• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

1.2. Kültür Endüstrisi: Kökenleri ve Özellikleri

1.2.1. Kültür Endüstrisinin Kökenleri “Araçsal Aklın Eleştirisi”

Kültür endüstrisini oluşturan düşünsel arka plana baktığımızda karşımıza çıkan ilk şey, pozitivizm eleştirisidir. Bu, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte gelen “araçsal akıl” (Zweckrationalität) ya da başka deyişle biçimsel rasyonalite eleştirisidir. On yedinci yüzyılla birlikte yaşama yön veren gücün mitsel kavramlardan ziyade akla yöneldiği görülmektedir. Bu dönemden itibaren artık kilise ya da mitsel inanışlar

40 rasyonel düşünceyle birlikte önemini yitirmiştir (Altınkaya, 2016: 88). Mitsel inanışlar, Aydınlanmayla birlikte akıl tarafından geri dönmemek umuduyla yıkıma uğratılmıştır.

Horkheimer’a göre akıl, uyum ilkesi demektir. Akıllı olmak, var olan gerçekliğe uyum sağlamak buna direnmemektir. Aklın dinden ayrılması onun nesnelliğinin zayıflamasına ve biçimselleşmesine ön ayak olmuştur. Dolayısıyla akıl artık onu, siyasal propaganda aracı olarak kullanabilecek bilginlerin ve devlet adamlarının aracı haline gelmektedir. İşte tam da bu noktada akıl, özerkliğini yitirmiş ve araç haline gelmiştir. Aklın kendisi tıpkı bireyi uyuma zorlaması gibi toplumsal süreçlere boyun eğmek zorunda kalmıştır. Böylelikle akıl, insanın doğaya hükmetme amacındaki en önemli aracı haline gelmenin yanı sıra üretimin de bir parçası olmuştur (Horkheimer, 2018: 64-72).

Aklın nesnelliğini yitirip araçsal hale gelmesi sanatı da etkilemiştir. Önceleri sanat yapıtı var olan gerçekliği sorgulamak, onu eleştirmek onun hakkında bir yargıda bulunmayı anlatmaktaydı. Ancak bu, şeyleştirilmiş (reified) sanat ile kökten değiştirilmiş ve sanat yapıtı artık kültürel bir meta haline dönüşmüştür. Bu durum Horkheimer’a göre aklın araçsallaştırılmasıyla özdeşleştirilebilecek bir şeydir (Horkheimer, 2018: 86).

Dolayısıyla Frankfurt Okulu’nun öncelikli eleştiri konularının “rasyonelleşme”

ve “şeyleşme” olduğunu söyleyebiliriz. Onlar, Marksizm ve Weberyan teorinin izinden giderek gelişmekte olan “araçsal akıl” ve “şeyleşme”yi şiddetle eleştirmektedirler. Frankfurt Okulu, araçsal aklın, hesaplamanın ve denetimin egemenliğini artırmasının eleştirisini yapmak istiyordu (Therborn, 2019: 26). Eleştirel Teorisyenler, biçimsel rasyonalitenin nihai hedeflerden ziyade araç odaklı bir olgu olduğunun altını çizerek, onun toplum içinde dolanan sinsi bir güç olduğunu iddia etmişlerdir (Smith, 2007: 65).

Frankfurt Okulu’nun temel gayesi, Aydınlanmanın, kapitalist modernizmin ve bunların yarattığı toplumsal ve ideolojik etkilerini eleştirmektir. Enstitü düşünürlerine göre, kapitalist modernlik “bireyin sonu”nu hazırlama tehdidini içinde barındırıyordu.

Frankfurt Okulu’nun manifestosu mahiyetindeki Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, Horkheimer ve Adorno, kültür endüstrisiyle, bilim ve teknolojiyle, devlet kapitalizmiyle ve bürokrasiyle eleştirel düşünce ve devrimsel toplumsal davranışların

41 olmadığı tek boyutlu bir toplum yaratılmasının şiddetli bir eleştirisini yapmaktadırlar.

Aydınlanma aklının ve ilerlemesinin aslında bir ilerleme değil, aksine araçsal aklın hegemonyasında toplumsal bir gerilemeye neden olduğunu savunmaktadırlar. Bu savunuyla bilimin ve aklın bir mit haline geldiğinin altını çizmektedirler (Best &

Kellner, 1998: 263-265).

Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği’nde Marx, Nietzsche ve Weber’i de içine alan değişik perspektiflerle araçsal aklın birey üzerindeki habis etkisini ele almaktadırlar (Jay, 1992: 149-151). Öteden beri nihai hedefi insanları korkularından arındırmak, dünyanın büyüsünü bozmak olan Aydınlanma, kendi içinde çelişkiye düşmüştür (Horkheimer & Adorno, 2014: 19). Aydınlanmaya içkin olan bu diyalektik, aklın insanlığı aydınlığa ulaştırması yerine onu, Aydınlanma öncesi karanlığa göndermesinde saklıdır. O nedenle Aydınlanma kendi karşıtını kendisi yaratmış, dahası kendisini de karşıtı olan karanlığa dönüştürmüştür.

Aydınlanmanın ilerleyen safhalarında karşılaşılan şey totaliterliktir.

Horkheimer ve Adorno Aydınlanmanın bizatihi totaliter olduğunu savunmaktadır (Horkheimer & Adorno, 2014: 45). Jay’a göre Aydınlanmanın Diyalektiği’nde, asıl korkunç temalardan biri aslında Aydınlanmanın totaliterliğe olan bu yatkınlığıdır.

Özgürleşim iddiasıyla gelen Aydınlanma, bireyin özne olma gücünü elinden alır, onu nesne konumuna iter. Böylelikle totalitarizm, liberal düşüncesinin ve Aydınlanmanın kıymetli değerlerini hiçe sayarak değil, onları içkin hale getirerek işler hale gelir (Jay, 2014: 402).

Adorno açıkça ifade etmemiş olsa bile liberal kapitalizmi ve faşizmi, araçsal aklın bir zaferi olarak görür. Araçsal aklın marifeti esasen, liberal kapitalizmi yaratması ve ardından kültür endüstrisi aracılığıyla himayesi altına aldığı toplumu

“uyumlu”, “dirençsiz”, “edilgen” ve “standart” bir hale getirmek suretiyle negatif bir bütünleşme sağlamasıdır. Böylelikle sözde liberal demokratik toplumlarda faşizm tarafından siyasi yoldan gerçekleştirilemeyen tahakküm, kültür endüstrisince “tam özgürlük” kisvesi altında gerçekleştirilir (Bernstein, 2011: 13). Martin Jay da Bernstein’e paralel olarak otoriteryan ülkelerde zorla gerçekleştirilen siyasal gücün, demokratik denen ülkelerde daha yumuşak ve ince yollarla gerçekleştirildiğini ifade etmektedir (1992: 151).

42 Öte yandan Sosyal Araştırmalar Enstitüsü üyeleri, modernliği bireyin sonu ile bir tutmakta, dahası yine kültür endüstrisi aracılığıyla edilgen bir tek boyutlu toplum yaratıldığını savunmaktadır (Best & Kellner, 1998: 263). Dolayısıyla tek boyutlu bir toplumda bireyin varlığından söz edilmesi mümkün görünmemektedir. Böylesi bir toplumda olması beklenen tek biçimli bir düşünce yapısı ve ardından gelen bireyselliğin yitimidir. Bu düşünce, Aydınlanmayla gelen doğaya hükmetme dürtüsünün esasen insana hükmetme dürtüsüne yol açtığını vurgulamaktadır (Çiğdem, 2008: 51). Aydınlanmanın bu niteliği Frankfurt Okulu için “faşizm” demektir. Onların nazarında faşizm, irrasyonel, akla karşı bir tutum olarak ele alınmaz, aksine aklın bir yönlendirmesi ya da yönlendirici rasyonelliğin zaferi olarak görülür (Therborn, 2019:

34).

Bununla birlikte Horkheimer ve Adorno’ya göre, Aydınlanmanın temeli hesaplanabilirliğe ve yararlılık ölçütüne dayanır. Bunların dışındaki her şey kuşkuludur. Sayılara bel bağlamayan her şeyin bir yanılsama olduğu vurgulanmaktadır (Horkheimer & Adorno, 2014: 22-24). Buna göre, kesinliğe dayalı olan modernlik düşüncesi de Aydınlanmanın bir çıktısı olmuştur. Rasyonel düşünce artık modernlik olgusunun karşılığı, onun var edicisi olarak görülmeye başlanmıştır. Nitekim eleştirel teorisyenler de modernliği Aydınlanma aklının ve dolayısıyla kapitalist ekonomik sistemin bir sonucu olarak görmektedirler (Best & Kellner, 1998: 266).

Aydınlanmanın aklın yanında insanı da biçimlendirici gücü kültür endüstrisiyle de bağlantılıdır. Aydınlanmanın matematiğe dayanan bu biçimlendirici gücü sayesinde bireyin toplumsal yaşantısı da matematiğe indirgenmiş ve bireyin her adımı önceden tasarlanmaya başlamıştır. Adorno ve Horkheimer için kültür endüstrisi, teknolojik ilerlemenin ve bürokratikleşmenin toplumsal yaşantıyı tümüyle biçimlendirdiği bir sürecin zirve noktasıdır (Kellner, 2013: 172). Aydınlanmanın doğa üzerindeki hakimiyet arzusu, kitlesel bir aldatmacaya dönüşür ve insan bilinci de Aydınlanmayla birlikte zincire vurulmuş olur (Adorno, 2011: 119). Böylece kitlesel aldatma kitlesel bir bilinç kontrolüne evrilir. Bu bilinç günümüzde ideolojilerden çok bilinç endüstrisi aygıtlarıyla biçimlendirilmektedir (Gouldner, 2017: 357).

Bununla birlikte Eleştirel Teorisyenlerin kitle kültürü eleştirilerinin ilk dönemi Nazi Almanya’sıyla kitle iletişimin artan kullanımıyla başlamıştır. Kellner’a göre, Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Amerika’ya sürgünden önce kültür endüstrisi teorisi geliştirmemişlerdi. Onları böyle bir teori geliştirmeye iten güç, Amerikan toplumu gibi

43 ileri kapitalist toplumlarda görünen kültürün ve ideolojilerin farklılaşması ve bunun toplum üzerindeki tahrip edici etkisidir. Amerika’ya göç ile tüketim toplumuyla karşılaşılmış, dergi, çizgi roman, ucuz ve ticari amaç güden romanların popülerliğine şahit olunmuş ve kitle iletişim araçlarının siyasi elitler tarafından etkin kullanılması kültür endüstrisi düşüncesinin olgunlaşmasını sağlamıştır (Kellner, 2013: 172).

Frankfurt Okulu temsilcileri ABD’de, tekelci kapitalist ve neredeyse faşizm kadar manipülatif bir kültürel dünya ile karşılaşmışlardır (Slater, 1998: 224).

Dolayısıyla gördükleri bu manzara karşısında olağanca güçleriyle kitle kültürünü eleştirmeye koyulmuşlardır. Adorno ve Horkheimer, daha önceden de söylediğimiz gibi kitle kültürü kavramı yerine anti-popülist çağrışımları engellemek adına kültür endüstrisini kullanmıştır. Kültürün yukarıdan dayatıldığını ifade etmek için kültür endüstrisi kavramını tercih etmişlerdir (Aksoy & Narmanlı, 2019: 539). Frankfurt Okulu’nun kitle kültürüne olan hoşnutsuz tavrı, ona ideolojik bir bakış açısıyla yaklaşmayı da beraberinde getirmektedir. Onların gözünde kültür endüstrisi, şeyleştirilmiş bir kültürden ibarettir (Jay, 2014: 340).