• Sonuç bulunamadı

3. ABSÜRT TÜRK TİYATROSUNDA KARAKTER ANALİZİ

3.5. Vüs’at O. Bener’in Absürt Oyunlarında Karakter İncelemesi

3.5.1. İpin Ucu

Oyunlarda sahnede olmayan fakat varlığını hissettiren karakterleri karanlıktakiler olarak adlandırabilir. Biraz Gelir Misiniz oyununda supinin sesini duymayan halk, Bişey Yap Met’te dışarıdakiler, Tut Elimden Rovni’de seyirci şeklinde ortaya çıkar.

Sahnede varlıkları gözükmez, fakat oradadırlar. Sahne üzerindeki karakterlerinin döngülerinin dışına çıkmasına izin vermezler, bu karakterleri tedirgin ederler.

Sabahattin Kudret Aksal’da toplum ve onun koyduğu kurallar, Adalet Ağaoğlu’nun oyunlarında halk ve ataerkil sistem olarak seyirci/okuyucunun karşısına çıkan görünmeyen karakterler Aziz Nesin’in oyunlarında da dışarıdakiler yahut karanlıktakiler ismiyle var olurlar.

Genellikle bekleme süreci absürt karakterlere dünyayı anlamlı hale getirmesi için tanınan bir süreçtir. Aziz Nesin’in kısa oyunlarında bu süreç oyun boyunca devam eder. Diğer oyunlarında ise uzun zaman aralıkları bekleme sürecini uzatır. Biraz Gelir Misiniz oyununda Baba’nın kendini kaybetmesinde geçen zaman, Met’in oyunun sonunda dışarı çıktığı süreç, Tut Elimden Rovni’de son perdeye geçtiğinde görülen uzun geçmiş zaman, Çiçu’da Adam’ın evlendiği süreç gibi.

Karakterler AA ve A’dır. Yazar oyunun başında bu kişiler birbirine benzemeleri gerektiğini, kıyafetlerinin bir olması gerektiğini belirtir. A ve AA aslında tek kişidir ve yazar tarafından tek bir kişinin kendisini ikileştirme yöntemiyle oluşturmasıyla ortaya konmuştur. Görünüm olarak ikisi de elli yaşlarında ve dinçlerdir. Aralarında fark ise AA erkek-bariton iken A erkek-tenordur. Bu demek oluyor ki ses tonları farklıdır. AA derin bir sese sahipken, A en tiz erkek sesine sahiptir.

Vüs’at Bener oyununun başında, tek bir kişi olduğunu belirtmek amaçlı AA ve A için şunları söyler:

A, AA’nın kendisini ikileştirme [=bölme] yöntemiyle yarattığı kişidir. Bu nedenle oyuncuların olabildiğince birbirine benzemeleri, yalnızca ses tonlarının zıt özellik taşıması gerekir. Kılık, iş dalı değiştirmeleri tablo başlarında açıklanmış, sahnede gereksinilecek eşya türleri zorunlu sayıldığı ölçüde değinilmiştir.112

Oyunun başında belirtilen sosyo-güldürü ögesi ise bize oyunun içeriği ve türü hakkında bilgi verir. Bir oyunun sosyo-güldürü olması demek, onun politik, siyasi ve toplumsal ögelere sahip olması demektir. Politik bir konuyu güldürme ögesiyle birlikte vermiştir. İronik siyasi taşlamalar vardır. Bu ögelerle toplumdaki yanlışlıklar, bastırılmışlıklar, haksızlıklar, zıtlıklar görünür hale getirilmeye çalışılır. Sosyo- güldürü olarak nitelendirilen bu oyunda absürt tiyatronun izlerini işlediği konu ve oyunun anlatılış biçimi açısından bakıldığında görmek mümkündür. Zaten oyun Godot’ya selam göndererek başlar. İpin Ucu oyunu baştan sona okunduğunda birebir olmasa da Samuel Beckett’in Gece ve Düşler113 oyununu andırır. Beckett’in bu oyunda düş gören biri ve düşünde gördüğü kendisi vardır. Melodik bir anlatıma sahip olan bu oyun bir kişinin kendini ikileştirmesi şeklinde devam etmiştir. Bu açıdan bakıldığında İpin Ucu oyunuyla benzerlik gösterir. Aslında AA’nın içinde bulunduğu durum da bir düş zamanıdır. Bunun yanı sıra İpin Ucu oyunu var olma sorunsalı üzerine yoğunlaşmıştır. Yaşamak kelimesine vurguyla ilerleyen oyun olmanın ya da olmamanın bütün mesele olduğunu söylemeye çalışır.

İki ayrı oyuncunun tek bir kişiyi oynadığı İpin Ucu oyununun konusunun merkezinde çatışmalar yer alır. Genel olarak oyunun içeriğinde yer alan çatışmalar ise ölüm–

112 Vüs’at O.Bener, IhlamurAğacı-İpin Ucu, 2. bs.(İstanbul:Yapı KrediYayınları,2011), 74. Bundan sonra bu kitaptan yapılacak alıntılar sayfa numarası ile gösterilecektir.

113 Orijinal adı Nachtstück olan Gece ve Düşler oyunu, Samuel Beckett’in yazdığı ve yönettiği son televizyon oyunudur. Nacht und Träume parçasının bir adam tarafından mırıldanışı halinde oyun ileriler. Bu akış düş ile gerçek arasındadır. Bir pandomim sanatçısı tarafından sahnelenmiş oyun diyalogtan ziyade parçanın mırıldanmalarını içerir.

yaşam, özgürlük–sınırlılık, düşünme özgürlüğü, ifade özgürlüğü–engellenmedir.

Oyunun çatışması hem görsel olarak oyuncularla hem de içerik olarak yansıtılır.

Özde aynı kişi olan A ve AA’nın birisinin tiz, diğerinin kalın bir sese sahip olması bu çatışmanın görsel boyutunu oluşturur. İnsanın bu sınırlamalar yahut istediği özgürlük boyutları içinde de yalnızlığı yazar tarafından irdelenir. Yazar bu çatışmalara ayrı bir pencere açarak oyuncuların kılık değiştirmeleriyle de ortaya koyduğu sahneler oluşturmuştur. Buna örnek olarak papaz ve günahkar bebeğin olduğu tabloları (birinci perde içinde tablo dört ve tablo altı) verilebilir. Ayşegül Yüksel, İpin Ucu oyununda yer alan çatışmalar için şöyle der:

"İpin Ucu, elli yaşlarında dinç bir adam olarak tanımlanan AA ile AA’nın "kendini ikileştirme" yoluyla ürettiği bir bakıma ayrıştırdığı A’dan oluşan iki kişilik bir oyun. Yazar oyun boyunca AA’nın karşısına A’yı koyarak, insanın kendi kendisiyle hesaplaşma sürecini dile getiriyor. Ancak, çatışan bu iki "ses" bireysel düzeyde bir hesaplaşma değil; söz konusu olan, insan aklının ve mantığının sınırsız gücüne olan inancın, dünya-toplum düzeninde temel anlayışları ve yaklaşımları belirleyen etkenler karşısında sınanmasıdır. Oyunun olay örgüsü, AA ve A’nın çeşitli kimlikler ve konumlar içinde gerçekleştirdiği bir dizi "soru-yanıt"

oturumundan oluşur. Her oturum, tepeden inme kurallara göre biçimlenmiş yaşam anlayışının sürekli sorguya çekilme sürecini içerir. Yasakların ve kuralların mantığıyla bir türlü uzlaşamayan arı insan mantığının alaycı başkaldırısı her oturumun temel hareket noktasını oluşturur; özde tartışılan "yaşam" ve "ölüm"dür; tartışılan ise "aklınca yaşamak ve ölmek"

isteyen insan."114 (s.156)

Ayşegül Yüksel’in bahsettiği oturumlarda yani tablolarda bulunan sorgulama oyunun başından sonuna kadar oyuna hakimdir. Bu hakimiyet başlangıçta AA ve A’nın birbirlerine sordukları sorularla sağlanırken ikinci perdenin son üç tablosuna gelindiğinde artık AA’nın yargıç ve A’nın sorguya çekilen olduğu görülür. Giderek belirginleşen sorgulama oyunun bu son tablolarında sorgulayan ve sorgulanan ögelerini somutlaştırmıştır.

Oyunun birinci perdesinin ilk tablosunda AA ile karşılaşılır. Bu tabloda sadece AA’nın konuşması yer alır. A sırtına bıçak saplanmış durumda, sahnede bir dekor mahiyetindedir. AA yalnızlığına dayanamayarak özünde kendi olan A’yı canlandırır ve kendisiyle olan hesaplaşması bu şekilde başlar. Bu perdeden anlaşıldığı üzere kendini öldürmeye çalışan AA’nın bunu başaramayıp yaşam ile ölüm arasında sıkıştığı görülür. Oyunun bu tablosundaki vurgu Nazım Hikmet’in "Yaşamak güzel

114 Alıntı içinde yer alan vurgular Ayşegül Yüksel’e aittir.

şey be kardeşim!" sözüyle yapılır. Bu perde itibariyle oyunla irdelenen varoluş kavramı da ortaya çıkar.

AA ve A tablolar boyunca kılık değiştirerek sosyal ve siyasal konulara atıfta bulunurlar. Tablo ikide AA ile A’nın konuşmalarının soru cevap şeklinde ilerlediğini görürüz. Burada ne kadar birbirlerine benzedikleri baba-oğul söylemiyle tasvir edilir.

İpin ucu, ucunu kaçırma, her anın başlangıç olması ve tutulabileceği ilk olarak bu tabloyla başlar. Ayrıca bu tablonun sonunda söz ile hareket arasında bir çatışmanın olduğu görülür. Bu çatışma hareketten doğan bir güldürme ögesiyle verilmiştir:

A : Gidecek yer kalmadı artık, dayandık kaldık duvara.

AA : Var gücünle dayan arkana. Dayanalım.

A : Ama yıkılır.

AA : Mutlaka. Yeter ki zorlanalım. (Zorlandıklarını belli eden sesler çıkarırlar. Sonunda ikisi birden arkalarına devrilirler. Bacakları havaya kalkarken ışık kararır.) (s.83)

Birinci perdenin dördüncü ve altıncı tablolarına baktığımızda AA papaz, A ise günahkar bebek şeklinde görülür. Bu tablolarda siyasi göndermelerin daha çok olduğu far edilir. Dördüncü tabloda daha çok dinsel inançlar üzerinde bir sorgulama vardır. Altıncı tabloda ise temsili ifadeler olduğu düşünülebilir. Yani papaz kılığındaki AA’nın Batı dünyasını, bebek kılığındaki A’nın ise Türkiye olduğu söylenebilir.

"İlk perdenin bu son tablosunun sonuna doğru, egemen batı dünyası karşısında ayakta durmaya çalışan tam gelişmemiş, yoksul bir ülke –Türkiye- gelir gündeme. Bebek kılığındaki A ʽTürk, öğün, çalış, güvenʼ anlayışında karar kılmaya çalışadursun, papaz AA onu inancın kölesi, umursamaz kul görünümünde donduruyor:

AA : …"Tanrı Türkü korusun" evladım, "Tanrı Türkü korusun!"

(Birinci Perde, Tablo 6)

Bireye, topluma egemen batı dünyasına ilişkin belirlemeler, gittikçe 1970’ler Türkiye’sinin güncelinde yoğunlaşmaktadır." ( s.159-160)

Yazar dördüncü tablonun sonunda gelişmeye, batı dünyasına kendisini kabul ettirmeye çalışan Türkiye’nin durumuna da bir gönderme yapmıştır:

AA : (Bıyıkaltı:) Ee, gülünü seven…

A : Dikenini ayıklar!

AA : Kolay değil ayıklamak, katlan evladım sen en iyisi, katlan!

A : (Düşünür, başını eğer:) Başka ne yaptım ki bugüne kadar? (s.97)

Yazar oyunda kurduğu dünyanın saçmalığını bireyin bölünmüşlüğü ve çatışmalar üzerinden verirken insanın her şeye rağmen dünyanın merkezi olma isteğini de boş geçmemiştir. Ölmek isteyen ama ölemeyen, yaşamayı da beceremeyen AA kendiyle hesaplaşma içine girdiğinde iki ayrı bedenmiş gibi davranır. Ancak önemli olup dünyanın merkezinde yer alma fikrinde AA ile kendinden olan A tartışırlar. Fakat bu tartışma gülmelerle hem de hiçbir şeye, öylesine gülmelerle son bulur. Absürt tiyatroda yer alan ve sonu olmayan konuşmalar oyun içinde görülür.

Bu iki tablo içinde toplumun bastırılmış yanları, ifade özgürlüğünün olmayışı hatta düşüncelerini bile kontrol etmesi gerektiği dile getirilmiştir. Toplum öyle her şeyi düşünmemeli, sorgulamamalıdır. Eğer sorgularsa istemediği sonuçlarla karşılaşabilir.

Oyunun gidişatı da bunu göstermektedir. Sorgulamaya devam eden birey yahut toplum yargılanacak ve suçlu bulunacaktır, bir çıkmaz içine girecektir. Tablo altıda AA ile A arasında geçen konuşma toplum ve birey düzeyinde nasıl yaşanması gerektiğini gösterir.

A : Düşünmeyelim en iyisi.

AA : Evet, düşünmeyelim.

A : Biz yalnız yaşamaya bakalım.

AA : Yaşamaya bakalım.

A : Ot gibi, kaya gibi, ağaç gibi.

AA : Kuzu gibi. (Yumuşak) Kuzularım benim… (s.107)

Yaşamak, öyle kuzu gibi hiçbir şeye ses çıkarmadan, düşünmeden, sorgulamadan, bir kayadan farksız, başındaki çoban ne derse onu yaparak yaşamak gerekir. Toplumun ya da bireyin bu hayatta yapması gereken tek bir şey var, o da yaşamak. Vüs’at Bener ipin ucu söylemi ile burada yaşamak eylemini tanımlamış olabilir. İpin ucunda yaşamak kavramını oyunda işlenenlerle ele alındığında varoluşçuluğa çıkabilir.

Okuyucu/seyirciye Shakespeare’in meşhur oyunu olan Hamlet’in olmak ya da olmamak sözünü hatırlatır.

İkinci perdenin açılışıyla AA’nın öğretmen, A’nın öğrenci kılığında oldukları görülür. Öğretmen-öğrenci ilişkisi ikinci perdenin birinci ve ikinci tablolarında devam eder. Birinci tabloda yazar politik göndermesini takılar konusu üzerinden yapar. Öğretmen tarafından bazı sözcüklerin ve düşüncelerin sansürlenmesi gerektiği söylenir. Böylece dönemin içinde bulunduğu eğitim sistemine bir vurgu yapılmıştır.

Ayrıca yine düşünme ve ifade özgürlüğünün sınırları çizilerek bir gönderme söz konusudur. Takılar konusu üzerinden yapılan gönderme:

AA-A : (Birlikte) Kafatasçı’lar, şeriatçı’lar, ıskatçı’lar, üçkağıtçı’lar, batakçı’lar, göbekçi’ler, fırıldakçı’lar, yağcı’lar, (Birbirine dönüp) tamam şimdi iyice haykır, POLİTİKACI’LAR, YALANCI’LAAAR. (Işık kararır.) (s.123)

Bu iki tabloda Türkiye’nin 1970-1980 yıllarında eğitim-öğretim durumuna değinilmiştir. Ardından gelen üç tabloda ise sorgulamanın şiddeti artar. Hatta AA’nın yargıç kılığında bulunması bu sorgulamayı, yargılama boyutuna taşımıştır. Tablo üçte A’nın yargılandığı yer Mahkeme-i Kübra’dır. A’nın yargılanma nedeni ise düşünme eylemi içinde bulunmasıdır ve cezası ölümdür. İkinci perdenin son tablosunda A’nın idama gidişi vardır. Bu bölümde İnfaz Savcısı A’ya sadece ʽYaşasın!ʼ deme hakkı verir. Ölüme giden bir mahkumun yaşasın diye bağırması ve bunun tabii bir şeymiş gibi gösterilmesi hem ironik hem de ilginçtir. Mantıkdışı olan bir şey düzen içerisinde gayet mantıklı bir olgu olarak gösterilmiştir. Buradaki amaç bu iki kavram arasındaki çatışmayı vurgulayıp, saçmalığını ortaya koymaktır. Ölüm cezasına çarptırılan ve idama sürüklenen A, ilmeği kendisi boynuna geçirip iskemleye vurur. Ancak ip kopar ve ölemez. Fakat yere düşen AA’dır ve A yok olmuştur. Bu sahneyle oyunun birinci perdesinin birinci tablosuna geri dönüldüğü görülür. AA yaşamla ölüm arasında sıkışmış kalmıştır. Ne aklın hakim olduğu, mantıklı bir şekilde yaşayabilir ne de ölebilir.

"A’nın davası yeryüzünde –kaderci anlayışa uygun biçimde- görülür; suçlu, "düşünme"

eyleminde bulunmuş olmaktan yargılanır ve ölüm cezasına çarptırılır. Giyimine olduğu denli çıkarlarına da özen gösteren İnfaz Savcısı’nın tanıklığında ölüme giderken bir tek özgürlük tanınır A’ya: "Yaşasın!" diye bağırma özgürlüğü. Haksızlıklara karşı direnişin idam eşiğinde alınan son solukta simgeleştiği bu söz, yarattığı "ironi"nin bilincinde bile olmayan İnfaz Savcısı tarafından soğukkanlılıkla önerilir. "Mantıkdışı"nı "mantık" bellemiş bir düzende, ölüm cezası da gülünç, yavan, ucuz kılınmıştır seyirci karşısında. Yağlı ip içinde yaşanamayacak denli "mantık-dışı"na çıkmış dünyayı terk etmek için araçtır yalnızca; A ilmeği boynuna geçirir, iskemleye vurur tekmeyi, ip kopar, AA yere düşer; ölmemiştir. (A ise ortada yoktur artık.) İnsan var olan koşullar içinde ne aklı doğrultusunda yaşayabilmekte ne de aklı doğrultusunda ölebilmektedir. AA yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmıştır."115 (s.160- 161)

İki perdelik bu oyun kendi içinde tabloları birbirinden farklıymış gibi dursa da benzerlik taşıyan yanları vardır. Papaz-günahkar bebek ile yargıç-suçlu tablolarında dünya düzeninin ve bireyi ezen toplum düzenine dair göndermeler yapılır. Bu göndermeler de ipuçları ile ipin ucunu kaçırmadan yani bir anlamda kendini sansürleyerek yapılır. Açık açık anlatma değil de sezdirme söz konusudur.

115 Alıntıdaki vurgular Ayşegül Yüksel’e aittir.

Ne mantıklı bir şekilde yaşayabilen ne de mantıklı bir şekilde ölebilen AA son söyledikleriyle de arada kalmışlığını, başladığı yere geri döndüğünü vurgulamıştır.

İlk sahnede söylenen söz oyunun sonunda tekrarlanmıştır.

AA : … Haklısın, haklı olduğun kadar da haksızsın, gök gözlüm, koca ozan, büyük usta. Yaşamak, güzelse de, değilse de yaşamak… (Sesi fısıltıya dönüşür) Ama nasıl yaşamak?.. (s.154)

İpin Ucu oyunu ipin kopmasıyla son bulur. Oyunun başında kendini öldüremeyen AA, oyunun sonunda da kendini asmayı başaramamıştır. Ne ölebilen ne yaşamayı becerebilen AA bir çembere sıkışmış ve var olmaya çalışmaktadır. Oyun başında söylendiği gibi sosyo-güldürü olarak adlandırılmıştır. Absürt tiyatronun ögelerini barındıran bu oyun tam olarak Samuel Beckett’in temellerini attığı absürt tiyatro çizgisinden biraz farklıdır. Fakat Türk tiyatrosu içinde absürt tiyatro olarak nitelendirilebilir. Özel bir isme sahip olmayan AA yalnızlığı ve varoluş sancılarıyla ön plana çıkan absürt bir oyun kişisidir.