere bakarken gördüğü şeyin otantik ve türdeş nitelikli kültür olmasıyla ilgilidir. Bu çerçevede kültürel emperyalizmin belli bir coğrafyadaki kültürü tahrip ettiği söylenirken, o coğrafyada kültürel emperyalizmin etkinliği öncesinde, içinde herhangi bir farklılaşma barındırmayan ya da başka kültürlerle ilişkisiz bir kültürün bulunduğu varsayılmaktadır. Bunun da ötesinde varsayılan, yerel kültürel alanın iktidar ilişkilerinden muaf olduğu, yerel kültür içinde bir tür mitik uzlaşma ve barış halinin hüküm sürdüğüdür. Bu kapsamda yerel kültür, bir anlamda mitik bir kolektif ruhu, manevi psişeyi ya da halkın tinini ifade etmektedir. Bu nedenle, belli bir coğrafya ya da zamanda yaygınlık kazanmış kültürel kodun çoğunlukla iktidar mücadelesi sonucunda geçerlilik kazandığı göz ardı edilmektedir. Bu türden bir kavrayış, kendisinden farklı kültürleri tarih-dışı bir bakış açısıyla, onu kapalı bir yapı şeklinde

ele almanın bir sonucudur. Aslında bu, tam da batılıya ait bir bakış açısıdır. Kısaca söylemek gerekirse, kültürel emperyalizm uygulamalarına yönelik belli eleştirilerin yöneltiliyor olması, emperyal bakıştan kurtulmuş olmayı garantilememektedir.

Yukarıda kültürel emperyalizm tezine yönelik itirazları oluşturan iki noktanın tartışılması aslında medya çalışmaları içerisinde büyük ölçüde ihmal edilmiştir55. Kültürel emperyalizmin geçerliliğini savunan medya çalışmaları ağırlıklı olarak ulusal kültürün korunması gerektiğine yaptıkları vurguyla, enformasyonun ve kültürel ürünlerin merkezden çevre ya da bağımlı ülkelere doğru olan tek yönlü akışının yarattığı olumsuzluklara dikkati çekmeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda, özellikle sömürgecilik sonrası dönemde Üçüncü Dünya ülkelerinin siyasal bağımsızlıklarının ardından, ekonomik, siyasi ve kültürel egemenliklerinin nasıl sağlanabileceği üzerinde durularak, bu konuda çeşitli siyasalar oluşturma çabaları söz konusudur. Bu konudaki girişimlere 70’li yılların ortalarından itibaren gerçekleştirilen bir dizi UNESCO toplantısının öncülük ettiğini ifade etmek mümkündür. Bu toplantılar ve ardından yapılan yayınlarda56 dile getirilen talep ve

55 Kültürel emperyalizm içinde sorunlu görülen çeşitli noktaları tartışmaya açan medya çalışmaları, meseleyi çoğunlukla “melankolik ekonomi-politikçiler” ile “mutlu post-modernistler” (Sreberny-Mohammadi, 1996: 199) arasındaki karşıtlık olarak değerlendirme eğilimdedirler. Bu doğrultuda yukarıda ele alınan sorunlardan özellikle ulus-devletin sorgulanması gerektiğiyle ilgili olan soruna değinen medya çalışmaları bulunsa bile, tartışmalar sürekli olarak medya metinlerinin izleyiciler açısından tahakküm mü yoksa direniş mi anlamına geldiği meselesiyle sınırlandırılmaktadır. Bu türden bir kavrayışın epistemolojik temelinde metinsel ve söylemsel olanla gerçek olan arasında keskin bir karşıtlığın bulunduğu varsayımı yatmaktadır. Kavrayış söylemsel olanı son derece kısıtlı bir çerçeve içinden ele alıp, görsel, yazılı, ya da sözlü metin incelemesine indirgemekte, bunun karşısında gerçek olanı ise bu metinlerin içinde yer aldığı ekonomik, siyasi ve yasal kurum ve düzenlemeler şeklinde kavramaktadır. Neredeyse tüm akademik ve entelektüel enerjinin bu karşıtlığın sürdürülmesiyle sağlanmasının bir sonucu olarak, örneğin Sreberny-Mohammadi (1997: 50) farklı disiplinler içinde emperyalizm ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalara önemli katkılar sağlamış başlıca çalışmalardan birisi olan Said’in Kültür ve Emperyalizm’nin metinsel bir inceleme olduğunu, bu nedenle de konunun tartışılmasında yetersiz kaldığını vurgulayabilmektedir. Kültürel emperyalizmi tahakküm ve direniş kavramları aracılığıyla tartışan medya çalışmaları hakkında genel bir değerlendirme için bkz. Roach, 1997b.

56 Söz konusu yayınlar arasında en çok ses getireni MacBride Raporu olarak da bilinen, UNESCO bünyesinde iletişim sorunlarını çalışmak üzere kurulmuş uluslararası komisyon tarafından hazırlanan Many Voices, One World: Towards a New More Just and More Efficient World Information and

argümanlar temelde iki grupta ele alınabilir. Bunlardan ilki, yeni bir uluslararası enformasyon ve iletişim düzeni talebinin dile getirilmesidir. Sömürgecilik sonrasında siyasi bağımsızlığını kazanan pek çok ülkenin UNESCO’ya dâhil olmasının da etkisiyle, uluslararası enformasyon ve kültürel ürün akışının gelişmiş belli birkaç merkezden dünyanın geri kalanına yönelmiş olmasına dikkat çekilerek, liberal düşünce anlayışından beslenen enformasyon toplumu kuramcılarının iddialarının aksine teknolojik gelişmelerin serbest bilgi, enformasyon ve kültürel ürün akışını yaratmadığı, aksine, birkaç merkezin tahakkümünü doğurduğu sıklıkla ifade edilir olmuştur. Bu kapsamda enformasyonun serbest akışını sağlamak üzere her türlü yasal ve ticari engellemeyi ortadan kaldırmak, küresel düzeyde yeni pazarlar yaratmaktan öte bir şey sağlamamakta, sadece belirli merkezlerin kültürel alandaki etkililiğini sağlamlaştırmaktadır. Bu merkezlerin başında ABD gelmektedir. Aslında

Enformasyon ve İletişim Düzenine Doğru). Bu raporda, yoğunlaşma ve tekelleşmeden başlayarak ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeyde enformasyon ve iletişim alanlarındaki erişim ve kullanım konularındaki eşitsizlikler, tek yönlü enformasyon ve kültürel ürün akışı, iletişimin demokratikleşmesinin önündeki engeller ve medya çalışanlarının ihlal ettikleri mesleki etik kodlar gibi çok sayıdaki sorun ortaya konulmuştur. Çalışmanın sonuç bölümünde ise yaşanan bu sorunlar karşısında Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni (NWICO-New World Information and Communication Order) talebi dile getirilerek, herkese açık, dengeli, adil ve eşitlikçi iletişim sistemlerinin oluşabilmesine yönelik bir dizi öneri dile getirilmiştir. Bu önerilerden birkaçını gelişmekte olan ülkelerin bağımlılıklarını sonlandırmak üzere güçlü bir haber ajansından, özellikle ülkedeki yoksul ve eğitimsiz nüfusa ulaşabilmek için etkili bir radyo ve televizyon yayıncılığından, ulusal düzeyde faaliyet gösterecek kitap ve dergi yayıncılığı ve dağıtımcılığından oluşacak olan kendi iletişim sistemlerini kurmaları gerektiği, iletişimin ticarileşmesini mümkün olduğunca azaltmak gerektiği, kültürel kimliği ve yaratıcılığı teşvik etmek üzere ulusal kültür program ve politikalarını uygulamaya koymak gerektiği, yerel iletişim kaynaklarının çoğaltılması ve bunların değiş-tokuşunun sağlanması gerektiği, uluslararası haber akışındaki dengesizliklerin düzeltilmesi ve özellikle gelişmekte olan ülkeler hakkındaki haberlerde doğruluk ilkesine özen gösterilmesi gerektiği, belli bir ülkede faaliyet gösteren ulusötesi şirketlerin o ülkenin devlet otoritesine saygı duyarak, kanunlarına uyması gerektiği şeklinde sıralamak mümkündür (UNESCO, 1980: 253-272). Bu raporun yayınlanması Amerikan basınında sansür, basın özgürlüğünün kısıtlanması, gazetecilerin devlet kontrolünde tutulması türündeki iddialarla çeşitli tartışmalara yol açmış, sonuçta ABD 1985 yılında UNESCO üyeliğinden ayrılmıştır. ABD’nin ardından bir yıl sonra 1986’da da İngiltere üyelikten ayrılmıştır (Jr. Preston, Herman ve Schiller, 1989; Roach, 1990; Tomlinson: 1999: 34). Raporun yayınlanmasından 9 yıl sonra akademisyenlerin, araştırmacıların, sivil toplum örgütlerinin katılımıyla MacBride yuvarlak masa toplantıları yapılmaya başlanmıştır. Bu toplantıların en son 10.’su 1998’de Ürdün’ün başkenti Amman’da yapılmıştır. MacBride raporu ve ardından gelen tartışmalara değindikten sonra, yukarıda ifade edilen UNESCO raporlarına 1952’den itibaren yayınlanmakta olan Reports and Papers in Mass Communication (Kitle İletişiminde Raporlar ve Yazılar) serisi de eklenmelidir. Hem bu seriden çıkmış raporların hem de enformasyon, iletişim ve medya konularında UNESCO için hazırlanmış diğer çalışmaların büyük bir çoğunluğunun tam metinlerine http://unesdoc.unesco.org adresinden ulaşılabilmektedir.

Amerikan kültür ürünlerinin pazar hâkimiyeti sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, Kanada ve Avrupa Birliği ülkeleri gibi ekonomik olarak gelişmiş pek çok ülkede de geçerlidir. UNESCO için hazırlanan raporlarda büyük ölçüde Amerikalı dev şirketlerin güdümünde yaratılan dengesiz iletişim, enformasyon ve kültürel ürün akışın önüne geçebilmek için farklı kaynakların akışa katkıda bulunması gerektiğinin altı çizilerek, bu konudaki öneriler üzerinde düşünülmeye çalışılmıştır.

UNESCO raporlarında dile getirilen bir diğer argüman ise enformasyon akışının ticarileşmesine, yani enformasyon kaynağının çok büyük şirketlerin tekelinde olmasına dikkati çekmektedir. Buna göre var olan düzeni ulusötesi şirketlerin enformasyon düzeni olarak adlandırmak da mümkündür. Ulusötesi şirketlerin küresel ölçekteki hâkimiyetinin en önemli sonucu ulus-devletin ve ulusal egemenliğin giderek zayıflaması olarak ifade edilmektedir. Bazı ülkelerde gönüllü olarak bazı ülkelerde ise başka seçenek olmadığı için politik iktidarlar ulusötesi ekonomik iktidarın hizmetine girmektedir. Bu doğrultuda dünyanın farklı coğrafyalarında ulusötesi şirketlerin kendilerine yeni pazarlar yaratmasının önündeki ticari ve hukuksal engeller teker teker ortadan kalkmaktadır. UNESCO raporlarında bu durumun uluslararası düzeyde teknolojik bağımlılığı arttırdığı, ülkeler arasındaki mevcut eşitsiz ve dengesiz ilişkileri derinleştirdiği, ulusal düzeyde ise kamu yararı ilkesinin ciddi biçimlerde ihlal edildiği vurgulanarak, ticarileşme ve tekelleşmenin önüne geçebilmek için kamu yararı düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu ifade edilmiştir.

UNESCO toplantı ve raporlarında teknoloji, enformasyon ve iletişim alanlarında daha demokratik düzenlemelerin yapılması gerektiğine ilişkin yukarıda değinilen her iki sav da söz konusu alanlara ilişkin politika üretmeyi amaç