• Sonuç bulunamadı

İslâmî İlimlerde Bilginin Kaynakları

Belgede HADİS İLMİ İ (sayfa 34-41)

İslâm eğitim sisteminde bilgi kaynağı olarak Kur’an ve hadisler, sahabenin sözleri, İslâm büyüklerinin uygulamaları geçerlidir ve akıl-nakil uygunluğu önemlidir.

1. Kur’ân-ı Kerîm’in kaynağı

Kur’ân-ı Kerîm kutsal kitapların sonuncusudur. Allah tarafından peygamberler aracılığı ile insanlığa iletilen mesajlar olan vahiy, Kur’ân-ı Kerîm’in kaynağını oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’in tilâveti konusunda kıraat ve tecvid bilgileri güvenilir kişiler tarafından tevâtüren bir sonraki nesle aktarıldığı için yazılı belgeler ve ezberlenen âyetler değişmeden kalabilmiştir. Kıraat ilminin kaynakları Hz.

Peygamber’in ‘Kur’an yedi harf üzere nazil olmuştur, bunlardan kolayınıza geleni okuyun’ şeklindeki hadisi,58 sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn zamanında Kurân-ı Kerim’in okunuşu konusunda beliren ihtilaflar, Hz. Osman’ın Mekke, Medine, Kufe, Basra, Şam gibi önemli merkezlere gönderdiği Mushaflarda bulunan yazım farklılıklarıdır.59

Tefsir ilminde ise temel kaynak Kur’an’ı en iyi anlayan kişi olan Resûlullah’ın hadisleri, âyetlerin inişine tanık olan sahabenin sözleri, İslâm âlimlerinin yorumlarıdır.

2. Sünnetin kaynağı

Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de manasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in karakteri, aldığı kültür ve kabiliyetleri neticesinde söylediği sözler ile yaptığı işler vahye dayandırılmamalıdır. Hz. Peygamber’in dünyevî işleri vahye bağlı olmamakla birlikte dinî işleri vahiy kaynaklıdır. Hz. Peygamber dinî konularda görüşleri isabetsiz olursa vahiy ile uyarılmıştır.60

58 Buhârî, “Fadâilü'l-Kur’ân”, 27; Müslim, “Misâfirîn”, 270; Ebu Davud, “Vitr”, 22; Tirmîzî, “Kur’ân”, 9; Nesâi, “İftitah”, 37.

59 Yüksel, Ali Osman, “Kıra‘at-ı Aşere”, Din Öğretimi Dergisi, sy. 24, Eylül 1990, ss. 29–42, s. 29–33.

60 Sancaklı, Saffet, Sünnet-Kur’ân İlişkisi, Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 1989, s. 154–157.

Hz. Peygamber’in bilgi edinme kaynakları Kurân-ı Kerim’in dışında Hz.

Peygamber’in üstün beşerî akıl, nebevî akıl ve peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkanına sahip bulunmasıdır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber'de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad kabiliyet ve birikimin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber, başkalarının intikal edemediği birtakım ilahî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır.

Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün oluşu buradan kaynaklanmaktadır.

Hz. Peygamber'deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur'an-ı Kerim değişik kelime ve tabirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta'lîm ve irâe gibi kelime ve terimler bunlardandır. Hz.

Peygamber'in ilahî iradenin beyanı niteliğindeki açıklamaları, ilahî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan doğmaktadır, denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da bu ilahî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.61

Ayrıca hadis ilminin kaynakları sahabenin rivâyetleri, hadis âlimlerinin kitapları, özellikle kütüb-i sittedir.

3. Fıkıh ilminin kaynakları

Hz. Peygamber Yemen’e vali olarak görevlendirdiği Muaz b. Cebel’e ne ile hükmedeceğini sorduğunda sırası ile Kur’an, hadis ve re’y ile hüküm vereceğini söyleyince Hz. Peygamber bu cevaptan hoşnut olmuş, elçi olarak görevlendirdiği kişinin bu işe ehil olduğunu tasdik etmiştir.62 Bu hadise göre fıkıh ilminin temel kaynakları o dönemde tespit edilmiş olmaktadır.

İslâm fıkhında kaynaklar aklî-naklî ve aslî-fer‘î olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

Kur’an, sünnet ve icmâ naklî deliller olarak kabul edilirken, kıyas aklî delillerden

61 Çakan, Hadis Usûlü Şekil ve Örneklerle, M.Ü.İ.F., İstanbul, 1990, s. 37-43.

62 Tirmizî, “Ahkâm”, 3; Ebû Dâvûd, “Akdıye”, 11.

sayılır. Kur’an, sünnet, icmâ ve kıyas aslî deliller iken bu delillerden çıkarılan istihsan, örf ve âdetler gibi deliller de fer‘î deliller olarak kabul edilir.63

Kur’ân-ı Kerîm’de fıkıh ile ilgili ibadetler ve hukuk (muamelât) alanında olmak üzere yaklaşık beş yüz âyet bulunmaktadır. Bu âyetler umumî hüküm ve prensiplerden bahseder, teferruât ise sünnette vardır. Âyet ve hadislerin farklı yorumlanması sonucunda da farklı mezhepler oluşmuştur.

Hz. Peygamber’in sünnetinin dinî bir kaynak olduğu ise Kur’an tarafından ifade edilmektedir.64 Sünnet Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini içerir. Sünnet bazen Kur’an’daki bir hükmü açıklarken, bazen de Kur’an’da bulunmayan bir meseleden bahseder. Her iki durumda da sahih sünnet delil olarak kabul edilmiştir.65

Müctehid imamların herhangi bir asırda şer‘i bir hüküm üzerinde ittifak etmelerine ‘icma‘’ denir. Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetinin dinî bir mesele üzerindeki ittifakını kapsayan icma‘, fıkhî delillerin üçüncüsünü oluşturur.66

İllet ve sebeplerini dikkate alarak, hakkında nass bulunmayan (fakat aynı illetlere sahip olan) meselenin hükmünü ortaya koymaya ‘kıyas’ denilir. Kur’an ve sünnette bulunmayan bir konuda Kur’an ve sünnete dayanarak hüküm vermeye de kıyas denir. Kıyas, şer‘î delillerden yeni ortaya çıkan dinî meselelere hüküm vermek şeklinde olur.67

4. Kelâm ilminin kaynakları

İslâm akâidine göre insanın ilim elde etme yolları duyu organları (havâss-ı selîme), haber-i sadık ve akıl olmak üzere üçtür.68

Havâss-ı selîme; duyu organları ile edinilen bilgilerdir. Duyu organları sağlam olduğu müddetçe kendisiyle elde edinilen bilgiye güvenilir.69 Duyu organları ile elde

63 Karaman, Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I-III, Ensar Neşriyat, İstanbul, ts, c. I, s. 110.

64 el-Haşr /7; el-Nîsâ /65; en-Nûr 24/54.

65 Gazzâlî, el-Mustasfâ İslam Hukukunda Deliller ve Yorum Metodolojisi, I-II, çev. Yunus Apaydın, Rey Yayıncılık, Kayseri, 1994, c. I, s. 197.

66 Gazzâlî, el-Mustasfâ, c. I, s.257.

67 Hassan, Ahmed, İslâm Hukukunun Doğuşu ve Tarihî Gelişimi, İz Yayıncılık, çev. Ali Hakan Çavuşoğlu-Hüseyin Esen, İstanbul, 1999, s. 78.

68 Gölcük Şerafettin, a.g.e., s. 89.

69 Aydın, Ali, İslâm İnançları ve Felsefesi (Tevhid ve Kelâm), 2. bs., İrfan Yayınevi, İstanbul, ts., s. 88.

edilen bilgiler neticesinde pozitif ilimler gelişmiştir. Ancak duyu organları tabiatın işleyişi hakkında kesin ve kesine yakın bilgiler sunarken evrenin başlangıcı ve sonu (mebde ve me‘âd) konusunda yetersiz kalmakta, bu konuda vahye muhtaç olmaktadır.

Haber-i sadık; mütevâtir haber ve haber-i resûl olarak iki kısımda incelenir.

Mütevâtir haber duyu organları ile algılanan konularda yalan söylemek üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayacak kadar çok sayıda bir topluluğun vermiş olduğu haberlerdir. Kelâm ilminde mütevâtir haber Kur’ân-ı Kerîm ve tevâtür derecesine çıkmış kavlî ve fiilî sünnettir. Kur’ân-ı Kerîm’in özellikle Mekkî sûreleri akaid ve kelâm ilminin temel kaynaklarıdır. Hadis ilminde itikatla ilgili tevâtür derecesine çıkmış kavlî sünnet yok denecek kadar azdır.

Haber-i resûl bir başka görüşe göre Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’dan aldığı vahyi insanlara haber vermesi, tevâtür ve şöhret derecesine ulaşmış kavlî ve fiilî sünnetleriyle birlikte tevatür ve şöhret derecesine ulaşmamış âhad haberleri olarak üç ayrı kategoride incelenmektedir.70 Akâid konusunda vârid olan âhad haberin kabul edilebilmesi için râvilerin cerh ve ta‘dil süzgeçinden geçirilmesi, bilginin mütevâtir habere ve sünnetullâha aykırı olmaması gerekmektedir.

Üçüncü bilgi kaynağı ise akıldır. İslâm dini akla büyük önem vererek onu dinî açıdan mükellef tutulabilmenin ilk şartı saymış ve ilim elde etme yollarından biri olarak kabul etmiştir.71

Kelâm âlimleri havass-ı selime, haber-i sadık ve aklı bilginin üç temel kaynağı olarak kabul etmekle birlikte daha çok aklı ön plana çıkarmışlardır. Çünkü akıl, düzenli bilgi oluşturan bütün duyumları düzenli bilgi hâline getiren tek vasıtadır. Beş duyu ile hâsıl olan hisler veya müşahedeler, oluş hâlinde bir bilgi değildir. Ancak akıl tarafından değerlendirildikten sonra, zaman dışı bir mahiyet kazanıp aklın melekeleri tarafından değerlendirilip hıfzedildikten sonra bilgi hâlini alırlar.

70 Âhad haber hadis ıstılahında hadisin senedindeki râvi sayısının herhangi bir tabakada bir ya da iki kişide kaldığı için tevatür derecesine ulaşmayan, bu sebeple de kesin delil kabul edilmeyen hadisler için kullanılmıştır. (Selman Başaran, M. Ali Sönmez, Hadis Usûlü ve Tarihi, U.Ü.B.E., 1993, s. 105. )

71 Topaloğlu, a.g.e., s. 18-27.

Kelâmda asıl önemli olan aklın istidlâl ile ulaştığı bilginin geçerliliğidir. Çünkü bedihî bilgiler zaten mevcuttur ve her insan onları istese de istemese de öğrenmektedir.

Allah’ın varlığı, sıfatları, peygamberlerin risaleti ve getirdiği şeylerin doğruluğu hep istidlâlî bilginin konusudur. Bu yönüyle nazarî-istidlâlî bilgi kelâmda oldukça önemli bir bilgi kaynağıdır.

5. Tasavvuf ilminin kaynakları

Tasavvuf ilminde duyu, akıl ve tecrübe dışında ilm-i ledün denilen bir bilgi çeşidi vardır. İlm-i ledün vehbî bir ilimdir. Hz. Hızır’ın ilminden bahseden âyetteki

“ledün” kelimesinden hareketle, bu isim verilmiştir.72 Böyle bir bilgi, özel bir bilgidir.

Bu bilgi, olayların iç yüzüne vukûfiyeti sağlar. Bir çeşit gayb bilgisi, sırlar bilgisidir.

Zikir, fikir, riyâzet gibi esaslarla şeffaflık kazanan insan kalbi hakikatler âlemine parlak bir ayna hâline gelir ve bir kısım hakikatler ve sırlar o kalbe akseder. Fakat insan kalbi rahmânî ilhamlar kadar şeytanî vesveselere de açık olduğundan ikisini birbirinden ayırdedemezse aldanabilir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri rüya ile amel edilmez demişlerdir. Mutasavvıflar ledün ilmine ‘hikmet ilmi’ de demişlerdir.

Tasavvufta Rasulullah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak esas olduğu için tasavvuf ilminde âyet ve hadisler temel kaynaktır.73

İslâm devletinin genişlemesi ve Yunanca’dan tercüme edilen eserlerin Allah-kul ilişkisi ve ma‘rifetullah konusunda İslâm düşünürlerine farklı bir bakış açısı kazandırmasının tasavvufî hayat anlayışının oluşmasında etkili olduğu görüşünde olanlar da mevcuttur. Bilinen vahdet-i vücûd akidesinin Hindistan ve İran tesiriyle doğup geliştiği kabul edilmektedir. Zühd anlayışının Hristiyan rahiplerin yaşayış tarzından esinlenerek şekillendiği ifade edilmektedir.74

Tasavvuf ilminin oluşmasında ileri sürüen bu görüşlere rağmen tasavvuf ilminin temel kaynağı Kur’an ve hadislerdir. Dış etkilerin rolü inkâr edilmese de mutasavvıflar Kur’an ve sünnete aykırı olmamak kaydıyla hikmeti yitik mal olarak kabul ederek onu başka milletlere ait olsa da almışlar, müridin kabiliyetlerinin

72 el-Kehf 18/65.

73 Selvi, Dilaver, Kur’ân ve Tasavvuf Tefsirlerin Tasavvufa Bakışı, Şûle Yayınları, İstanbul, 1967, s. 27.

74 Selvi, a.g.e., s. 44-45.

gelişmesine vesile olacak yöntemlerin alınıp İslâmîleştirilerek kullanılmasına izin vermişlerdir.75

III. İSLÂMÎ İLİMLERDE ÖĞRETİM-ÖĞRENİM TERMİNOLOJİLERİ Allah Teâlâ insanı en şerefli mahlûk olarak yarattı ve ona el-‘Alak Suresi’nde geçtiği üzere kalemle yazmayı öğretti.76 İlk insan olan Hz. Âdem’e bütün isimleri öğretti.77 Bu açıdan bakıldığında diğer varlıklara göre âciz olan insanı eğitip terbiye eden, neyi nasıl yapması gerektiğini öğreten, onu ilim ile yeryüzünün halîfesi yapan ve diğer bütün varlıklara üstün kılan ‘Allah Teâlâ’dır, yani insanlığın ilk terbiye edicisi O’dur. ‘Rabb’ ismi Yüce Allah’ın Esmâü’l-Hüsnâ’sından (en yüce isimlerinden) olup

“terbiye eden, eğiten” anlamına gelmektedir. Peygamber Efendimiz de “Beni Rabbim terbiye etti”78 buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir.

Allah Teâlâ’nın insanlar ile doğrudan iletişim kurması mümkün olamayacağı için ‘Cebrâil (a.s.)’ vasıtasıyla mesajlarını kullarına iletmiştir. Bu sebeple Cebrâil’e (a.s.) ‘insanlığın eğitiminden sorumlu melek’ demek de mümkündür.

Cebrâil’in (a.s.) de insanlar ile doğrudan iletişimi mümkün olmadığından, Allah Teâlâ kulları arasından seçmiş olduğu ve özel olarak eğittiği kişileri ‘Peygamber’

olarak görevlendirmiş, peygamberler Cebrâil’in (a.s.) kendilerine getirdiği mesajları insanlara eksiksiz olarak iletmişler, bir nevi onlara öğretmenlik yapmışlardır.

Peygamber Efendimiz’in “Ben muallim olarak gönderildim”79 sözü peygamberlerin en önemli görevlerinin eğiticilik olduğunu ifade etmektedir.

Peygamberlik mesleği olan bu kutsal görev, daha sonra peygamberlerin vârisleri olan ‘âlimler’80 tarafından yürütülmüş, onlar da kaynağı ilâhî olan bu zincirin halkalarını tamamlamaya gayret göstermişler, neticede İslâm’ın da doğuşuyla birlikte

75 Selvi, a.g.e., s. 46-48.

76 el-Alak 96/1–5.

77 el-Bakara 2/31.

78 es-Suyûtî, Celâleddîn Abdurrahman Ebî Bekr, Câmiu's-sagîr, I-II, 4. bs., Mustafa Bâbî el-Halebî, Kahire, 1954, c. I, s. 14.

79 İbn Mâce, “Mukaddime”, 17.

80 Buhârî, “İlim”, 10 (Bâb başlığı).

İslâm çatısı altında bir ilim medeniyeti oluşmuş, eğitim-öğretim sistemi İslâmî bakış açısıyla şekillenmiştir.

İslâm eğitimi büyük ölçüde öğretmen-öğrenci arasındaki karşılıklı etkileşime dayanan bir eğitim sistemidir. Ayrıca bu sistemde, öğretmenin bilimsel yeterliliği kadar karakteri, ahlâkı, öğrenciyle iletişim biçimi de önem taşımaktadır. Buna mukabil öğrencinin verilen bilgiyi öğrenmesi kadar öğrendiği bilgiyle amel etmesi, insanlar arası ilişkilerinde nasıl davranacağını öğrenmesi, ahlâkî açıdan olgunlaşması da önem arzetmektedir.

İslâm’a göre ilim öğrenmekten maksat, insanın bilginin rehberliğinde insan-ı kâmil olma yolunda aşama kat etmesidir. İslâm eğitiminde öğretmenin ahlâkî olgunluğu, öğrencinin de edebe riâyet etmesi esastır. Öğrencinin, eğitiminin her aşamasında edep kaidelerine sürekli riâyet etmesi neticesinde ahlâkî olgunluğa ulaşacağı umulur. Ahlâkî olgunluğa ulaşan kişi de artık başkalarını eğitme yetkisine sahip olmuş olur. İslâm eğitim sisteminde sadece bilgi öğretmek değil aynı zamanda terbiye edilmek için çocuk eğitilir. Aksi takdirde eğitim hedefine ulaşmaz.

İslâm eğitim sisteminde öğretmen ve öğrenciyi ifade etmek için değişik terimler kullanılmıştır. Temel İslâmî ilimlerin branşlaşmasıyla birlikte her ilmin usûl ve kaideleri çerçevesinde öğretmen ve öğrenci yerine kullanılan farklı kavramlar türetilmiştir.

İslâm eğitim sisteminde ilim öğrenmek için bir medreseye kaydolan kimseye

“şâkird” denirdi. İlim öğrenme sürecinde belirli bir mesafe alır ve Molla Câmî81’nin eserine kadar gelirse ‘tâlib’ adını alırdı. Arapçada ayrıca tâlib yerine ‘tilmîz’ kelimesi de kullanılmıştır. Selçuklular döneminde öğrenci için ‘fakîh’ ve ‘mülâzim’ kelimesi kullanılırken Osmanlılarda tâlib kelimesinin çoğulu olan ‘talebe’ ve ‘tullâb’, Farsça’da âlim ve âkil anlamına gelen ‘dânişmend’, yanmış manasına gelen ‘suhte’, Arapça’da istidâtlı anlamında ‘müsta‘îd’ kelimeleri de kullanılmıştır. Osmanlılarda sıbyân mektebinde öğrenim gören öğrencilere ‘talebe’, medresenin aşağı seviyedeki

81 Medrese eğitimi gören öğrencilerin okuduğu Arapça sarf ve nahiv kitaplarının sonuncusu Molla Câmî adıyla tanınan Abdurrahman b. Nizâmiddîn Ahmed b. Muhammed Câmî (v.898/1492)’nin el-Fevâ‘idü’z-Ziyâ‘iyye adıyla meşhur nahiv kitabıdır. (Okumuş, Ömer, “Câmî, Abdurrahman”, DİA, c.

VII, İstanbul, 1993, ss. 94–99, s. 98.)

öğrencilerine ‘suhte’, yüksek seviyedeki öğrencilerine de ‘dânişmend’ denerek öğrencilere farklı eğitim kademelerinde farklı isimler verilirdi. Dânişmendlerin en liyâkatlilerinden seçilen, müderrisin derslerini tekrar eden, kapalı noktaları açıklayan, müderris olmadığında müderrisin yetkilerini üstlenen öğrenciye de ‘mu‘îd’82 denirdi.

Medreseden icazet verilerek mezun olmuş kişiye ‘mücâz’ veya ‘müntehî’83 denirdi.

Medrese öğrenimini bitirenler ‘mülâzım’ adını alırlar, onlar için stajyerlik dönemi başlar, birkaç yıl bir kadı veya müderrisin yanında bulunur, ona yardım eder, aynı zamanda öğretmenlik için gerekli tecrübeyi kazanmış olurlardı. Daha sonra girdiği mülakat sınavında başarılı olurlarsa resmen müderrisliğe atanırlardı. ‘Müderris’ gerekli medrese ilimlerini öğrenip icazet aldıktan sonra medreselerde öğretme yetkisini kazanmış olan kişidir.84 Bundan başka saraylarda halifelerin ve devlet büyüklerinin çocuklarını eğitmek üzere özel olarak görevlendirilmiş öğretmenlere ‘müeddib’ adı veriliyordu.85

Yukarıda sayılan genel kullanıma dair terimlerden ayrı olarak İslâmî ilimlerin çeşitli dallarında ilim sahibi olan kimseler, temel İslâmî ilimlerin branşlaşmasıyla birlikte farklı isimler de almışlardır. Kur’an, hadis, fıkıh, kelâm, tasavvuf gibi temel İslâmî ilimlerde öğretmen ve öğrenciyi ifade etmek için kullanılan terimler de farklılaşmıştır.

Belgede HADİS İLMİ İ (sayfa 34-41)