• Sonuç bulunamadı

İnsani Savaş Aldatmacası

2.3. Saldırının Dünya Baınına Yansıması

3.1.3. İnsani Savaş Aldatmacası

etmeyi desteklemeyen herkesin suçlu olduğunu varsayma şeklinde geliştirilen yok etme mantığı, her yere egemen oldu. Bunun pratikteki uygulama biçimi, herhangi bir prensibin dikkate alınmasından çok, ne kadar gücün yeterli olduğuna bağlı idi. Bugün ABD’nin Dış politikasında vazgeçilmez olan İsrail Devleti’nin Ortadoğu’da terör bataklığını kurutma mantığıyla sürekli olarak Filistinli sivillere en güçlü silahlarla saldırması pratikteki uygulama biçimine bir örnektir.

Başkan Bush’un 11 Eylül saldırısının ardından yaptığı tüm konuşmalarında konuşmalarında "yataklık etme" ile tam olarak kastedilenin ne olduğu uzun süre tartışıldı. Yataklık etmeyi (El-Kaide’nin yaptığı gibi) bir diğer ulus için terör eylemi düzenleyen kişi veya grupları topraklarında barındırmak olarak alırsak, Küba'ya karşı terörist eylemlere karışan sayısız Küba asıllı Amerikalıya ABD hükümeti yataklık ettiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger; Vietnam, Kamboçya, Şili, Doğu Timor ve birçok diğer ülkede savaş suçları ve insanlığa karşı iş-lenen suçlarla suçlanmasına rağmen özgür bir adam büyük saygı görmektedir. Son zamanlarda açıklanan gizli belgelere göre; Kissinger ve Başkan Ford Endonezya'nın Doğu Timor'u işgal etme planından haberdar (bu işgalin gerçekleşmesinden hemen önce Jakarta'da idiler) idi. Bu işgali yalnızca onaylamakla kalmamış, aynı zamanda kamuoyu üzerindeki etkisinin nasıl azaltılacağı konusunda tavsiyelerde bulunmuşlardı. Ayrıca Endonezya'ya 250.000 Doğu Timor’lunun (nüfusun neredeyse üçte birinin) öldürüldüğü soykırım kampanyasını gerçekleştirmesi için silah sağlamışlardır (Washington Post, 7 Aralık 2001 aktaran Mahajan, 2003: 28).

3.1.3. İnsani Savaş Aldatmacası

II. Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana, askeri müdahalelerin yapılabilmesi birçok devletçe kabul edilen evrensel insanî değerlere uyumsallaştırılmasıyla mümkün olmuştur. Sömürgeciliğin sona ermesi, Üçüncü Dünya ve Birinci Dünya ülkelerinde kurtuluş hareketlerinin güçlenmesi ve Nazi Soykırımı’nın mirası gibi olaylar bu insani değerleri ve ona gösterilen ilgiyi daha da arttırmıştır. Günümüzde gerek teknolojik gelişmelerle haber alış-verişinin daha da kolay olması

gerekse uluslararası tepkilerin iç ve dış politikaya eskiye nispeten daha fazla etki edebilmesi her devlet için geçerlidir. ABD gibi bir süper güç de olsanız, bir ülkenin yönetimi bakımından “meşru zemin” hayati önem taşımaktadır. İster diktatörlük, isterse demokrasi olsun, hiçbir hükümet eylemlerini ve son tahlilde otoritesini meşru olarak gösteremezse, iktidarda kalamaz. ABD’nin meşru zemini oluşturmayı özellikle İsrail-Filistin savaşında devamlı görmekteyiz. ABD’ye göre terörizm Arapların yaptığı eylemlerdir, yani bu kelime Araplara aittir. İsrail’in yaptıkları ise misilleme veya terörizmi ortadan kaldırmaya yönelik meşru, koruyucu hareketlerdir (Chomsky, 1999: 33-34).

ABD’de her saldırıyı meşru göstermenin yolunu bulmuş ve insan haklarına hizmet adına diğer ülkelere saldırma ve onları kontrol etme hakkı ve hatta görevi olduğu şeklinde bir misyonu yüklenmiştir. ABD'nın insanî gerekçelere dayandığı varsayılan müdahalelerden Irak’ı ele alırsak: Körfez Savaşı öncesi Irak'a uygulanan yaptırımlarda, sivil halkın yaşam gereksinimi olan gıda ambargo dışı bırakılmıştı. Bu halde bile, ABD'nin deniz yoluyla uyguladığı ambargo ve kara yoluna uyguladığı yasaklar o kadar ağırdı ki, Ağustos 1990 ile Nisan 1991 arasında Irak'ın yalnızca bir günlük gereksinimi olan 10.000 ton buğdayın ülkeye girmesine izin verilmiştir. Bulgaristan'dan çocuk maması gönderilmesi önerisi, yetişkinlerin de yiyebileceği gerekçesiyle ABD tarafından reddedilmiştir (Mahajan, 2003: 51).

Körfez Savaşı'nda Amerika Birleşik Devletleri (ve müttefikleri) Irak'a, yüzde 7,4'ü "akıllı" olan 88,500 ton bomba attı. Akıllı bombaların kabaca yarısı ve bütün bombaların yaklaşık yüzde 70'i hedeflerini şaşırdılar. Ölü sayısı konusunda çok farklı bilgiler vardır (ortalama 100.000-150.000 arası). Amerika kasıtlı olarak telefon hatlarını, radyo istasyonlarını ve diğer sivil iletişim tesislerini, petrol kuyularını ve pompalarını, boru hatlarını, rafinerileri, depolama tanklarını, petrol nakliye tankerlerini; tekstil, otomobil montaj ve diğer sivil fabrikaları; gıda üretim ve depolama tesislerini; aşı fabrikalarını ve elektrik enerji ağının büyük bir kısmını hedef aldı (Mahajan, 2003: 143).

Körfez Savaşı'nın sonuna doğru, Irak ordusuna Kuveyt'ten çekilme emri verildiğinde, ABD güçleri "Ölüm Yolları" adı verilen iki karayolu boyunca ölüm ve

yıkım yağdırdı (Time, 18 Mart 1991 aktaran Mahajan, 2003:143). Beyaz bayrak taşı-yan, içinde on binlerce geri dönen asker bulunan yaklaşık 2000 araçla birlikte çok sayıda sivil araca da saldırıldı. Amerikan savaş uçakları ilk olarak ön ve arkadaki araçları vuruyor sonra da ortaya çıkan trafik karmaşasını saatlerce bombalıyordu. Irak tarafından gelen herhangi bir direniş yoktu. Konvoylardan neredeyse hiç hayatta kalan olmuyordu. Bir Amerikan pilotu "tıpkı bir varildeki balığı avlamak gibi" diyordu. Bir yol boyunca (60 mil) bütün araçlar imha edildi, her taraf kömüre dönmüş cesetlerle doldu. Bu geri çekilen ve barış istediğini açıklayan bir orduya yapılıyordu. Ölen Iraklı askerlerin büyük bir kısmı zorunlu askerlik hizmetini yapan garibanlardı. Saddam Hüseyin'in elit birlikleri savaş yolundan uzakta tutuluyordu.

Bu, Amerika'nın Ortadoğu'daki varlığını ve gücünü dramatik biçimde artırmak istediği bir savaştı. Irak'ın Kuveyt'i işgalinden kısa süre sonra, Amerika'nın en büyük korkusu, diplomasinin krizi bir şekilde savaşsız sona erdirmesiydi. Shadow adlı eserinde yazar Bob Woodward, George Bush'un Devlet Bakanı, Savunma Bakanı ve Milli Güvenlik Danışmanına şöyle dediğini naklediyor: "Bir savaşımız olmak zorunda".

Bu savaşı elde etmek için Bush, sorunun diplomatik yollarla çözümüne yönelik bütün girişimleri kararlılıkla reddetti. Irak'a geri çekilme karşılığında göstermelik tavizler vermek de bu diplomatik girişimler arasındaydı. Savaşın sonuna doğru Irak bütün toprak iddialarını geri çekerek, "Amerika'nın geri çekilen askerlerine saldırmamaya söz vermesi, yabancı askerlerin bölgeyi terk etmesi, Filistin sorunu konusunda bir anlaşmaya varılması ve bölgedeki bütün kitle imha silahlarının yasaklanması" şartıyla Kuveyt'ten çekileceğini duyurdu (Mahajan,2003:144). Filistin sorununun çözümü ve Orta Doğu'dan kitle imha silahlarının yok edilmesi Amerika'nın da istediği bir şeydi. Amerika savaştan kaçınmak isteseydi, muhtemelen Irak'ın bu taleplerden bile vazgeçmesi pazarlığını yapabilirdi. Devlet Bakanı Baker'in nihaî ültimatomunun da Iraklılar tarafından reddedilmesinden sonra, Woodward'a göre "Bush, her ne kadar kamuoyundan gizlemek zorunda olsa da, zafer çığlıkları atıyordu, çünkü bu duyabileceği en iyi haberdi". Savaş sona erdiğinde Bush, "Tanrı'ya şükür, Vietnam sendromunu bir daha hiç geri dönmemek üzere şutladık" diyordu (Mahajan, 2003: 144). ABD 1980’lerdeki kendisinin stratejik ortağı olarak gördüğü eski dostunu vurmaktan çekinmemişti. O yıllarda Irak’la ABD’nin iyi ilişkiler kurması zorunluydu

çünkü dost ve müttefik olan İran Şahı devrilmiş yerine tam bir ABD düşmanı Humeyni İran’ı vardı. Humeyni’ye karşı savaşan ve tüm İslam coğrafyasını şii İran’dan koruyan Saddam Hüseyin o kadar önemli bir kişilikti ki şimdiki ABD Savunma Bakanı, dönemin ise Ortadoğu özel temsilcisi Donald Rumsfeld 1982 yılında Bağdat’ı gizlice ziyaret etmiş bu ziyaret sonucunda Saddam ile iyi ilişkiler kurulmasının yanı sıra Irak Dünya terör listesinden çıkarılmıştı (Kazancı, 2004: 4).

Bütün bunlar çok iyi biliniyor, ancak yeni açıklanan belgeler çok iyi bilinmeyen bir politikayı açığa çıkarıyordu. Irak Su Arıtma Tesislerinin Zayıflıkları başlıklı, Körfez Savaşı'nın başlamasından bir gün sonra bütün müttefik komutanlara gönderilen bir Savunma İstihbarat Ajansı belgesinde, Irak su arıtma sisteminin zayıflıkları, yaptırımların hasarlı sistem üzerindeki etkileri, arıtılmamış suyun Irak halkı üzerindeki sağlık etkileri analiz edilmekteydi. "Irak, suyunu arıtmak için uzmanlaşmış ekipman ve bazı kimyasalların ithaline bağımlıdır" denen belgede, "su tedarikinin güvenceye alınmaması nüfusun büyük bir kısmı için temiz içme suyu sıkıntısı olması demektir. Bu durum, salgına ve artan hastalık olaylarına yol açabilir" sonucuna varılmaktadır. Belgede ayrıca klorun (6 Ağustos 1990 tarihinde konulan) yaptırımlar uyarınca ambargoya tabi tutulması nedeniyle, "Irak'ın Birleşmiş Milletler ya da münferit ülkeleri su arıtma malzemelerini insanî nedenlerle yaptırım dışı tutmaya ikna etmeye çalışacağı" bildirilmektedir (Mahajan, 2003: 145).

Körfez Savaşı boyunca, neredeyse ülkedeki bütün su arıtma tesislerine saldırıldı ve sekiz barajdan yedisi imha edilmiştir. Kasıtlı olarak Irak'ın su tesislerinin imha edilmesi ya da ağır hasara uğratılmasının hedeflendiği açıktır. ABD hükümet yetkililerinin Washington Post’a itiraf ettiği gibi, bütün bunlar daha geniş bir planın parçasıydı. Askeri önemi olmayan hedefleri çatışmada bombalamanın amacı "savaş sonrası için güçlendirme yapma" idi. Çünkü "bombardımanın, uluslararası yaptırımların Irak halkı üzerindeki ekonomik ve psikolojik etkisini artırması umut ediliyordu". Daha sonra açıklanan belgeler su arıtma tesislerini yok etme, klor ve su arıtma için gerekli diğer tedarik malzemelerini sınırlama planının, bunun sonucu olarak ortaya çıkacak su kaynaklı hastalık patlamasının tam bilincinde olarak yapıldığını göstermektedir. 15 Mart 1991 tarihli Irak'ta Tıbbı Sorunlar başlıklı raporda şu husus belirtilmektedir: "Hiç işleyen su ve kanalizasyon arıtma tesisi yok ve ishal vakalarında normalin dört katı artış

olduğu görülüyor" (Mahajan, 2003: 145). Mayıs 1991 tarihli Mülteci Kamplarda Hastalık Durumu adlı raporda "Mülteci kamplarında kolera ve kızamık ortaya çıktı. Yetersiz su arıtması ve yetersiz temizlik nedeniyle başka bulaşıcı hastalıklar da yayılacaktır" (Mahajan, 2003: 145).

Savaştan sonra Irak'a uygulanan yaptırımlar yıllar boyunca yenilenerek sürmüş, su kaynaklı hastalık patlamasıyla mücadele etmek için gerekli olan ilaçlar dahil, çok az ilaç girebilecek şekilde düzenlenmiştir. Başlangıçta Irak'ın petrol satma hakkı reddedilmiştir, böylece ilaç alacak parası olmadı, daha sonra ise bütün maddelerin ithali bürokratik gecikmelere, katı ve keyfî sınırlamalara tabi tutulmuştur. ABD ve destekçileri bombalamayla başladıkları işi, Iraktaki aşı üreten tesisleri kasıtlı olarak imha ederek bitirdiler ve 2001 yılı yazına kadar yaygın bulaşıcı hastalıklar için gerekli olan aşıların büyük bir kısmının Irak'a girişi yasaklandı (Mahajan, 2003: 146).

Bu kasıtlı hedef alma ve ilaçların sınırlanması uluslararası hukukun açık ihlalini oluşturmaktadır. Cenevre Sözleşmesine Ek (Dördüncü) 1977 Protokolünün 54. maddesi " gıda maddeleri içme suyu tesisleri ve şebekeleri ve sulama tesisleri gibi sivil nüfusun hayatım idame ettirmesi için vazgeçilmez nitelikte olan objelere saldırmayı, imha etmeyi, ya da kullanılamaz hale getirmeyi" illegal saymıştır (Mahajan, 2003: 146). Üstelik bu davranış biyolojik savaşa eştir; hastalık için gerekli şartları yaratma ve sonra tedaviyi engelleme, kasıtlı olarak şarbon gibi, bir hastalığa neden olan organizmayı meydana getirmekten ahlaken pek farklı değildir. Ve bütün bu belgeler bunun sonuçlan tamamen bilinerek ve hatta sürekli izlenerek gerçekleştirildiğini göstermektedir. Yeni emperyalizm daha karmaşık, daha dolaylı kontrol biçimleri içermektedir, ancak ölümcüllükte eskisini aratmaktadır.

11 Eylül saldırısı sonrası Afgan halkının başına gelecek olaylar bundan çok farklı değildi. Afganistan’a saldırmak için askeri harekât hazırlıkları tamamlanırken, Bush yönetimi aniden bombalama için yeni ve şaşırtıcı bir gerekçe ortaya attı. Bombalamadan sonraki haftalarda, öfkeli çığlıklar ve intikam arzuları, insanlar, bombalama, sivil savaş ve yıllarca süren kuraklıkla mahvolmuş bir ülkede yalnızca uluslararası yardım programlarına bağımlı olarak yaşayan 61 milyonluk Afgan halkının gerçekten acıklı durumunu öğrendikçe, yavaş yavaş dinmeye başlamıştı. Kamuoyu

görüşü hızla “Afganistan'ı tereyağı bombardımanına tutmaya” doğru kayarken, hükümet bu görüş değişikliğini fark edip, savaşı haklı göstermek için zekice bir manevra yaptı.

Bu gerekçe 4 Ekim’de adı açıklanmayan hükümet yetkilileri tarafından New York Tımes’ta ortaya atıldı (Mahajan, 2003: 48) ;

- Afgan halkı açlıktan kırılıyor, bu nedenle havadan gıda ve diğer yiyecek maddelerini atmalıyız.

- Gıda maddesi atacak uçaklar Taliban’ın hava savunma sistemi nedeniyle tehlike de olacaktır, bu nedenle öncellikle hava savunma sistemini imha etmeliyiz.

- Taliban’ın hava savunma sisteminde, CIA tarafından mücahitlere verilen yüzlerce seyyar, elle kumanda edilebilen Stinger uçak savar füzeleri bulunmaktadır. Seyyar hava savunma sistemleri yok etmek için geniş çaplı bir bombalama gereklidir.

Bombalamanın başlamasından kısa süre sonra, 7 Ekim'deki basın konferansında ABD Savunma Bakanı D. Rumsfeld şunları söylüyordu: "Koalisyon ortaklarımızla birlikte bugün başlattığımız, hava saldırıları yoluyla gerçekleştirmeyi umut ettiğimiz etki; Afganistan'da sürdürülebilir anti-terörist ve insanî yardım operasyonları için uygun şartları yaratmaktır. Bu durum, diğer hususların yanı sıra, öncelikle hava savunma sistemlerinden ve Taliban uçaklarından gelen tehdidin ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir" (Mahajan, 2003: 49). Bu amaca ulaşmak için geleneksel savaş gereçlerinin yanı sıra, ABD güçleri büyük ölçüde Kuzey Afganistan'a olmak üzere, günde iki uçak dolusu (37.500) paketlenmiş gıda bırakmıştır.

Böylece Amerika kendisini medeniyetin nihaî örneği olarak sunmakta, bir yandan yalnızca saldırganları hedef alan hassas bombalama yaparken, diğer yandan masum Afganistan’ı cömertlik yağmuruyla sulamaktaydı. Ancak bu göz boyamadan daha ileriye giden bir yardım değildi. Deneyimli insani yardım çalışanları havadan yardım atmayı daima en son başvurulacak kaynak olarak görürler. Çünkü bunlar tehlikeli olabilir, boşa gidebilir ve hepsinden önemlisi yerde bir dağıtım ağı

bulunmadıkça en çok gereksinimi olanlara ulaşmada tamamen etkisizdir.

Zaten 11 Eylül’den sonra Afganistan içinde de durum değişmişti. ABD hükümeti, yetkililerinden gelen sert açıklamalarla birçok Afganlının kentleri terk etmesine ve zaten ağırlaşmış bulunan mülteci krizinin daha da artmasına neden oldu. Katolik Vakfı Cafod'un müdürü Julian Filichowski'ye göre on binlerce yeni mülteci yaratan "askeri harekât tehdidi insanî şartları daha da kötüleştirdi" (Mahajan,2003:50). UNHCR'ın güncel hesaplamalarına göre ülke dışında 3,6 milyon Afganlı bulunurken, muhtemelen l milyon insan "ülke içinde yerlerinden oldu". Savaş tehdidiyle birlikte Taliban, yardım kuruluşlarını çalışanlarının güvenliğinin artık garanti edilemeyeceği konusunda bilgilendirdi. Bu nedenle bütün yabancı yardım kuruluşları oradan çekildi ve yardım faaliyetleri bir anda durdu. Yalnızca güç kullanımı değil, güç kullanımı tehdidi bile, (özellikle böylesine ağır insanî sonuçlar doğurduğu zaman) uluslararası hukukun ihlali anlamına gelmekteydi.

Birkaç hafta sonra yardım faaliyetleri yeniden başladı ve zaten bir kaç hafta kaybetmiş olan yardım örgütleri kış gelmeden önce yeterince tedbir alma gibi dev bir görevle başa çıkma mücadelesine giriştiler. Bu faaliyetlerini tam hıza ulaştıramadan, bombalama başladı ve faaliyetler yeniden kesintiye uğradı. Örneğin WFP ülkeye giden bütün konvoyların askıya alındığını ilan etti ve Afganistan'daki 350 çalışanına evlerinde oturmalarını tavsiye etti. Her ne kadar ülkeye konvoy ve dağıtım kısa sürede yeniden başladıysa da, haftalar boyu bu faaliyetler gerek duyulanın ancak çok azını karşılayabilmişti.

Önce savaş tehdidi sonra da savaşın kendisi yüzünden BM İnsani işler Koordinasyon Ofisi yardıma bağımlı Afganlıların sayısının 5,5 milyondan 7,5 milyona yükseleceğini hesaplıyordu. Aynı şekilde tehdit ve bombalama mevcut yardım dağıtımını haftalarca durdurdu ve yeniden başladığında ise dağıtım ancak gerekli düzeyin yarısına ulaştırılabildi. Böylece yardım faaliyetleri için gerekli şartlar oluşturacağı varsayılan bombalama, günde en fazla 37.500 kişiyi besleyebilmek için (ki bu da dağıtımın mükemmel olmasına bağlıdır) milyonlarca insana sağlanan yardımların kesintiye uğramasına neden oldu. ABD silahlı kuvvetlerinin bütün stoku olan 2 milyon yiyecek paketti. Bu da yardıma ihtiyaç duyan insanların ancak dörtte birinin bir günlük

ihtiyacına yetiyordu. Ayrıca insanî örgütler havadan atılan yiyecek yardımlarının yalnızca bir yalan ve saldırı savaşının bir maskesi olduğunu, insanî duygulardan kaynaklanan bir şey olmadığını açıkça gördüler.Ayrıca bombalama nedeniyle doktorlar ve diğer eğitimli kimseler Pakistan'a kaçarken, büyük çoğunluğu kendi dillerinde bile okuma yazma bilmeyen halka gönderilen yiyecek paketlerinde bulunan antibiyotiklerin prospektüsleri İngilizce idi (Mahajan, 2003: 51).

Nobel Ödüllü Sınır Tanımayan Doktorlar grubu daha da ileri giderek, havadan gıda paketi atılmasını "askeri propaganda" olarak nitelemiştir. Hemen hemen ilgili bütün kuruluşlar, Afganlıların kafasında insanî yardımla gelen bombalamayla bağlantılı olmanın kendi konumlarını kötüleştireceğinden kaygı duymaktadırlar. Sınır Tanımayan Doktorların Başkanı Jean-Herve Bradol şunları söylüyordu: "Biz ABD askeri harekatının bir parçası olarak algılanmak istemiyoruz". Hatta ABD yetkilileri bile kampanyayı insanî ve psikolojik operasyonların bileşimi olarak tanımlamaktadırlar. Yetkililer Amerika'nın oraya yardım için geldiği fikrini yaratmanın Afganlıların yaşam şartları üzerinde sağlanan herhangi bir somut etkiden daha önemli olduğunu ileri sürüyorlardı (Mahajan, 2003: 51).

Kış yaklaşmaya başladığında UNICEF, eğer çok hızlı bir şekilde bir şeyler yapılmazsa, kesintiler yüzünden, 100.000 çocuğun daha (zaten binde 257 olan 5 yaş altı çocuk ölümünden ayrı ve onun üzerinde olarak) kışın öleceği tahmininde bulunuyordu. Ölebilecek yetişkinlerin sayısı hesaplanmamıştı, ancak bu sayının da oldukça yüksek olması kaçınılmazdı (Mahajan, 2003: 51).

12 Ekim'de BM İnsan Haklan Komiseri Mary Robinson, bombalamanın durdurulması ve böylece yardım malzemelerinin nakledilebilmesi çağrısında bulunarak şunları söyledi: "Bu çok acil bir durum. Bir askeri harekât sürerken gıda konvoylarını ülkeye sokmak çok güç... Milyonlarca insan risk altında. Fırsatı kullanmadığımız için bu kış yüz binlerce, belki milyonlarca insanın açlıktan ölmesini seyredecek miyiz?" Ertesi gün, muhtemelen siyasal baskılar nedeniyle, Robinson çağrısını geri almıştır. Ancak kısa süre sonra, 17 Ekim'de BM Gıdadan Yararlanma Hakkı Özel Raportörü Jean Ziegîer; Oxfam International, Christian Aid, Action Aid ve Islamic Relief dahil bir grup özel yardım kuruluşunun ortak beyanında bu çağrı tekrarlandı. Bu açıklamada

kuruluşlar Afganistan'daki BM gıda stoklarının yalnızca iki haftalık kaldığını (9.000 ton) ve en az iki milyon insanın kışı geçirmek için yeterli gıdaya sahip olmadığını ve bunlardan 500.000'inin ulaşım bağlantısının kısa süre içinde kar yüzünden kesileceğini bildirmişlerdir.

ABD hükümeti bu kaygıları görmezden gelmiştir. Bazı İslam ülkeleri benzer çağrılar yapmaya ve 15 Kasım'da başlayan ramazan ayı boyunca bombalamaya devam edilmemesi gerektiği uyarısında bulunmaya başladığında, herkes (özellikle Amerika'nın en vazgeçilmez müttefiki Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref’in bile buna uyduğu dikkate alındığında) ABD hükümetinin bunları dikkate almasını bekliyordu. Halbuki bütün hükümet açıklamalarında bombalamanın kesintisiz süreceği belirtildi.

ABD politikasının hayati, insanî sorunlar konusundaki ilgisizliği açıkça görülmüştü; ama şimdi çok daha ilginç bazı şeylerin işaretleri görülmektedir. Bombalarla karışık gıda paketleri atmak Amerika'nın yardım sorununu si-yasallaştırmaya çalıştığı tek yol değildir (Mahajan, 2003: 53). Devlet Bakan Yardımcısı Richard Armitage "gıda dağıtımı planlarının, gıdaların Taliban'ın eline geçmesine izin vermeyecek tarzda" yapılması gerektiğini önceden açıkça belirtmişti (New York Times aktaran Mahajan, 2003: 51). Silahlı kişilerden oluşan Taliban'ın kendilerinin (ülkede yiyecek bulunduğu sürece) insanî yardıma gereksinim duyması pek mümkün ol-madığından, gerçek hedefin; yardımı Taliban kontrolündeki bölgelerden uzak tutarken, Taliban'ın kontrolü altında olmayan bölgelere ulaştırmak, böylece bu bölgede yaşayanları Taliban'a karşı çıkmak ya da oradan ayrılmak için teşvik etmek olduğunu düşünmek mantık dahilindeydi. Gerçekten de Armitage'nin değerlendirmelerinin nasıl uygulamaya konulacağı sorulduğunda, Devlet Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher "gıdanın mülteci kamplarında ve Taliban tarafından kontrol edilmeyen bölgelerde dağıtılabileceği önerildi " yanıtını veriyordu.

Elbette insanî yardımın ilk prensibi tarafsız olması, herhangi bir siyasal gündem düşünülmeksizin ihtiyaca dayalı olarak yapılmasıdır. Aslında siyasal gerekçelere dayalı olarak yardımlara müdahale etmek uluslararası hukuku ihlal etmektir. Ne yazık ki, Amerikan hükümeti bunu defalarca yapmıştır (Mahajan, 2003: 51). Bombalamanın başlamasıyla Taliban'ın toplu olarak çekilmesi arasındaki yalnızca beş haftalık sürede, Amerika siyasal baskı aracı olarak seçici biçimde açlık ve ıstırabı kullanma girişiminde

bulunduğunu gösteren bazı faaliyetler gerçekleştirmiştir.

Kabil'de ilk kez bir Kızıl Haç depo kompleksi hassas bombalarla bombalandığında, bunun bir hata olduğu savunması geniş ölçüde kabul görmüştür.. Ancak birkaç gün sonra, Kızıl Haç sözcüsünün büyük bir kızıl haç işaretiyle işaretlendiği ve önceden yerinin yasaklanan hedefler arasında yer alması için Amerika'ya bildirildiğini belirtmesine rağmen, aynı kompleks bir kez daha