• Sonuç bulunamadı

Öznenin Bir Nedeni Var mıdır?

Belgede Metis Seçkileri karinalını (sayfa 22-48)

FREUDCU devrimin tam olarak neleri kapsadığına dair farkındalığı- mızı canlandırmak için, zaman zaman temellere, yani en "çocuksu", en basit sorulara dönmekte fayda var. Örneğin psikanaliz, gelenek­

sel Natunvissenschaften ve Geisteswissenschaften (Doğabilimleri ve Tinbilimleri), yani nedensel belirlenimcilik ve yorumbilgisi çifti karşısında nerede durmaktadır? Psikanaliz psişik belirlenimciliğin en radikal versiyonundan mı ibarettir; Freud bir "zihin biyoloğu"

mudur; zihnin kendisinin bilinçdışı belirlenimciliğin oyuncağı oldu­

ğunu, buna bağlı olarak zihnin özgürlüğünün de bir yanılsama sayı­

lacağını mı ifşa etmektedir? Yoksa tam tersine, psikanaliz, salt fiz­

yolojik (gibi görünen) bedensel rahatsızlıklar söz konusu olduğunda bile, yine de bir anlam diyalektiğiyle, öznenin* kendisi ve Öteki'si ile kurduğu çarpıtılmış ilişkiyle karşı karşıya olduğumuzu göstere­

rek anlam analizi için yeni alan açan bir "derin yorumbilgisi" midir?

Belirtilmesi gereken ilk şey, bu ikiliğin Freud'un kurduğu teorik ya­

pının kendisine de metapsikolojik dürtüler teorisi (oral, anal ve fal- lik aşamalar, vs.) kılığına bürünerek yansıdığıdır; söz konusu teori hem "mekanizmalar", "enerji" ve "aşamalar" gibi fizikalist-biyolo- jist metaforlara, hem de bütünüyle anlam alanı içinde kalan yorum­

lara (rüyaların, şakaların, günlük hayatın psikopatolojisinin, semp­

tomların... yorum lam a) dayanır.

Bu ikilik, Freud'un nedensellik-anlam antagonizmasına çözüm getiremediğini kanıtlar mı? J.-A. Miller'in ehven Einsteincı formü- lasyonuna başvuracak olursak, bu iki yanı bir "birleşik Freudcu alan teorisi" içinde bir araya getirmek mümkün müdür? Her iki tarafın sözde-diyalektik "sentez"inde ya da bir tarafı öbürünün anahtarı ola­

rak sunmakta bir çözüm bulunamayacağı açıktır. Nasıl anlam alanı­

nı gizli nedensel mekanizmalar tarafından yönlendirilen yanılsama­

* "Özne" kavramı için bkz. Sözlük, s. 308.

ya dayalı bir özdeneyime indirgeyemezsek, psikenin nedensel belir­

lenimciliği kavramını da artık nesnelci "şeyleş(tir)me"nin, anlamın özneye özgü diyalektiğinin pozitivist yanlış-tanınmasının paradig- matik örneği olarak kavrayamayız. Peki ya, Freudcu devrimin bütün kapsamının, tam da yorumbilgisi ile açıklama, anlam ile nedensellik arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmasında aranması gerekiyorsa?

Şu ana kadar, psikanalizi açık açık bu karşıtlıkları sorgulayan bir bi­

lim olarak kavrayan sadece iki kaynak olmuştur: Frankfurt Okulu ve Jacques Lacan.

Teorik Doğruluğun Göstergesi Olarak Çelişki

Frankfurt Okulu, yorumbilgisi ile nedensel belirlenimcilik arasında­

ki karşıtlığı, Freud'un "doğa" olarak, biyolojik ya da en azından so- yoluşsal (fılogenetik) miras olarak gördüğü şeyin tarihsel olarak

"dolayım"lanmış olduğunu günışığına çıkararak ortadan kaldırır.

Psişik "doğa", tarihin yabancılaşmış karakteri yüzünden kendi kar­

şıtının, tarih öncesi, verili bir durumun "şeyleşmiş", "doğallaşmış"

formuna bürünen bir tarihsel sürecin ürünüdür:

Bireyi tanım layan "bireyaltı ve bireyöncesi etkenler" arkaik ve biyolojik olanın dünyasına aittir; am a bu bir a n doğa m eselesi değildir. Daha çok ikin­

ci doğa'dır. doğaya dönüşerek katılaşan tarihtir. Çoğu toplumsal düşünceye tamdık gelm ese de doğa ile ikinci doğa arasındaki aynm eleştirel teori için ya­

şamsaldır. Birey bakım ından ikinci doğa olan şey, birikm iş ve çökelm iş tarih­

tir. Çökelen (pıhtılaşan), çok uzun süredir özgürleşm emiş olan tarihtir; çok uzun süredir hep baskıcı olan tarihtir. İkinci doğa yalnızca doğa ya da tarih de­

ğil, doğa olarak yüzeye çıkan donmuş tarihtir.1

Freudcu teorik yapının bu şekilde "tarihselleştirilmesi"nin, sos­

yokültürel sorunlar üzerinde ya da ego'nun ahlaki ve duygusal çatış­

maları üzerinde odaklanma ile hiçbir ilgisi yoktur: Ego psikolojisin­

deki, bilinçdışını "ehlileştirme", yani toplumsal normlara göre yapı­

lanan ego ile egoya karşı olan bilinçdışı dürtüler arasındaki temsili

1. Russell Jacoby, Social Amnesia: A Critique o f Conformist Psychology from Adler to Laing, Hassocks: Harvester Press 1977, s. 31; Türkçesi: Belleğini Yitiren Toplum: Adler'den Laing'e Konformist Psikolojinin Eleştirisi, çev. Hakan Atalay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları 1996 [Bütün alıntılar bu çeviridendir. Sadece kendi çe­

virimdeki terim tercihleriyle uyum sağlamak için bazı terimleri değiştirdim, -ç.n.].

ve çözümsüz gerilimi -tam da Freud'un teorisine eleştirel potansiye­

lini kazandıran gerilim i- hafifletme jestine taban tabana karşıdır.

Yabancılaşmış bir toplumda, "kültür" alanı insanın libidinal çekirde­

ğinin şiddetle dışlanması ("bastırılması"), daha sonra da bu çekirde­

ğin bir sözde-"doğa" formunu alması üzerine kuruludur. Bu "ikinci doğa", "kültürel ilerleme" için ödenen bedelin, bizatihi "kültür"ün bünyesinde bulunan barbarlığın taşlaşmış kanıtıdır.

Freud'da dürtülerin dinamiğinin tarihsel olarak "dolayım"landı- ğına işaret eden bazı yerler bulunsa bile, benimsediği teorik konum yine de dürtüleri psişik hayatın nesnel belirlenimleri olarak gören bir anlayışı ima eder. Adomo'ya göre, bu "doğalcı" anlayış Freudcu ya­

pıya çözümsüz bir gerilim sokar: Bir yandan, uygarlığın bütün geli­

şimi, en azından üstü kapalı olarak, dürtü potansiyellerini toplumsal tahakküm ve sömürü ilişkilerine hizmet etmek amacıyla bastırmak­

la suçlanır; öte yandan, dürtülerin tatmininden feragat etme anla­

mında bastırma, "daha yüce" insan faaliyetlerinin, yani kültürün or­

taya çıkışının zorunlu ve aşılmaz koşulu olarak kavranır. Bu çelişki­

nin teori içinde yarattığı sonuçlardan biri, bir dürtünün bastırılması ile yüceltimi arasında teorik açıdan anlamlı bir ayrım yapmanın im­

kânsızlaşmasıdır: Bu iki kavram arasında açık seçik bir ayrım çizgi­

si çizmeye yönelik her girişim, uygunsuz, ikincil bir inşa işlevi gö­

rür. Bu teorik başarısızlık, her yüceltimin (bir dürtünün dolaysızca tatmin edilmesini amaçlamayan her psişik edimin), patolojik ya da en azından patojenik (hastalığa neden olan) bastırma lekesinden zo­

runlu olarak etkilendiği bir toplumsal gerçekliğin varlığına işaret eder. Nitekim psikanalkik teori ve pratiğin temel amacına değgin ra­

dikal ve kurucu niteliğinde bir kararsızlık söz konusudur: Psikana­

liz, bastırılmış libidinal potansiyeli serbest bırakmaya yönelik "öz­

gürleştirici" jest ile bastırmayı uygarlığın ilerlemesi için ödenmesi zorunlu bir bedel olarak kabul etme şeklindeki "teslimiyetçi muha­

fazakârlık" arasında bölünmüştür.

Aynı çıkmaz kendini, tedavi düzeyinde de tekrarlar: Radikal Ay- dmlanma’nın tutkularından ilham alan psikanaliz, başlangıçta, bi- linçdışı üzerindeki her türlü otoriter kontrol unsurunun ortadan kal­

dırılmasını talep etmiştir. Gelgelelim, id, ego ve süperego arasında­

ki mekânsal ayrımla birlikte, analitik tedavi giderek süperegoyu or­

tadan kaldırmayı değil, bu üç unsur arasında "uyum" kurmayı amaç­

lamıştır; analistler "nevrotik, zorlantılı" süperego ile "selim", olum­

lu süperego arasında yardımcı nitelikte, ikinci bir ayrımı devreye sokmuşlardır ki bu teorik açıdan tam bir saçmalıktır, çünkü süpere­

go "zorlantılı" doğası ile tanımlanır. Freud'un kendisinde, süperego zaten egonun çelişkili rollerini çözüme kavuşturma işlevini gören yardımcı bir kurgu olarak ortaya çıkar. Ego, psike içi güçler ile dış gerçeklik arasında aracılık yapan bilinç ve rasyonel kontrol unsuru­

na karşılık gelir: Gerçeklik adına dürtüleri kısıtlar. Gelgelelim, bu

"gerçeklik" -yabancılaşmış toplumsal durum - bireylere, rasyonel, bilinçli bir biçimde kabul edemeyecekleri feragatler dayatır. Nite­

kim, gerçekliğin temsilcisi olarak ego paradoksal biçimde bilinçdı­

şı, irrasyonel kısıtlamaların lehine işler. Kısacası, zorunlu olarak şu çelişkiye yakalanırız: "Ego -bilince karşılık geldiği sürece- bastır­

manın zıttı olmak zorundadır, ama aynı zamanda da -kendisi bilinç­

dışı olduğu sürece- bastırma unsuru olmak zorundadır."2 Bu neden­

le, "güçlü ego" hakkında revizyonistlerce benimsenen bütün postü- lalar fena halde muğlak kalır: Egonun iki işlemi (bilinç ve bastırma) ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir, öyle ki psikanalizin ilk dönemle­

rindeki, bütün bastırma engellerini yıkma talebinden beslenen "ka- tartik" yöntem, kaçınılmaz olarak egonun kendisini yıkmakla, yani

"gösterilen direnişlerde işbaşında olan savunma mekanizmalarını"

dağıtmakla sonuçlanır ki "egonun, dürtülerin birçok itkisine karşı çıkma kimliğini bu mekanizmalar olmaksızın sürdürmek imkânsız olacaktır"3; öte yandan, "egoyu güçlendirme"ye yönelik her türlü ta­

lep daha güçlü bir bastırma gerektirecektir. Psikanaliz bu çıkmaz­

dan, bir uzlaşım-oluşumuna, "savunma mekanizmalarının sırasıyla önce yıkılıp sonra da güçlendirilmesi gerektiğini söyleyen pratik-te- rapötik bir saçmalık"a4 başvurarak kaçar: Süperegonun çok güçlü olduğu, egonun ise dürtülerin asgari tatminini sağlayacak kadar güç­

lü olmadığı nevrozlarda, süperegonun direnişinin kırılması gerekir, oysa toplumsal normalliğin temsilcisi olan süperegonun fazla zayıf olduğu psikozlarda, bunun güçlendirilmesi gerekir. Psikanalizin he­

defi ve çelişkili karakteri böylece temel bir toplumsal

antagonizma-2. Theodor W. Adomo. "Zum Verhaltnis von Soziologie und Psychologie", Gesellschaftstheorie und Kulturkritik içinde, Frankfurt: Suhrkamp 1975, s. 122.

3. Adomo, a.g.y., s. 131. 4. Adomo, a.g.y., s. 132.

yı, bireyin itkileri ile toplumun talepleri arasındaki gerilimi yeniden üretir.

Bu noktada, Adomo'nun sözlerindeki epistemolojik ve pratik ba­

hisleri gözden kaçırmamaya dikkat etmeliyiz: Adomo hiçbir surette, bu çelişkiyi bir kavramsal "netleştirme" yoluyla "çözmeyi" ya da

"ortadan kaldırma"yı amaçlamaz, tam tersine, bu çelişkiyi toplumsal gerçekliğin kendisine değgin "çelişki"nin, yani antagonizmanm, do­

laysız göstergesi olarak kavramayı amaçlar; burada "üstün" ("mane­

vi") yeteneklerdeki her gelişmenin bedeli, dürtülerin toplumsal ta­

hakküme hizmet etmek amacıyla "bastınlması"yla ödenir, her "yü- celtim"in (libidinal enerjinin "daha yüce", cinsel olmayan hedeflere yönlendirilmesinin) altında bariz biçimde "barbarca", şiddetli bir baskı vardır. İlk bakışta Freud'un "teorik yetersizliği" ya da "kavram­

sal kusuru" zannedilen şeyin içsel bir bilişsel değeri vardır, çünkü tam da teorinin doğruya temas ettiği noktaya işaret eder. Psikanaliz­

deki çeşitli "revizyonizmler" işte tam da bu dayanılmaz "çelişki"den kaçmaya; bu çelişkinin keskinliğini, bedeli bilinçdışı oluşumlardaki dilsiz acılarla ödenmeyen, baskıcı olmayan bir "yüceltim"in, "insa­

nın yaratıcı potansiyellerini geliştirme"nin mümkün olduğunu savu­

nan bir "kültüralizm" adına yumuşatmaya çalışırlar. Böylece tutarlı ve homojen bir teorik yapı inşa edilir, ama kaybedilen şey Freud'un keşfinin hakikatidir. Oysa eleştirel teori,

Freud'a ideoloji-dışı bir düşünür ve çelişkilerin (izleyicilerinin kaçm aya ve m askelem eye çalıştıklan çelişkilerin) kuram cısı olarak değer verir. Freud bu açıdan "klasik" bir burjuva düşünürdü, oysa revizyonistler "klasik" ide­

ologlardı. A dom o, "Freud'un büyüklüğü," diye yazıyordu, "bütün büyük bur­

juva düşünürler gibi, bu tür çelişkileri çözümsüz kalm aya bırakm ış ve şeyle­

rin kendisinin çelişik olduklan yerde ahenk iddiasını küçümsemiş olm asından ibarettir. O, toplumsal gerçekliğin antagonistik karakterini açığa vurmuştur.5

Frankfurt Okulu'nu "Freudo-Marksizm"le aynı saflara yerleşti­

renler burada ilk sürprizle karşılaşırlar: Adomo, tarihsel materya­

lizm ile psikanaliz için ortak bir dil, yani nesnel toplumsal ilişkiler ile bireyin somut acısı arasında bir köprü oluşturmaya yönelik "Fre- udo-Marksist" girişimlerin başarısızlığını ve bünyevi teorik yanlış­

lıklarını daha en baştan beri vurgulamıştır. Bu başarısızlık, hem psi­

5. Jacoby, Social Amnesia, s. 27-8.

kanalizin hem de tarihsel materyalizmin "kısmi" karakterini, bir tür

"büyük sentez" yoluyla "aşma" şeklinde içkin bir teorik işlem yapa­

rak "savuşturulamaz", çünkü "Tikel ile Tümel arasındaki fiili çatış- ma"yı6, bireyin özdeneyimi ile nesnel toplumsal bütünlük arasında­

ki çatışmayı kaydeder.

Revizyonizmin teorik ”gerileme"si en açık olarak, teori ile terapi arasında olduğu varsayılan ilişkide ortaya çıkar. Revizyonizm, teori­

yi terapinin hizmetine vererek, aralarındaki diyalektik gerilimi orta­

dan kaldırır: Yabancılaşmış bir toplumda, terapi son kertede başarısız olmaya mahkûmdur ve bu başarısızlığın nedenlerini de bize bizzat teori sunar. Terapötik "başarı" hastanın "normalleştirilmesi", mevcut toplumun "normal" işleyişine uydurulması demektir, oysa psikanali- tik teorinin canalıcı başarısı tam da "akıl hastalığı"nın bizzat mevcut toplumsal düzenin yapısından kaynaklandığını; yani bireyin "delili- ği"nin uygarlığın kendisine özgü belli bir "rahatsızlığa" dayalı oldu­

ğunu açıklamasında yatar. Nitekim, teorinin terapiye tabi kılınması, psikanalizin eleştirel boyutunun kaybedilmesini gerektirir:

Bireysel terapi olarak psikanaliz zorunlu olarak toplumsal özgürlük yok­

luğu dünyası içinde kalır, oysa teori olarak psikanaliz bu dünyayı aşm akta ve eleştirm ekte özgürdür. Sadece birinci m om enti, terapi olarak psikanalizi ka­

bul etm ek, bir uygarlık eleştirisi olarak psikanalizi köreltm ek ve bir bireysel uyum ve teslim iyet aracına dönüştürmektir... Psikanaliz, kendisini bir terapi olarak zorunlu kılan özgürlüksüz bir toplumun teorisidir,7

Böylece Freud'un psikanalizin "imkânsız bir meslek" olduğu şeklindeki tezinin toplumsal-eleştirel bir versiyonunu elde ederiz:

Terapi ancak ona ihtiyacı olmayan, yani "zihinsel yabancılaşma"

üretmeyen bir toplumda başarılı olabilir - Freud'dan bir alıntı yapa­

cak olursak: "Psikanaliz, en uygun koşullarını uygulanmasının ge­

rekmediği yerde, yani sağlıklılar arasında bulur."8 Burada "başarısız karşılaşma"nın özel bir tipini görüyoruz: Psikanalitik terapi müm­

kün olmadığı yerde zorunlu ve ancak artık zorunlu olmadığı yerde mümkündür.

6. Adomo, "Zum Verhaltnis von Soziologie und Psychologie", s. 97.

7. Jacoby, Social Amnesia, s. 120, 122.

8. Jacoby, Social Amnesia, s. 125.

"Baskıcı Desüblimasyon"

Bu "başarısız karşılaşma"nın mantığı, Frankfurt Okulu'nun psikana­

lizi "negatif' bir teori olarak kavrayışına tanıklık eder: Kendi kendi­

lerine yabancılaşmış, bölünmüş bireylere ilişkin bir teori; bünyevi, pratik amacı, bireylerin bölünmemiş oldukları, artık yabancılaşmış psişik tözün ("bilinçdışı"nın) tahakkümü altında olmadıkları bir "ya- bancılaşmamışlık” durumuna, yani psikanalizin kendisini lüzumsuz- laştıracak bir duruma ulaşmak olan bir teori. Gelgelelim Freud'un kendisi kendi teorisini "pozitif1, uygarlığın değiştirilmez durumları­

nı betimleyen bir teori olarak görmeyi sürdürmüştü. Bu sınırlama yüzünden, yani "baskıcı desüblimasyonu" (yüceltimin alt yüzü ola­

rak travmatik bastırmayı) antropolojik bir sabit olarak kavramış ol­

duğu için, Freud yüzyılımız içinde gerçekleşen beklenmedik, para­

doksal durumu öngöremezdi: Yani "zafer kazanmış arkaik itkilerin, İd'in Ego üzerindeki zaferinin, toplumun birey üzerinde kazandığı zaferle uyum içinde yaşadığı"9 "post-liberal" toplumlara özgü "bas­

kıcı desüblimasyonu" öngöremezdi.

Egonun göreli özerkliği, id (dürtülerin yüceltilmemiş hayatı-tö- zü) ile süperego (toplumsal "bastırma” unsuru, toplumun talepleri­

nin temsilcisi) arasında oynadığı aracı rolüne dayalıydı. "Baskıcı de­

süblimasyon", ego denen bu özerk, aracı "sentez" unsurunu devre­

den çıkarmayı başarır: Böyle bir "desüblimasyon" yüzünden ego gö­

reli özerkliğini kaybeder ve bilinçdışına doğru geriler. Gelgelelim, idin bütün işaretlerini taşıyan bu "geriye yönelik", zorlantılı, kör,

"otomatik" davranış, bizi mevcut toplumsal düzenin baskılarından kurtarmak şöyle dursun, süperegonun taleplerini kusursuz bir biçim­

de karşılar ve dolayısıyla çoktan toplumsal düzenin hizmetine gir­

miş durumdadır. Sonuç olarak, toplumsal "bastırma" güçleri dürtü­

ler üzerinde dolaysız bir denetim uygularlar. Burjuva liberal özne, bilinçdışı itkilerini içselleştirilmiş yasaklar yoluyla bastınr ve sonuç olarak, özdenetimi sayesinde kendi libidinal "kendiliğindenliği"nin dizginlerini eline geçirir. Oysa post-liberal toplumlarda, toplumsal bastırma unsuru artık feragati ve özdenetimi gerektiren içselleştiril­

miş bir yasa ya da yasak kılığına girerek harekete geçmez; bunun 9. Adomo, "Zum Verhaltnis von Soziologie und Psychologie", s. 133.

yerine, "ayartıya kapılma" tavrını dayatan hipnotik bir unsur biçimi­

ne bürünür, yani buyruğu şudur: "Keyfine bak!" Temel amacı hasta­

yı "normal", "sağlıklı" hazlar yaşayabilecek hale getirmek olan Ang- lo-Amerikan psikanalistin de dahil olduğu toplumsal ortam tarafın­

dan budalaca bir keyif dayatılır. Toplum çoğunlukla tam tersi buyru­

ğun kılığına girerek hipnotik bir trans hali içinde uykuya dalmamızı talep eder: "Nazilerin 'Almanya uyan' diyen savaş çığlığı tam da zıt- tını gizler."10 Adomo, "kitleler"in oluşumunu, egonun otomatik ve zorlantıh davranış yönünde bu şekilde "gerileme”si açısından yo­

rumlar:

Bu sürecin elbette psikolojik bir boyutu vardır, am a aynı zamanda eski, li­

beral anlam ında psikolojik motivasyonun ortadan kaldırılm ası yönünde büyü­

yen bir eğilim e de işaret eder. Bu motivasyon sistem atik olarak, yukarıdan yö­

netilen toplum sal mekanizm alar tarafından denetlenir ve massedilir. Liderler kitle psikolojisinin bilincine varıp onu kendi ellerine aldıklarında, bu psikolo­

ji bir anlam da ortadan kalkar. Bu olasılık psikanalizin tem el yapısında içeri­

lir, çünkü Freud'a göre psikoloji kavram ı esas itibarıyla negatif bir kavramdır.

Freud psikoloji alanını, bilinçdışının üstünlüğü yoluyla tanım lar ve id olanın ego haline gelm esi gerektiğini koyutlar.11 İnsanın kendi bilinçdışının hetero- nom yönetim inden özgürleşmesi, onun "psikoloji"sinin yok edilmesine eşde­

ğer olacaktır. Faşizm bu yok etmeye, tersten, potansiyel özgürlüğü gerçekleş­

tirerek değil, bağım lılığı sürdürerek, özneleri kendi bilinçdışlannm bilincine vardırmak yerine bilinçdışını toplumsal denetim le gaspederek katkıda bulu­

nur. Çünkü psikoloji her zaman bireyin bir şekilde köleleştirilişine işaret etti­

ği gibi, aynı zam anda bireyin belli bir özyeterliğe ve özerkliğe sahip olması anlamında özgürlüğü de öngerektirir. On dokuzuncu yüzyılın psikoloji düşün­

cesinin altın çağı olması rastlantı değildir. İnsanlar arasında neredeyse hiç do­

laysız ilişkinin olm adığı, herkesin bir toplum sal atom a, salt bir kolektivite iş­

levine indirgendiği tamamen şeyleşmiş bir toplumda, psikolojik süreçler, her bireyde varlıklarını hâlâ sürdürmelerine rağm en, toplum sal sürecin belirleyi­

ci güçleri gibi görünm ekten çıkmışlardır. N itekim, bireyin psikolojisi, He- gel'in töz diyeceği şeyi kaybetmiştir. Freud'un kitabının (Grup Psikolojisi ve Egonun Analizi) belki de en büyük erdemi, kendisini bireysel psikoloji alanı

10. Theodor W. Adomo, "Freudian Theory and the Pattem of Fascist Propa­

ganda", The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture içinde, Londra:

Routledge 1991, s. 132.

11. "...dass, was Es war, leh vverden soll" [...ki, td (o) neyse, ego (ben) o ol­

malı]: Adomo, quidditas'tan, "id'in ne olduğu"ndan değil, sadece bir yer'den, "ne­

rede olduğu"ndan bahseden Freud'un wo es war, soll ich werden'inde [o (İd) nere­

deyse, orada olmalıyım] çok önemli bir değişiklik yapar - id'in olduğu yere var- malıyımdır.

ile sınırlam asına ve dışarıdan sosyolojik etkenleri devreye sokm aktan akıllıca bir tutum la kaçınm asına rağm en, yine de psikolojinin devreden çıktığı dönüm noktasına ulaşmış olmasıdır. "En önemli bileşeni”, yani süperego "yerine koy­

duğu nesneye teslim olm uş" olan öznenin psikolojik "yoksullaşması", faşist kolektiviteleri oluşturan psikoloji-sonrası, bireysellikleri kaybolmuş toplum ­ sal atom ları neredeyse gaipten haber verir gibi haber verir. G rup oluşumunun psikolojik dinam ikleri, bu toplumsal atom lar içinde, kendi kendilerini geride bırakm ışlardır ve artık bir gerçeklik değildirler. "Düzmece" kategorisi liderler için olduğu kadar kitlelerin özdeşleşme edim i ve onların sözde taşkınlık ve histerileri için de geçerlidir. İnsanlar yüreklerinin derinliklerinde Yahudilerin şeytan olduğuna ne kadar inanıyorlarsa, liderlerine de ancak o kadar bütünüy­

le inanıyorlardır. Aslında kendilerini onunla özdeşleştirm ezler am a özdeşleş­

miş rolü yaparlar, kendi şevklerini sahneler ve böylece liderlerinin sahneledi­

ği gösteriye katılırlar. Sürekli seferber edilen içgüdüsel itkileri ile ulaştıkları ve keyfî biçim de feshedilem eyecek olan tarihsel aydınlanm a safhası arasında, bu gösteri sayesinde bir denge kurarlar. Faşist kalabalıkları bu kadar acımasız ve yanm a yaklaşılm az kılan şey de muhtem elen bu kurm aca oluş şüphesi ve kendi "grup p sik o lo jilerid ir. Bir saniye durup düşünecek olsalar, bütün gös­

teri param parça olur, onlar da paniğe kapılırlardı.12

Bu uzun pasaj, psikanalizin Frankfurt Okulu tarafından eleştirel bir biçimde temellük edilişinin yoğunlaştırılmış bir versiyonudur.

Psikanalizde devrede olan psikoloji kavramı son kertede negatif bir kavramdır: "Psikolojik olan"ın alanı, bireyin "iç hayat"mı, onun bi­

Psikanalizde devrede olan psikoloji kavramı son kertede negatif bir kavramdır: "Psikolojik olan"ın alanı, bireyin "iç hayat"mı, onun bi­

Belgede Metis Seçkileri karinalını (sayfa 22-48)