• Sonuç bulunamadı

ideoloji Eleştirisi mi? Hem de Bugün?

Belgede Metis Seçkileri karinalını (sayfa 48-56)

İdeoloji Hayaleti

I. ideoloji Eleştirisi mi? Hem de Bugün?

Tarihsel tahayyül ufkunun nasıl değişime maruz kaldığını şöyle bir düşündüğümüzde bile, kendimizi öyle her şeyin ortasında, ideoloji kavramının geçerliliğini ısrarla koruduğunu kabul etmek durumun­

da buluruz. Daha on, bilemedin yirmi yıl önce, üretim-doğa sistemi (insanın doğa ve doğa kaynaklarıyla kurduğu üretim-sömürü ilişki­

si) bir sabit olarak algılanıyordu ve herkes üretimin ve ticaretin fark­

lı toplumsal örgütlenme biçimlerini hayal etmekle meşguldü (liberal kapitalizmin alternatifleri olarak Faşizm ya da Komünizm); bugün­

se, Fredric Jameson'ın özlü ifadesiyle, kimse artık kapitalizmin ola­

sı alternatifleri üzerinde ciddi biçimde kafa yormuyor, oysa popüler tahayyül "doğanın mahvoluşu", yakın bir gelecekte yeryüzündeki bütün hayatın durması gibi hayallerin tasallutu altında - "dünyanın sonu'nu hayal etmek üretim tarzındaki çok daha mütevazı bir deği­

şikliği hayal etmekten daha kolay görünüyor, sanki liberal kapita­

lizm küresel bir ekolojik felaket koşullarında bile bir şekilde yaşa­

mını sürdürecek "gerçek"miş gibi... Nitekim, görünen ile görünme­

yen arasındaki, hayal edilebilen ile edilemeyen arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkideki değişiklikleri düzenleyen kurucu matris olarak ideolo­

jinin varolduğu kategorik olarak kesinlenebilir.

Bu matris "eski" ile "yeni" arasındaki diyalektikte; yepyeni bir boyutu ya da çağı ilan eden bir olay, eskinin devamı ya da eskiye dö­

nüş olarak (yanlış) algılandığında ya da -te r s i- tamamen mevcut dü­

zenin mantığına kayıtlı olan bir olay radikal bir kopuş olarak (yan­

lış) algılandığında, kolayca görülebilir. Bu ikinci durumun başta ge­

len örneği, içinde bulunduğumuz geç kapitalist toplumu, artık Marx'ın tasvir ettiği kapitalizm dinamiklerinin hükmünün geçmedi­

ği yeni bir toplumsal oluşum olarak (yanlış) algılayan Marksizm eleştirmenleri tarafından verilmektedir kuşkusuz. Gelgelelim bu

yıpranmış örnekten uzak durmak için, gelin biz yüzümüzü cinsellik alanına çevirelim. Günümüzün başlıca beylik sözlerinden biri, "sa­

nal" ya da "siber" seks denen şeyin geçmişten radikal bir biçimde koptuğudur, çünkü, denir, burada bir "gerçek öteki" ile kurulan fiili cinsel temas, tek dayanağı sanal bir öteki olan, mastürbasyona daya­

lı keyif -telefon seksi, pornografi, bilgisayarda "sanal seks", vs.- karşısında zemin yitirmektedir... Buna verilebilecek Lacancı cevap, sanal seksin gündeme gelişinden "önce" mümkün olduğu iddia edi­

len "gerçek seks" mitini teşhir etmek zorunda olduğumuzdur: La- can'm "cinsel ilişki diye bir şey yoktur" tezi, tam da, "gerçek" cinsel edimin (kanlı canlı bir partnerle birlikte yapılan edimin) yapısının zaten bünyevi olarak fantazmik olduğu anlamına gelir - ötekinin

"gerçek" bedeni yalnızca fantazmik yansıtmalarımızın dayanağı hiz­

metini görmektedir. Başka bir deyişle, bir eldivenin ekranda gördü­

ğümüz şeylerin uyarımlarını simüle ettiği, vs. "sanal seks", gerçek seksin canavarca çarpıtılması falan değildir, sadece onun altında ya­

tan fantazmik yapıyı görünür kılar.

Öbür yanlış algılamanın mükemmel bir örneğini, Batılı liberal entelektüellerin, Doğu Avrupa'da reel Sosyalizm'in çözülmesi süre­

cinde yeni devletlerin ortaya çıkmasına verdikleri tepkide görürüz:

Onlar bunu on dokuzuncu yüzyılın ulus-devlet geleneğine dönüş olarak (yanlış) algılamışlardır, oysa burada tam tersi durumla, yani anayasal hukuk düzeniyle özdeşleştirilen soyut yurttaş kavramına dayalı geleneksel ulus-devletin "sönüp gitmesi"yle karşı karşıyayız- dır. Etienne Balibar yakın tarihlerde bu yeni durumu nitelemek için Marksçılığın eski Es gibt keinen Staat in Europa -artık Avrupa'da doğru dürüst bir devlet yok- tabirine başvurdu. Toplumun lebens- w elfm in asalağı olan, onu yukarıdan bütünselleştiren eski Leviathan hayaleti, her iki yandan da gittikçe daha fazla aşınmaktadır. Bir yan­

dan, yeni etnik topluluklar ortaya çıkmaktadır -bazıları resmen ege­

men devletler olarak kurulmuş olmalarına rağmen, artık modem Av­

rupa'ya özgü anlamda birer devlet değildirler, çünkü devlet ile etnik topluluk arasındaki göbek bağım kesmemişlerdir. (Burada yerel mafyaların çoktan bir tür paralel iktidar yapısı işlevi görmeye başla­

dıkları Rusya örneği paradigmatiktir.) Öte yandan, çokuluslu serma­

yeden mafya kartellerine ve devletlerarası siyasi topluluklara (Avru­

pa Birliği) doğru birçok ulusötesi bağ oluşmaktadır.

Devlet egemenliğinin bu şekilde sınırlanmasının, her biri tek ba­

şına bunu haklı çıkaracak kadar güçlü iki nedeni vardır: Ekolojik krizin ve nükleer tehdidin ulusötesi doğası. Devlet otoritesinin bu şekilde iki yandan aşınmasının bir yansıması da, bugün temel siyasi antagonizmanın (devleti yukarıdan aşındıran güce karşılık gelen) evrenselci "kozmopolit" liberal demokrasi ile (devleti aşağıdan aşın­

dıran güce karşılık gelen) yeni "organik" popülizm-cemaatçilik ara­

sındaki antagonizma olmasıdır. Ve yine Balibar’ın işaret ettiği gibi,1 bu antagonizma ne dışsal bir karşıtlık olarak, ne de iki kutup arasın­

daki, bir kutbun öbürünün aşırılığını dengelediği (mesela, evrensel- cilik çok fazlalaştığında, biraz etnik köklerden dem vurmanın halka aidiyet hissi verip durumu stabilize ettiği) bir tamamlayıcılık ilişki­

si olarak görülmemeli, tam manasıyla Hegelci bir biçimde kavran- malıdır - antagonizmanın her bir kutbu öbürünün bünyesine işlemiş durumdadır, öyle ki tam karşı kutbu kendi başına kavramak, onu

"nasılsa öyle" koyutlamak istediğimiz anda ayağımız ona takılır.

İki kutbun bu bünyevi karakteri yüzünden, münhasıran bugün Rusya ve diğer sabık Komünist ülkelerde olup biten korkunç olay­

lar ve daha da korkunç olasılıklar ("Yahudi" piyasa ilkesinin ve top­

lumsal atomizmin panzehiri olarak cemaat ile devlet arasındaki or­

ganik bağı, Batı bireyciliğinin panzehiri olarak ortodoks ulusal em ­ peryalizmi, vs. vazeden yeni hegemonik "Avrasyacılık" ideolojisi) üzerinde odaklanan liberal-demokratik tuzaktan uzak durmamız ge­

rekir. Organikçi popülizmin bu yeni biçimleriyle etkili biçimde sa­

vaşabilmek için, deyim yerindeyse, eleştirel bakışı kendi üzerine döndürüp liberal-demokratik evrenselciliğin kendisini eleştirel ince­

lemeye tabi tutmak gerekir - organikçi popülizme yer açan şey, tam da bu evrenselciliğin zayıf noktası, "yanlışlığı"/"sahteliği"dir.

Gelgelelim, ideoloji kavramının güncelliğine ilişkin bu örnekler, ay­

nı zamanda günümüzde ideoloji kavramının neden aceleyle redde­

dildiğini de açıkça gösteriyor: İdeoloji eleştirisi, toplumsal hayatın kargaşasından bir şekilde m uaf tutulan, bir öznenin-failin toplumsal

1. Bkz. Iıtienne Balibar, "Racism as Universalism", Masses, Classes, Ideas içinde, New York: Routledge 1994, s. 198-9.

görünürlük ve görünmezliği düzenleyen çok gizli mekanizmaları al­

gılamasını sağlayan ayrıcalıklı bir yeri gerektirmez mi? Bu yere ula­

şabileceğimiz iddiası, ideolojinin en bariz örneği değil midir? Sonuç olarak, epistemolojik düşüncenin günümüzdeki durumu göz önünde bulundurulduğunda, ideoloji kavramı kendi kendini geçersizleştir- mez mi? O zaman bu kadar bariz biçimde modası geçmiş epistemo­

lojik içerimleri (düşünce ile gerçeklik arasındaki "temsil" ilişkisi, vs.) olan bir kavrama yapışıp kalmak niye? Bu kavramın bütünüyle muğlak ve kaçamaklı bir karaktere sahip olması bile onu terk etmek için yeterli bir neden değil midir? "İdeoloji", toplumsal gerçekliğe bağımlılığını yanlış-tanıyan düşünümcü bir tavırdan, eylem-odaklı bir inançlar kümesine, bireylerin toplumsal bir yapıyla aralarındaki ilişkiyi yaşamalarını sağlayan vazgeçilmez mecradan hâkim bir si­

yasi iktidarı meşrulaştıran yanlış fikirlere kadar her şeyi adlandırabi­

lir. Tam da ondan uzak durmaya çalıştığımızda ortaya çıkıveriyor gi­

bidir, açıkça orada bulunduğunu sandığımız zamansa ortaya çıkmaz.

Bir işlem "mükemmelen ideolojik" olarak görülüp itham edildi­

ğinde, onun tersine çevrilmesinin de kendisi kadar ideolojik oldu­

ğundan emin olabilirsiniz. Örneğin genelde "ideolojik" olduğu ka­

bul edilen işlemlerden biri de tarihsel olarak sınırlı bir durumun son- suzlaştınlması, olumsal bir olayda yüksek bir Zorunluluk saptanma­

sıdır kesinlikle (erkek egemenliğinin "eşyanın tabiatı"nda temellen- dirilmesinden AIDS'in modem insanın günahkâr hayatına verilen bir ceza olarak yorumlanmasına kadar; ya da, daha mahrem bir düzey­

de, "gerçek aşk"ımızla karşılaştığımızda, sanki bütün hayatımız bo­

yunca bunu bekliyormuşuz gibi, sanki daha önceki bütün hayatımız esrarlı bir biçimde bizi bu karşılaşmaya getirmiş gibidir...): Gerçe­

ğin anlamsız olumsallığı böylece "içselleştirilir", simgeselleştirilir, Anlam’la yüklenir. Gelgelelim, ideoloji aynı zamanda, bunun tersi olan işlem, zorunluluğu fark etmeyi başaramama, onu önemsiz bir olumsallık olarak yanlış algılama işlemi değil midir (analiz edilen kişinin direncinin büründüğü temel biçimlerden birinin, yaptığı semptomatik dil sürçmesinin hiçbir anlamı olmayan bir hatadan iba­

ret olduğunda ısrar etmek olduğu psikanalitik tedaviden, en has ide­

olojik işlemin krizi dışsal, son kertede olumsal bir oluşuma indirge­

mek ve böylece sistemin krizi doğuran bünyevi mantığını dikkate al­

mayı başaramamak olduğu iktisat alanına kadar)? İşte bu anlamda

ideoloji dışsal olumsallığın içselleştirilmesinin tam tersidir: İçsel bir zorunluluğun sonucunun dışsallaştırılmasında yatar ve burada ide­

oloji eleştirisinin görevi tam da salt bir olumsallıkmış gibi görünen şeydeki gizli zorunluluğu açığa çıkarmaktır.

Benzer bir tersine çevirmenin en son örneği, Batı medyasının Bosna savaşı hakkındaki haberlerinde görülmüştür. İlk göze çarpan, standart ideolojik kişileştirmenin yaşandığı 1991 'deki Körfez Sava­

şı haberleri ile bunlar arasındaki karşıtlıktır:

M edya, Irak’taki toplumsal, siyasi ya da dini eğilim ve antagonizm alar hakkında bilgi verm ek yerine, çatışm ayı son kertede K işileşm iş K ötülük ile, kendi kendini medeni uluslararası topluluktan dışlam ış kanun kaçağı Saddam H üseyin’le verilen bir kavgaya indirgem işti. Gerçek amaç, Irak'ın askeri kuv­

vetlerinin im hasından bile önce psikolojik bir şey olarak, "itibarını kaybede­

cek" olan Saddam ’ın küçük düşürülmesi olarak sunuluyordu. Ancak Bosna sa­

vaşında, Sırp devlet başkanı M iloseviç de ara sıra şeytanlaştınlm ış olm asına rağmen, hâkim tavır yan-antropolojik bir gözlem ci tavrıydı. M edya, bize ça­

tışmanın etnik ve dini arka planı hakkında ders verm ek için birbiriyle yarışı­

yordu; yüzlerce yıllık travm alar yeniden sahneye konmaktaydı, öyle ki çatış­

manın köklerini anlam ak için sadece Yugoslavya'nın tarihini değil, ortaçağ­

dan beri bütün Balkanlar'm tarihini anlam ak gerekiyordu... Dolayısıyla B os­

na çatışm asında, taraf tutmak açıkça im kânsızdı, tek yapılabilecek şey, bizim medeni değerler sistem im ize yabancı bu vahşi gösterinin arka planını sabırla kavramaya çalışm aktı... A m a bu ters yöndeki işlem, Saddam H üseyin'in şey- tanlaştırılm asından bile daha kurnazca bir ideolojik mistifıkasyon içerir.2

Bu ideolojik mistifıkasyon tam olarak neleri içerir? Biraz kaba biçimde söylersek, "koşulların karmaşıklığı"ndan dem vurmak bizi harekete geçme sorumluluğundan kurtarmaya hizmet eder. Uzak bir gözlemcinin rahat tavırları, Balkan ülkelerindeki dini ve etnik mü­

cadelelerin karmaşık olduğu iddia edilen bağlamından dem vurul­

ması, burada, Batı'nm Balkanlar karşısındaki sorumluluğundan sıy­

rılmasını sağlar - yani o acı hakikatten, Bosna savaşının tuhaf bir et­

nik çatışma örneği olmak şöyle dursun, Batı'nm Yugoslavya'nın par­

çalanmasının siyasi dinamiğini kavrayamamasının, "etnik temizliği"

sessizce desteklemesinin dolaysız sonucu olduğu hakikatinden kaç­

masını sağlar.

Teori alanında, öznenin suçluluğu ve kişisel sorumluluğu anlayı­

şının "yapıbozumcu" sorunsallaştınlışında da benzer bir tersine çe­

2. Renata Salecl, The Spoils o f Freedom, Londra: Routledge 1994, s. 13.

virmeyle karşılaşırız. Ahlaki eylemlerinden ve işlediği suçlardan bü­

tünüyle sorumlu olan özne anlayışı; öznenin eyleminin bağlamını sunmakla kalmayıp bu eylemin anlamının koordinatlarını da peşinen belirleyen tarihsel-söylemsel önvarsayımların karmaşık, her zaman zaten işbaşında olan dokusunu gizlemeye yönelik ideolojik ihtiyaca hizmet eder açıkça: Sistem ancak kötü işlemesinin nedeni sorumlu öznenin "suçluluğu"na yerleştirilebildiği takdirde işleyebilir. Huku­

kun solcu eleştirisinin beylik gözlemlerinden biri, kişisel sorumluluk ve suçluluk isnadmın, bizi söz konusu eylemin somut koşullarını in­

celeme görevinden kurtardığıdır. Ahlaki çoğunluğun, Afro-Ameri- kalılar arasında suç oranının daha yüksek olmasına ahlaki bir nitelik yükleme uygulamasını hatırlamak yeterlidir ("suç eğilimleri", "ahla­

ki duyarsızlık", vs.): Bu isnat, Afro-Amerikalıların somut ideolojik, siyasi ve ekonomik koşullarının herhangi bir analizini önler.

Ancak bu "suçu koşullara yükleme" mantığı, aşırıya götürüldü­

ğünde, kendi kendini çürütmez mi, zorunlu olarak Brecht'in Üç Ku­

ruşluk Opera'sının şu ünlü satırlarının unutulmaz -v e ideolojik- si- nizmine yol açmaz mı: "Wir wâren gut anstatt so roh, doch die Ver- hâltnisse, sie sind rıicht so!” ("Koşullar böyle olmasaydı, bu kadar kaba değil, iyi olurduk!")? Başka bir deyişle, biz, konuşan özneler, kendimizi faaliyetlerimizin alanını önceden belirleyen koşulları sı­

ralama işine her zaman zaten bağlamıyor muyuz?

Aynı karar verilemez muğlaklığın daha somut bir örneği, psika­

nalize yöneltilen standart "ilerici" eleştiride görülür. Buradaki suçla­

ma, psikanalizin sefaleti ve psişik ıstırabı bilinçdışı libidinal karma­

şalar yoluyla, hatta doğrudan doğruya "ölüm dürtüsü"nden bahsede­

rek açıklamasının, yıkıcılığın gerçek nedenlerini görünmez kıldığı­

dır. Psikanalize yöneltilen bu eleştirinin nihai teorik ifadesi, psişik travmanın nihai nedeninin çocuklukta yaşanan gerçek bir cinsel ta­

ciz olduğu fikrinin rehabilitasyonudur: Freud travmanın fantazmik kökeni kavramını devreye sokarak, kendi keşfinin hakikatine ihanet etmiştir, denir.3 Dışsal, fiili toplumsal koşulların -ataerkil aile, bu ai­

lenin kapitalist sistemin yeniden üretiminin bütünlüğü içindeki rolü, vs - somut analizi yerine, bize böylece çözümsüz libidinal çıkmaz­

3. Bkz. Jeffrey Masson, The Assault on Truth: Freud's Suppression o f the Se- duction Theory, New York: Farrar, Strauss & Giroux 1984.

ların hikâyesi sunulur; savaşa yol açan toplumsal koşulların analizi yerine, "ölüm dürtüsü" sunulur; toplumsal ilişkileri değiştirmek ye­

rine, iç psişik değişikliklerde, bizi toplumsal gerçekliği olduğu gibi kabullenir hale getirecek "olgunlaşma"da çözüm aranır. Bu perspek­

tifte, toplumsal değişimi istemenin kendisi bile çözümsüz kalmış Oidipus karmaşasının dışavurumu olarak görülüp umursanmaz...

Toplumsal otorite karşısındaki "irrasyonel" direnişi sayesinde, çö­

zümsüz kalmış psişik gerilimlerini sahneye koyan asi nosyonu, ide­

olojinin en saf hali değil midir? Gelgelelim Jacqueline Rose'un gös­

terdiği gibi,4 nedenin "toplumsal koşullar" içinde böyle dışsallaştı­

rılması da en az öbür tutum kadar sahtedir, çünkü özneyi kendi ar­

zusunun gerçeğiyle yüzleşmekten kaçmaya teşvik eder. Özne Ne- den'i bu şekilde dışsallaştırarak, artık kendi başına gelenlere bağlan­

maz; travma karşısında basit, dışsal bir ilişki geliştirir: Travmatik olay, öznenin arzusunun açıkça kabul edilmemiş çekirdeğini hareke­

te geçirmek şöyle dursun, dışarıdan öznenin dengesini bozar.5

Bütün bu örneklerdeki paradoks, ideolojinin (ideoloji olarak yaşadı­

ğımız şeyin) içinden çıkmamızın, ona köle olma tarzımızın ta kendi­

si oluşudur. İdeolojinin bütün standart örneklerine sahip bir ters ide- oloji-olmayan örneğini, eski Doğu Almanya'da Neues Forum'un oy­

nadığı rolde görürüz. Bu hareketin bünyesi gereği trajik bir etik bo­

yutu vardır: İdeolojinin "kendisini düz anlamıyla kabul ettiği" ve mevcut iktidar ilişkilerinin "nesnel olarak sinik" (Marx) biçimde meşrulaştınlması işlevini görmekten çıktığı bir noktayı gündeme ge­

tirir. Neues Forum "sosyalizmi ciddiye alan" ve mevcut tavizler sis­

temini yıkıp onun yerine kapitalizmin ve "reel" sosyalizmin ötesin­

de Ütopik bir "üçüncü yol" geçirmek için her şeyi riske atmaya ha­

zır olan tutkulu entelektüel gruplarından oluşuyordu. Batı kapitaliz­

4. Jacqueline Rose, "Where Does the Misery Come From?", Feminism and Psychoanalysis içinde, Richard Feldstein ve Judith Roof (der.), Ithaca, NY ve Londra: Comell University Press 1989, s. 25-39.

5. Rose'un yazısının başlığı “Sefalet Nereden Geliyor?" son derece manidar­

dır: İdeolojinin işlevlerinden biri, tam da "kötülüğün kökenleri"ni açıklamak, ne­

denini "nesnelleştirmek"-dışsallaştırmak ve böylece bizi onun sorumluluğundan kurtarmaktır.

mini restore etmeye çalışmadıkları yolundaki samimi inanç ve ısrar­

larının, temelsiz bir yanılsama olduğu ortaya çıktı kuşkusuz; gelge- lelim, tam da böyle (temelsiz bir yanılsama) olduğu için kelimenin tam anlamıyla ideolojik-olmayan bir inançtı bu: Hiçbir fiili iktidar ilişkisini, tersine çevrilmiş-ideolojik bir biçimde, "yansıtmıyor"du.

Buradan çıkarılacak teorik ders, ideoloji kavramının "temsil" so­

runsalından koparılması gerektiğidir; İdeolojinin "yanılsama"yla, kendi toplumsal içeriğinin çarpık temsili ile hiçbir ilgisi yoktur. Ez­

cümle: Siyasi bir bakış açısı nesnel içeriği konusunda gayet "doğru"

bir tavır aldığında bile, yine de bütünüyle ideolojik olabilir. Bunun tersi de doğnıdur: siyasi bir bakış açısının kendi toplumsal içeriği hakkındaki fikri bütünüyle yanlış çıkabilir, ama bunun "ideolojik"

bir yanı yoktur. "Olgusal doğruluk” konusunda ise; Komünist reji­

min dağılmasının, kapitalizmin sınırlarının ötesine ulaşacak yeni bir toplumsal mekân biçimi icat etmenin bir yolunu açtığını düşünen Neues Forum'un konumu şüphesiz yanılsamaya dayanıyordu. Neues Forum'un karşısında, her şeylerini mümkün olduğunca çabuk Batı Almanya’ya katılmaya -yani ülkelerinin dünya kapitalist sistemine dahil olmasına- yatıran güçler vardı; onlara bakılırsa Neues Fo-

™m'daki insanlar hayalciler güruhundan başka bir şey değillerdi. Bu ikinci konum haklı çıktı - ama yine de bütünüyle ideolojik bir ko­

numdu. Niçin? Batı Alman modelinin konformist bir biçimde be­

nimsenmesi, geç kapitalist "sosyal devlet"in sorunsuz, antagonistik- olmayan bir biçimde işlediğine yönelik ideolojik bir inanca işaret ediyordu, oysa ilk tavır, olgusal içeriği (”sözcelenen"i) karşısında yanılsamaya dayalı bir tavır alsa da, o "skandal yaratıcı”, aşın söz- celeme konumu sayesinde, geç kapitalizme özgü antagonizmanın farkında olunduğunu gösteriyordu. Lacan'm, doğruluğun bir kurgu yapısında olduğu tezini kavramanın yollarından biri de budur: "Re- el sosyaliznrTden kapitalizme geçilen o karmakarışık aylarda, bir

"üçüncü yol" kurgusu toplumsal antagonizmanın ortadan kaldırıl­

madığı tek noktaydı. "Postmodem" ideoloji eleştirisinin görevlerin­

den biri de burada yatar: Mevcut toplumsal düzen içinde, -olası ama başarısız kalmış alternatif tarihlere dair bir "kurgu", yani "Ütopyacı"

anlatılar kılığına girerek- sistemin antagonistik karakterine işaret eden ve böylece sistemin yerleşik kimliğinin apaçıklığını "yadırga­

mamızı" sağlayan unsurları saptamak.

Belgede Metis Seçkileri karinalını (sayfa 48-56)