• Sonuç bulunamadı

Antagonizma Hayaleti ve Gerçeği

Belgede Metis Seçkileri karinalını (sayfa 67-119)

İdeoloji Hayaleti

III. Antagonizma Hayaleti ve Gerçeği

O halde son vardığımız sonuç, ideolojik mekanizmalar tarafından tutarlı kılınmayan bir gerçeklik, içinden ideolojik bileşenini çıkardı­

ğımız anda dağılmayan bir gerçeklik tecrit etmenin imkânsız oldu­

ğu mudur? İdeoloji kavramının tedricen terk edilmesinin ana neden­

lerinden biri burada yatar: Bu kavram bir şekilde "fazla güçlen- miş"tir, her şeyi, hatta ideolojik çarpıtmanın ölçülebileceği standar­

dı sunduğu varsayılan nötr, ideoloji-dışı zemini bile kapsamaya baş­

lamıştır. Yani söylem analizinin nihai sonucu, söylem düzeninin kendisinin bünyesi gereği "ideolojik" olduğu değil midir?

Diyelim ki siyasi bir toplantıda ya da akademik konferansta, bü­

yük kentlerimizdeki evsizlerin üzücü durumları hakkında bazı derin düşünceler beyan etmemiz bekleniyor, ama evsizlerin gerçek sorun­

ları hakkında en ufak bir fikrimiz bile yok - zevahiri kurtarmanın yo­

lu, salt biçimsel bir tersine çevirme yoluyla "derinlik" etkisi yarat­

maktır: "Günümüzde, kentlerimizdeki evsizlerin içinde bulundukları

20. Bu "örtük" ideolojiye yönelik bir yaklaşım için bkz. Pierre Bourdieu ve Terry Eagleton, "Doxa and Common Life", Mapping Ideology içinde.

21. Toplumsal gerçekliği yapılandıran ideoloji anlayışı konusunda bkz. Slavoj Z ilek, "Marx Semptomu Nasıl İcat Etti?", İdeolojinin Yüce Nesnesi içinde, çev.

Tuncay Birkan, İstanbul: Metis 2001.

22. Bkz. Fredric Jameson, "Postmodemism and the Market", Mapping Ide- ology içinde.

zor durum hakkında, çektikleri müşkülat ve sıkıntı hakkında bir sürü şey yazılıp çiziliyor. Gelgelelim bu sıkıntı, üzücü olmakla birlikte, son kertede sadece çok daha derin bir sıkıntının ürünüdür belki de - modem insanın artık gerçek manada bir ikametgâhı olmayışının, bu dünyaya gittikçe daha fazla yabancı haline gelişinin ürünüdür. Bütün evsizleri barındıracak kadar yeni bina inşa etmiş olsaydık bile, ger­

çek sıkıntı daha da büyük olacaktı belki. Evsizliğin özü, özün kendi­

sinin evsizliğidir; çılgınca boş hazlar peşinde koşulması yüzünden çığrından çıkmış dünyamızda, insanın gerçekten özsel önemi olan boyutunun bir evi yoktur, doğru dürüst bir ikametgâhı yoktur."

Bu biçimsel matris sonsuz sayıda temaya -m esela uzaklık ve ya- km lığa- uygulanabilir: "Günümüzde, modem medya dünyamızın en uzak köşelerinde, hatta yakındaki gezegenlerde olan olayları bize bir salisede yakmlaştırabiliyor. Gelgelelim, tam da bu her yere yayılan yakınlığın kendisi, bizi insan varoluşunun sahici boyutundan uzak­

laştırmıyor mu? İnsanın özü bugün bize her zaman olduğundan daha uzak değil mi?" Ya da ikide bir karşımıza çıkan tehlike motifi: "Gü­

nümüzde, insan ırkının hayatta kalmasının ekolojik felaket (ozon ta­

bakasının ortadan kalkması, sera etkisi, vs.) ihtimalinin tehdidi altın­

da olduğuna dair bir sürü şey yazılıp çiziliyor. Gelgelelim, asıl tehli­

ke başka yerde: Son kertede insanın özü tehlikede. Yaklaşan ekolojik felaketi hep daha yeni teknolojik çözümlerle ("çevre dostu" aerosol- ler, kurşunsuz benzin, vs.) önlemeye çalışırken, aslmda sadece yan­

gına körükle gidiyor ve böylece teknolojik bir hayvana indirgeneme- yecek olan insanın manevi özüne yönelik tehdidi artırıyoruz.”

Bütün bu örneklerde, derinlik etkisini yaratan salt biçimsel işlem ideolojinin en saf hali, "temel hücresi"dir belki de; bununla Lacan'ın Ana-Gösteren kavramı arasındaki bağı görmek güç değildir: "Sıra­

dan" gösterenler zinciri evsizlik hakkında pozitif bir bilgiyi kayde­

der, oysa Ana-Gösteren, hakkında herhangi bir pozitif iddiada bu­

lunmamız gerekmeyen "gerçekten özsel boyuta" karşılık gelir (bu nedenle, Lacan Ana-Gösteren'i "gösterilensiz gösteren" olarak ad­

landırır). Bu biçimsel matris, ideolojiye ilişkin biçimsel bir söylem analizinin kendi kendini felç eden gücünü emsalsiz bir biçimde gös­

terir: Zayıflığı tam da gücünden gelir, çünkü son kertede ideolojiyi, sıradan" anlamlandırma zinciri ile, simgesel düzenin kendisinin bir Parçası olan Ana-Gösteren fazlası arasındaki boşluğa yerleştirir.

Gelgelelim, burada, dışına çıkalım derken ideolojiye kaymamıza neden olan son tuzak karşısında da dikkatli olmak gerekir. Yani ide­

oloji ile fiili gerçeklik arasında net bir ayrım çizgisi çekme çabası­

nın kendisini ideolojik olarak görüp reddetmek, bize kaçınılmaz ola­

rak şu sonucu dayatırmış gibi görünür: ideolojik-olmayan tek ko­

num, ideoloji-dışı gerçeklik kavramının kendisini reddetmek ve hiç­

bir zaman "gerçeklik"le değil, sadece simgesel kurgularla, söylem- se f evrenler çoğulluğuyla karşı karşıya olduğumuzu kabul etmektir - gelgelelim, bu tür bir aceleci, parlak "postmodem" çözüm, ideolo­

jinin dik âlâsıdır. Her şey şu imkânsız konumda ısrar etmemize bağ­

lıdır: İdeolojiyi gerçeklikten ayıran net bir ayrım çizgisi olmaması­

na rağmen, ideoloji, "gerçeklik" olarak yaşadığımız her şeyde çok­

tan iş başında olmasına rağmen, yine de ideoloji eleştirisini canlı tu­

tan gerilimi muhafaza etmemiz gerekir. Belki Kant'ı izleyerek bu çıkmaza, "ideoloji eleştirisi yapan akim çatışkısı (antinomy)" adım verebiliriz: İdeoloji her şey değildir; onunla aramıza bir mesafe koy­

mamızı sağlayan bir yer varsaymak mümkündür, ama ideolojinin if­

şa edilebileceği bu yer boş kalmalıdır, pozitif olarak belirlenmiş bir gerçeklik tarafından işgal edilmemelidir - bu ayartıya kapıldığımız anda, ideolojiye geri döneriz.

Bu boş yeri nasıl özgülleştirmek gerekir? İdeoloji kavramına iliş­

kin bütün mantıksal-anlatısal yeniden inşamızda karşımıza çıkan bir özelliği başlangıç noktası olarak alabiliriz belki: Sanki her aşamada, aynı İç/D ış karşıtlığı, aynı karar-verilemez alternatif farklı bir ad al­

tında kendini tekrarlamaktadır. İlk olarak, "kendinde" ideoloji için­

deki yarılmayı ele alalım: İdeoloji bir yandan güç/iktidar-sömürü, vs. gibi "patolojik" dışsal çıkarların ağırlığı yüzünden rasyonel akıl yürütmenin ve içgörülerin çarpıtılmasına karşılık gelir; öte yandan, saydam-olmayan bir iktidar stratejisinin nüfuz etmediği bir düşünce­

nin, saydam-olmayan retorik aygıtlarına dayalı olmayan bir savın mümkün olduğu düşüncesinin kendisi de ideolojiktir... Sonra, bu dış- sallığm kendisi, bir "iç dışsallık" (simgesel düzen, yani Anlam yara­

tan merkezsiz söylem mekanizmaları) ve bir "dış dışsallık" (DİA ve ideolojiyi maddileştiren toplumsal ayin ve pratikler) arasındaki kar­

şıtlık halinde ikiye bölünür - ideolojinin yanlış-tanıdığı dışsallık, hem "metnin" kendisinin dışsallığı hem de "metindışı" toplumsal ger­

çekliğin dışsallığıdır. Son olarak, bu "metindışı" toplumsal gerçekli­

ğin kendisi de, bireylerin hayatına "yukarıdan" hükmeden ve bu ha­

yatı düzenleyen kurumsal Dış (DİA) ile DİA tarafından dayatılmayan, ama "kendiliğinden", "aşağıdan", bireylerin kurumdışı faaliyetlerin­

den kaynaklanan ideoloji (meta fetişizmi) şeklinde -isim verecek olursak, Althusser'e karşı Lukâcs şeklinde- ikiye bölünür. DİA ile meta fetişizmi arasındaki -ideolojinin kendisine her zaman zaten ait olan maddilik (ideolojiyi cisimleştiren maddi, fiili aygıtlar) ile mad­

diliğin kendisine (üretimin toplumsal gerçekliğine) her zaman zaten ait olan ideoloji arasındaki- bu karşıtlık son kertede, Devlet ile Piya­

sa arasındaki, toplumu "yukarıdan" düzenleyen dışsal üst fail ile top­

lumun "kendiliğinden" özörgütlenmesi arasındaki karşıtlıktır.

İlk felsefi tezahürünü Platon-Aristoteles çiftinde gördüğümüz bu karşıtlık, son ifadesini sinik ideolojinin iki tarzında bulur: "Tüketim- ci", post-Protestan, geç kapitalist sinizm ve sabık "reel Sosyalizme"

özgü sinizm. Sistem, her ikisinde de, ancak öznenin sinik bir mesa­

feyi koruması ve "resmi” değerleri "ciddiye almaması" koşuluyla iş­

lemesine rağmen, aralarında kayda değer bir fark vardır; (biçimsel açıdan) "özgür" bir toplum olarak geç kapitalizm, her ne kadar "ma- nipüle edilmiş" ve imal edilmiş olsa da, akıl yürütmeye dayalı ikna- ya ve özgür rızaya dayandığını söyleyen doktrini tepetaklak eder;

oysa Sosyalizm "totaliter" zorlamanın kabagücünden medet um­

muştur. Sanki geç kapitalizmde "sözler önemli değilmiş", artık bağ­

layıcı değilmiş gibidir: Edimsel güçlerini gittikçe yitiriyormuş gibi görünürler; söylenen her şey genel kayıtsızlık içinde boğulur gider;

kral çıplaktır, medya da bunu davul zurnayla ilan eder, ama kimse bunu pek umursamaz - yani insanlar sanki kral çıplak değilmiş gibi davranmayı sürdürürler.

Sabık "reel Sosyalizm"in simgesel ekonomisinin belki de anah­

tar özelliği, tam tersine, Söz'ün gücüne duyulan neredeyse parano­

yakça inançtı - devlet ve yönetici parti en ufak bir açık eleştiriye müthiş bir hışım ve panikle tepki veriyordu, sanki çok sınırlı bir çev­

rede okunan bir edebiyat dergisinde yayınlanan karanlık bir şiirdeki muğlak eleştirel imalar veya akademik bir felsefe dergisindeki bir deneme, bütün sosyalist sistemi havaya uçuracak mekanizmayı te- tikleme yeteneğine sahipmiş gibi. Bu arada, bu özellik "reel Sosya­

lizm"!, bizim geriye yönelik nostaljik bakışımız açısından neredey­

se sempatik bile gösteriyor, çünkü Aydınlanma'nın (rasyonel akıl yü­

rütmenin toplumsal etkisine duyulan inancın) mirasının onda yaşa­

maya devam ettiğine tanıklık ediyor. "Reel Sosyalizm"i, Söz düze­

yinde işleyen barışçıl sivil toplum hareketleriyle yıkmanın mümkün olmasının nedeni de buydu belki: Söz'ün gücüne duyulan inanç, sis­

temin Aşil topuğuydu.23

Bütün bu tekrarların matrisi, üzerimizdeki etkisini ancak bilim­

sel bir tefekkür çabası yoluyla kırabileceğimiz, "kendiliğinden" de­

neyim (vecu) evreni olarak ideoloji ile yaşam-deneyimimizin sahici­

liğini çarpıtan, radikal biçimde kendiliğinden-olmayan makine ola­

rak ideoloji arasındaki karşıtlıktır belki de. Yani şunu hep aklımızda tutmamız gerekir ki Marx'a göre, sonraki ideolojilerin içinden çık­

tıkları sınıf-öncesi toplumun asli mitoloji bilinci (Marx, Alman kla- sizminin mirasına sadık kalarak, bu asli toplumsal bilincin paradig­

masını Yunan mitolojisinde görüyordu), dolaysız biçimde vecu ol­

masına rağmen (daha doğrusu tam da bu yüzden), bariz biçimde

"yanlış", "yanılsamaya dayalı" (doğa güçlerinin kutsallaştırılmasını, vs. içerir) olmasına rağmen henüz tam anlamıyla ideoloji değildir, tam anlamıyla ideoloji ancak işbölümü ve smıfsal bölünmeyle bir­

likte, ancak "yanlış" düşünceler "dolayımsız" karakterlerini yitirip mevcut tahakküm ilişkilerine hizmet etmek (bu ilişkileri meşrulaş­

tırmak) amacıyla entelektüeller tarafından "geliştirildikleri" zaman -kısacası, Efendi-Köle şeklindeki bölünme, emeğin entelektüel ve fiziksel emek şeklinde bölünmesiyle birleştiği zam an- ortaya çıkar.

Marx, tam da bu nedenle, meta fetişizmini ideoloji olarak kategori- ze etmeyi reddetmiştir: Ona göre, ideoloji her zaman devlete aittir ve Engels'in belirttiği gibi, devletin kendisi birinci ideolojik güçtür.

Althusser, bunun tersine, ideolojiyi evrenle kurulan ve dolaysızca

23. Robert Altman'm Nashville filminin kilit özelliklerden biri, yani filmin şarkılarının gizemli yapısı, postmodem bir tavır olarak sinizmi harika bir biçimde örnekler. Altman, gündelik Amerikan ideolojisinin budalalığının özlü ifadesi olan country müziği evreniyle kendi arasına eleştirel bir mesafe koyar elbette; gelgele- lim, filmde çalınan şarkıları, "gerçek" country müziğinin alaycı bir taklidi olarak görürsek meseleyi bütünüyle ıskalamış oluruz. Bu şarkıların gayet ciddiye alınma­

ları gerekir; onlardan hoşlanılması beklenmektedir. Belki de postmodemizmin ni­

hai muamması, iki tutarsız tavrın böyle yanyana varolmalarıdır; Kültür Sanayiinin kapitalist mekanizmasının teorik olarak farkında olmalarına rağmen, rock sanayi­

nin ürünlerini kuzu kuzu, keyifle dinleyen genç entelektüellerin bildik solcu eleş­

tirilerinde bu tamamen yanlış anlaşılmıştır.

yaşanan bir ilişki olarak kavrar - bu haliyle, sonsuzdur. Althusser, özeleştirisini yaptıktan sonra, DİA kavramını gündeme getirdiğinde bir bakıma Marx'a dönmüş olur: İdeoloji "hayatın kendisi"nden çık­

maz, ancak toplum devlet tarafından düzenlendiği sürece ortaya çı­

kar. (Daha doğrusu, Althusser'in paradoksu ve teorik önemi, iki hat­

tı birleştirmiş olmasından gelir: İdeoloji, tam da evrenle kurulan ve dolaysızca yaşanan bir ilişki olma sıfatıyla, her zaman zaten Dev- let'in ve onun İdeolojik Aygıtlarının dışsallığı tarafından düzenlenir.)

"Kendiliğindenlik" ile örgütlü dayatma arasındaki bu gerilim, ideoloji kavramının tam bağrına bir tür düşünümsel mesafe sokar:

İdeoloji her zaman, tanım gereği, "ideolojinin ideolojisi"dir. Reel Sosyalizmin dağılmasını hatırlayalım: Sosyalizm "ideolojik" baskı ve endoktrinasyonun hâkimiyeti olarak algılanıyordu, demokrasiye- kapitalizme geçiş ise ideolojinin kısıtlamalarından kurtulma olarak yaşanıyordu - gelgelelim, siyasi partilerin ve piyasa ekonomisinin

"ideolojik-olmayan", "doğal duruma" ait şeyler olarak görüldükleri bu "kurtuluş" deneyiminin ta kendisi mükemmelen ideolojik değil midir?24 Bu özelliğin evrensel olduğunu söylemek istiyoruz: Kendi­

ni bir başka "salt ideoloji"den ayırarak ortaya koymayan hiçbir ide­

oloji yoktur. İdeolojiye tabi bir birey hiçbir zaman kendisi için "ide­

oloji içindeyim" diyemez, kendi "gerçek" konumunu ondan ayırabil­

mek için her zaman bir başka doktrine ihtiyaç duyar.

Bunun ilk örneğini veren kişi Platon'dan başkası değildir: Felse­

fi episteme'ye karşı kalabalıkların kafası karışık doktrini. Peki ya Marx? Bu tuzağa düşmüş gibi görünse de (Alman İdeolojisinin tü­

mü, ideolojik kuruntu ile "gerçek hayat"ın incelenmesi karşıtlığına dayalı değil midir?), olgunluk dönemindeki politik iktisat eleştirisin­

de işler karmaşıklaşır. Yani Marx, metalar evreninin "teolojik kap­

ris in i adlandırmak için neden fetişizm terimini seçmiştir sahiden?

Burada "fetişizm"in, (halihazırdaki) gerçek inanca karşı (eski) "yan­

lış" putatapıcılığı adlandıran dini bir terim olduğu akılda tutulmalı­

24. Kieslovvski örneğini ele alalım: Kieslovvski’nin geç Sosyalizmin rutubetli, baskıcı atmosferinde çektiği filmler (Decalogue), hem "resmi" hem de "muhalif' ideolojinin neredeyse eşsiz bir eleştirisini yapar; oysa Fransa'nın "özgürlüğü" uğ- nına Polonya'yı terk ettiği anda, filmlerinin ideolojinin müthiş bir istilasına maruz kaldıklarını görürüz (mesela La double vie de Veronique filminin New Age karan- lıkçılığı).

dır: Yahudilere göre, fetiş Altın Buzağı'dır; bir saf maneviyat taraf­

tan için, fetişizm "ilkel" hurafeye, hortlaklardan ve benzeri hayale- timsi yaratıklardan duyulan korkuya verilen addır. Marx'm demek istediği de, meta evreninin "resmi" maneviyata zorunlu fetişist ila­

veyi sunduğudur: Toplumumuzun "resmi" ideolojisi Hıristiyan ma­

neviyatı olabilir, ama gerçek temeli Altın Buzağı'ya, yani paraya ta­

pınmaktan başka bir şey değildir.

Kısacası Marx der ki, hayaleti olmayan hiçbir ruh, "ruhanileşti­

rilmiş madde"nin müstehcen hayaletinin eşlik etmediği hiçbir " s a f maneviyat yoktur.25 Saf ruhani idealizmin, onun cansız "negatif ni­

hilizminin eleştirisini yaparak "ruhtan hayaletlere" geçmek için ge­

reken adımı ilk atan kişi, Alman İdealizminin çok önemli olduğu halde haksız yere ihmal edilmiş filozofu F. W. J. Schelling'dir. Cla- ra (1810) adlı diyalogunda, İçerisi ile Dışansı arasındaki, Ruh ile Beden arasındaki, ikisi birlikte Organizma'nın yaşayan bütünlüğünü oluşturan ideal ve gerçek unsurlar arasındaki basit, tamamlayıcı ay­

na ilişkisine, "çıkıntılık yapan" çifte fazlaya dikkat çekerek çomak sokmuştur. Bir yanda, bedenselliğin ruhsal unsuru söz konusudur:

Maddenin kendisinde maddi-olmayan ama fiziksel bir unsurun, za­

man ve mekândan görece bağımsız, özgür irademizin temelini oluş­

turan kurnaz bir bedenin mevcudiyeti (hayvani cazibe, vs.); öte yan­

da, ruhsallığın bedensel unsuru vardır: Ruhun sözümona yaratıklar­

25. Hukuk alanında, Geist ile müstehcen Geistenvelt arasındaki bu karşıtlık, açık, aleni yazılı Yasa ile onun süperegoya ait öbür yüzü -yani, topluluğun bağda­

şıklığını garanti altına alan, yazılı olmayan-açıkça zikredilmemiş kurallar küm esi- arasmdaki karşıtlık biçimine bürünür. (Bu karşıtlık hakkında bkz. Slavoj İ i ie k , The Metastases o f Enjoyment, Londra: Verso 1994, 3. Bölüm.) Amerikan kampüs- Ierindeki esrarlı denecek ölçüde müstehcen erkek ya da kız birliklerini hatırlaya­

lım; bu yan-gizli toplulukların, seks, içki vs. gibi hazlarla otorite ruhunun el ele gittiği gizli üyeliğe kabul kuralları vardır; ya da Lindsay Anderson'm //film inde­

ki İngiliz devlet okulu imgesini hatırlayalım: ...Kıdemli öğrencilerin, aşağılayıcı güç ve cinsel taciz törenlerine maruz bırakılan çaylak öğrenciler üzerinde estirdi­

ği terör. Nitekim öğretim üyeleri esprili liberal rolünü oynayıp öğrencileri esprile­

riyle güldürebilirler, sınıfa bisikletle girebilirler vs. - iktidarın gerçek dayanağı başka yerde, eylemleriyle, Düzen ile düzenin İhlali, cinsel keyif ile "baskıcı" güç uygulaması arasındaki, bileşenlerin birbirinden zar zor aynlabildiği karışımı tem­

sil eden kıdemli öğrencilerdedir. Başka bir deyişle, burada Düzen'in nihai dayana­

ğı işlevini gören bir ihlalle, doğrudan doğruya "baskı"yı temellendiren bir serbest cinsellik uygulamasıyla karşı karşıy ay izdir.

da, tözsüz hayaletlerde (hortlaklarda, yaşayan ölülerde) maddileş­

mesi. Bu iki fazlanın meta fetişizminin ve DİA'nın mantığında da görüldüğü açıktır: Meta fetişizmi meta-bedenin tekinsiz biçimde

"ruhsallaştınlması"nı getirirken, DİA da ideolojinin ruhsal, tözsüz büyük Öteki'sini maddileştirir.

Jacques Derrida, Marx hakkındaki yeni kitabında, klasik ontolo- jik gerçeklik-yanılsama, vs. karşıtlıklarını yıkan bu ele avuca sığ­

maz sözde-maddiliğe dikat çekmek için "hayalet" terimini devreye soktu.26 İdeolojinin son sığınağım, üzerine çeşitli ideolojik oluşum­

ların aşılandığı ideoloji-öncesi çekirdeği, biçimsel matrisi belki de burada aramamız gerekir: Hayaleti olmayan gerçeklik olmamasında, gerçeklik halkasının ancak tekinsiz, hayaletimsi bir ilave yoluyla ka­

panabilmesinde. Peki, niye hayaleti olmayan gerçeklik yoktur? La­

can bu soruya kesin bir cevap verir: Gerçeklik (olarak yaşadığımız şey), "şeyin kendisi" değildir, simgesel mekanizmalar tarafından her zaman zaten simgeselleştirilmiş, kurulmuş, yapılandırılmıştır - so­

run da, simgeselleştirmenin son kertede başarısız olmasından, ger­

çeği tamamen "kapama"yı hiçbir zaman başaramamasından, her za­

man hesabı kapatılmamış simgesel bir borç içermesinden gelir. Bu gerçek (gerçekliğin simgeselleştirilmeden kalan parçası) hayalet kı­

lığına bürünerek geri döner. Sonuçta, "hayalet", "simgesel kurgu"

ile, gerçekliğin kendisinin, simgesel olarak (ya da bazı sosyologla­

rın deyimiyle, "toplumsal olarak") inşa edilmiş olduğu için bir kur­

gu yapısında olması ile karıştırılmamalıdır; hayalet ve (simgesel) kurgu tam da bağdaşmazlıkları içinde birbirlerine bağımlıdırlar (ku- antum mekaniğindeki anlamda, "birbirlerini tamamlar"lar). Basit bir biçimde ifade edecek olursak, gerçeklik hiçbir zaman doğrudan doğ­

ruya "kendisi" değildir, kendini ancak yarim-başansız simgeselleş­

tirme aracılığıyla sunar ve gerçeklik (simgesel) bir kurgu karakteri­

ne, tam da gerçekliği gerçekten sonsuza kadar ayıran bu boşlukta or­

taya çıkan hayaletler sayesinde sahip olur: Hayalet (simgesel olarak yapılanmış) gerçeklikten kaçan şeye cisim verir.27

26. Bkz. Jacques Derrida, Spectres de Marx, Paris: Galilee 1993; Türkçesi:

Marx’ın Hayaletleri, çev. Alp Tümertekin, İstanbul: Ayrıntı 2001.

27. Gerçeği gerçeklikten ayıran bu mesafe, saptayıcı sözce karşısında edimsel sözceye yer açan şeydir. Yani Gerçeğin, hayalet kılığına bürünerek ortaya çıkan,

Nitekim, ideolojinin ideoloji-öncesi çekirdeği, gerçeğin boşluğu­

nu dolduran hayalet'ten ibarettir. "Asıl" gerçeklik ile yanılsama ara­

sında net bir ayrım çizgisi çekmeye (ya da yanılsamayı gerçeklikte temellendirmeye) yönelik bütün girişimlerin hesaba katmayı ihmal ettikleri şey şudur: "Gerçeklik"(olarak yaşadığımız şey)in ortaya çıkması için, bir şeyin ondan menedilmesi gerekir - yani "gerçek­

lik", tıpkı doğruluk gibi, tanım gereği, hiçbir zaman "bütün" değil­

dir. Hayaletin gizlediği şey, gerçeklik değil, gerçekliğin kendisinin onun "bastırılması" üzerine kurulduğu "ilksel olarak bastırılmış", temsil-edilemez X'dir. Somut toplumsal mücadelelerle hiçbir alakası olmayan spekülasyonlarm bulanık sularında yolumuzu kaybetmişiz gibi görünebilir; gelgelelim bu tür bir "gerçekliğin" en iyi örneği, Marksist sınıf mücadelesi kavramı değil midir? Bu kavram hakkın­

da uzun boylu düşündüğümüzde, "gerçeklikte" sınıf mücadelesi di­

ye bir şey olmadığını kabul etmek zorunda kalırız: "Sınıf mücadele­

si", tam da nesnel (toplumsal) gerçekliğin kendisini kendine yeterli bir bütün olarak kurmasını önleyen antagonizmaya karşılık gelir.28

Tamam, Marksist geleneğe göre, sınıf mücadelesi toplumun "bü­

tünselleştirici" ilkesidir; ama bu, onun bize toplumu rasyonel bir bü­

tünlük olarak kavrama yetkisi veren bir tür nihai garanti olduğu an­

lamına gelmez ("her türlü toplumsal olgunun nihai anlamı, sınıf mü­

cadelesi içindeki konumu tarafından belirlenir"). "Sınıf mücadelesi"

kavramının nihai paradoksu şudur: Toplum, tam da onun uyumlu, saydam, rasyonel bir Bütün içinde kapanmasını önleyen antagoniz­

ma, yarılma tarafından -h e r türlü rasyonel bütünleştirme çabasını yıkan engel tarafından- "bir arada tutulur". "Sınıf mücadelesi" hiç­

ma, yarılma tarafından -h e r türlü rasyonel bütünleştirme çabasını yıkan engel tarafından- "bir arada tutulur". "Sınıf mücadelesi" hiç­

Belgede Metis Seçkileri karinalını (sayfa 67-119)