• Sonuç bulunamadı

İnsan Doğası Varsayımları ve İktidar Modelleri İlişkisi

4. NEOLİBERAL ÖZNENİN KURULUŞU

4.2 Neoliberal Öznenin Psikolojik Kökenleri ve Bir Neoliberal

4.2.1 İnsan Doğası Varsayımları ve İktidar Modelleri İlişkisi

Pierre Dardot ve Christian Laval, Dünyanın Yeni Aklı kitabında "çıkarların

akılsallığı" ve toplumsal mekanizma arasındaki ilişkiyi incelerken, "birey hakları" ve "birey çıkarları" kavramlarını karşılaştırarak işe başlarlar.1 "Birey haklarını" açıklamak için, doğal hakların varlığına başvurulurken, "birey çıkarlarını" açıklamak için bilimsel bir temele başvurulur. Birincisi hukuksal iken, ikincisi bilimseldir. İkinci anlayış, bireyin doğası, toplumun düzeni ve

tarihin ilerlemesi üzerinden şekillenir ve pozitif bir yönetim anlayışının, kendi çıkarları peşinde koşan, arzularının ve böbürlenme düşkünlüğünün güdümünde hareket eden insanın bir çıkar öznesi olarak konumlandığını, politik iktisat alanının önünü açar.

Bu anlayışı analiz ederken, Locke, Hobbes ve Adam Smith’in yapıtlarına başvurmakta fayda vardır. Örneğin Locke’a göre, insan eylemini harekete geçiren şey, "bir nesnenin eksikliğiyle birlikte hissedilen kaygı ve rahatsızlık’ ve bu

rahatsızlığın yol açtığı ‘arzudur."1

İyi niyet, adalet ve çıkar kavramlarını bağdaştıran bir sistem kurmaya çalışan Adam Smith, bunu pek de başaramaz. Sonuçta da, bütün bu rekabet içinde, insanların esas hedeflerinin, sağlık, mutluluk ve zenginliğin kendisinden çok, öteki insanların onayını ve memnuniyetini kazanmak olduğunu söyler. İnsanlığı çalışmaya ve zenginleşmeye iten gücün bu tip bir yanlış anlaşılma olduğunu ileri sürer. Bu anlamıyla düşünüldüğünde, "çalışma" aslında, ötekilerin gözünde "değerli" olabilmek adına yapılan bir eylemler bütünü olarak, eksiklikleri gideren yani "arzuları" tatmin eden bir şeydir.

Politik yapıyı ve toplumsal akdi "arzular" ekseninde ele alan bir diğer kişi de Hobbes’dur. Hobbes’un toplumsal akit teorisinin dayandığı, "insan doğası" varsayımları bu anlamda incelenmeye değerdir.

Hobbes’un insan doğası ile ilgili temel hipotezi, insan yaşamını sağlayan hareketliliğin, temelde dışsal etkilere tepki olarak gelişen duyu organlarının, sinirlerin, kasların, hayal gücünün, hafızanın ve aklın bir tür mekanik çalışmasıdır. Bu hareketlerin ana ve tek motivasyonu da "ölümden kaçmaktır". Bu anlamda değerlendirildiğinde, Hobbes, ölümden kaçmayı insan yaşamının merkezine alır. Hatta diyebiliriz ki, yaşamın kendisi ölümden kaçma aktivitesine dönüşür. Bütün diğer arzular, amaçlar ve girişimler bu ana amaca hizmet eder. Bunlara toplu olarak arzular ve iştahlar diyebiliriz. Öteki uca ise bu arzu ve iştahları doğuran ana motivasyon olarak ölüm korkusunu

1 Dardot,P. ve Laval, C. (2012). Dünyanın yeni aklı, Neoliberal toplum üzerine deneme (I.

yerleştirebiliriz. Hafıza, hayal gücü, duyular ve akıl evrimsel olarak ölümden kaçmaya bir tepki olarak doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu anlayışın çok daha gelişmiş halini daha yakın zamanda Richard Dawkins’in yazdığı, Gen

Bencildir kitabında da bulabiliriz. Dawkins’e göre, insan denen varlık, esas

itibariyle bir "ölüm-kalım oyununda", tek amacı yaşamını sürdürmek olan bencil makine-robotlar olarak gelişmişlerdir. Milyonlarca yıla yayılmış evrim süreci, matematiksel olarak yaşamı sürdürmeye yarayacak olan olasılığın gerçekleşmesini sağlayacak kadar uzundur.

Yaşamı sadece ölümden kaçmak olarak kurulan bir insan öznenin, bilinç dışı ölüm korkusu ve ölüm korkusundan kaçmak üzere geliştirilen arzu ve iştahlar tarafından yönetileceği açıktır. Bilinç dışı ölüm korkularından kaçış üzerine geliştirilen bir hayat ve bu doğrultuda gelişen bir özne modeli dışında başka bir yol yok mudur insanlar için? Bu noktada, Antik Yunan’a ve Sokratik bakış açısına başvurabiliriz. Sokratik bakış açısında, insanın kendiyle ilgilenme yolu, ölümden kaçmak için elinden geleni yapmaktan çok farklı bir şekil almıştır. Foucault’nun "kendilik kaygısı" dediği bu yolun, ‘’ölüm kaygısından’ çok farklı olduğu çok açıktır. İnsanın ölümlülüğü ve sonluluğu, Sokratik gelenekte ve Antik Yunan’da, Hobbes’un teorisine göre gelişen geleneğe göre çok farklı bir yere yerleştirilmiştir. Foucault bunu şu şekilde özetler:

....insanın kendi selametini araması, kendisi için kaygı duyması anlamına gelir. ...Kendilik kaygısı, tamamıyla ölümün kabullenilmesinde odaklanabilir, hatta belli bir noktaya kadar sanki ölüm arzusuna bile dönüşebilir. Aynı zamanda, başkaları için kaygı duyma olmasa bile, en azından kendi için başkalarına yararı dokunacak şekilde kaygı duyma biçimini alabilir.1

Görüldüğü üzere, Antik gelenekte, ölüm kaygısı merkezli bir yaşam anlayışının aksine, "ölüm bilinci", insanı kendisinin ve başkalarının selametini aramaya yönelten bir sınırlılık ve sonluluk bilinci olarak gelişir.

Bu durumda, ölüm korkusu merkezli bir anlayış nasıl bir dünya ve nasıl bir insan özne kurar? Hobbes’a göre, iştah ve arzular, dış dünyanın değişen koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterirler. Değişmeyen tek şey vardır o

da, insan yaşadıkça, arzu ve iştahların da devam etmesi ve yaşamın bu iştahları doyuracak stratejiler çerçevesinde yönetilmesidir. Hobbes’a göre, insanların birbirinden farklı fizyonomik yapıları olduğu için, farklı insanlar, güç ve iktidar, bilgi, maddi şeyler veya şeref ve onur gibi kavramlar için farklı düzeylerde arzu duyarlar. Fakat, bu ana amacın, ne olursa olsun, fiziksel yaşamlarını sürdürmek olduğu gerçeğini değiştirmez.

Böyle bir dünyada, herhangi bir insanın gücü ve iktidarı, onu gelecekte de ölümden koruyacak olan kaynakların (ki bunlar artık İyi’nin kendisi olmuştur) bir toplamıdır. C. B. Macpherson Hobbes’un Leviathan’ına yazdığı gGiriş bölümünde, bu varsayımlara dayanan bir dünyada, iktidar ve güç yapılanmasının şu şekilde gelişeceğini söyler: a) orijinal veya doğal ve b)

araçsal veya sonradan ele geçirilmiş.1 Doğal veya orijinal iktidar birtakım içkin

güç, yetenek, sanata/zanaata yatkınlık gibi şeylerken, araçsal veya sonradan ele geçirilmiş iktidar ise tam da doğal güçler ve yeteneklerle elde edilmiş varlıklar, dostlar ve ün gibi şeylerdir. Bu bağlamda, herhangi bir insanın gücü, kendinde bir yetenek olarak durduğu haliyle değil, ancak öteki insanlara nispeten fazlalığı ya da azlığı ile ölçülür.

Bu anlayışa göre, iktidar, ötekilere nispeten sahip olunan fazla ya da "artık" güçtür. Bu durum kanımca, neoliberalizmdeki, "rekabet" yasasının temellendirildiği iktidar anlayışıdır. Buradan anlaşılıyor ki, neoliberalizmdeki rekabet yasası, temelde ölüm korkusu ve ölümden kaçınmaya yönelik geliştirilen arzu ve iştahlar çerçevesinde inşa edilen bir özne ve iktidar modeline işaret eder.

Bu iktidar modelinden aşağıdaki çıkarımları yapabiliriz:

- iktidar elde etmenin tek yolu, kendi güç ve iktidarına karşı olan güç ve iktidara hakim olmaktır (hükümranlık)

- Bir insanın değeri/ederi, bu insanın gücü ve iktidarının kullanımı için verilebilecek olan fiyattır.

Bu durumda, insanın değeri, öteki insanlara ve içinde yaşadığı topluma sağladığı katkılarla değil, elinde yaşamını sürdürmek için biriktirdiği gücün öteki insanlar üzerinde kurduğu tahakküme göre ölçülür. Bu noktada, hükümranlık modelinin kurduğu "İyi" kavramı, örneğin Antik Yunan’daki "İyi" kavramından net olarak ayrılır. Antik Yunan’da, "İyi", herkes için ve dolayısıyla kişinin kendisi için de iyi olandır. Hükümranlık modelinde iktidar artık dışsal ve öteki üzerinde uygulanan bir güce dönüşür. Bu gücün de tek bir amacı vardır: ölümden kaçmak. Böylesi bir ölüm korkusunun hakim olduğu dünyada, doğal olarak, insanlar, ötekilerin sahip oldukları gücü, kendilerine transfer etme uğraşına girerler. Sonuç olarak, ölüm korkusunun kurduğu bir dünya modelinde, güç ve iktidar için bitmek tükenmez bilmez bir rekabet ve savaş başlaması kaçınılmazdır.

Bu tarz bir toplumsal yapıda, sosyal altyapı, insanlar ötekilerin gücünü ele geçirmeye uğraşırken, insanın değerini, onun gücünü kullanmak üzere satın alacak bir fiyata endeksleyen bir ‘açık pazar’ olarak gelişir. Aslında, teorisinin bu noktasında, Hobbes’dan beklenen adım, insanların yaşamlarını sürdürmek için, birbirleri ile savaşmak zorunda oldukları bir dünyanın yaşanamaz olduğunu görüp ve tam da tek amaçları yaşamlarını sürdürmek olan bu tür insanların ilk yapacakları şeyin, bir akit yaparak birbirlerini öldürme hakkından vazgeçmek olduğu sonucunu çıkarmasıdır.

Oysa, Hobbes, teorisine yeni bir hipotez ekler. Buna göre, her şeyden önce bir hipotetik Doğa Durumu vardı. Doğa Durumunda, insanları birbirlerini öldürmekten alıkoyan bir iktidar, yasa veya yaptırım yoktur. Dolayısıyla, herhangi bir zaman algısı, dil, sanat, bilgi, endüstri veya kültür gelişemez. Böyle bir durumda, insan hayatı çok kısa sürerdi. Böyle bir toplumda, ancak "Doğal Hak" ve "Doğal Yasa" geçerli olurdu ki bunlar da insanın yaşamını sürdürmek için gereken her şeyi yapma hakkını ona verirdi. Bu hak gerektiğinde kendini tehdit ettiğini düşündüğü herkesi öldürmeyi de içerirdi. Hobbes, toplumsal akit teorisini işte bu hiçbir zaman var olmamış, tamamen hipotetik duruma dayandırdı.

Hobbes’a göre, insanlar, bu sürdürülemez dehşet durumunu sona erdirmek üzere bir akit yaparlar. Fakat, akdin yapılmış olması demek, insanların hala, ölüm korkusuyla dolu ve birbirlerini öldürmeye son derece meyilli oldukları gerçeğini değiştirmez. Bu durumda, insanlar başka bir yol bulurlar. Doğal Haklarını, akdi güvence altına alan bir sözleşme yoluyla başka bir kuruma, kendilerinden ayrı dışsal bir varlığa transfer ederler. Bu varlık Hükümrandır. Hükümranın ana görevi, akdin güvenliğini sağlamaktır.

Hükümranlık modeli, örneğin Antik Yunan’daki toplum ve devlet anlayışından çok farklıdır. Antik Yunan’da akıl ve bilgi üzerine inşa edilen toplumsal yapı yerine, Hükümranlık modelinde ölüm korkusu ve bu korkuyu bertaraf etmek için geliştirilen arzu ve iştahlar ekseninde bir dünya inşa edilmiştir. Hükümranın varlığını sürdürebilmek için de kendisini var eden insanlar topluluğuna karşı savaş açması ve mücadele etmesi kaçınılmazdır. Sonuçta, ölüm korkusu eksenli bir dünya inşaatı, yine ölüm-kalım paradigması içinde var olan bir iktidar modeli doğurmuştur.

Oysa ki Antik Yunan’da, ölümün sorunsallaştırılma şekli çok farklı olduğundan, insanlar yaşamak için birbirleriyle savaşmak ve "ötekinin" canını almak zorunda oldukları bir anlayışa sahip değillerdir. Yaşam, daha bütünsel bir kavram olarak, hem insanın kendisinin, hem ötekilerin hem de toplum ve içinde yaşanılan şehrin ortak yaşamıdır. İnsan hem ötekilerle beraber hem de onların sayesinde yaşar ve onları yaşatır.

Aynı şekilde, Antik Yunan’daki "akıl" ile, Hükümranlık modelindeki akıl (devlet aklı) birbirinden çok farklıdır. Hükümranlık düzeninde, akıl, tam olarak bilinç üstü bir aktivitedir diyemeyiz. Genel olarak, bilinç üstü zihinsel aktivitelerin, bilinç dışı güdüler ve korkular tarafından şekillendirildiği bir mekanizmalar örgütlenmesidir. 1

1Bu mekanizmaların Melanie Klein’ın ileri sürdüğü gibi insanın doğuştan getirdiği yıkıcılığa ilişkin geliştirilen mekanizmalar olup olmaması bu tezin tartışma çerçevesinin dışındadır. Fakat gerek Melanie Klein gerekse diğer psikanaliz teorisyenlerinin ortaya çıkarttığı savunma mekanizmalarının önemli bir kısmı da çevreye verilen reaksiyon ve yanıtlar olarak ilişkisel olarak geliştirilir. Dolayısıyla herhangi bir iktidar modelinin kurduğu dünyada insanların kullandığı savunmaların (bilinç dışı ve bilinçli) önemli bir kısmı tam da bu iktidar modeli tarafından desteklenir ve üretilir.

Görüyoruz ki, Hobbes’a göre, insanları akit yapmaya iten şey, aslında hem kendilerinin hem de ötekilerin ‘saldırganlığından’ korunmaktır.

Freud’dan sonra Erich Fromm ve Kohut gibi bir grup psikanalist saldırganlığın cinsellik gibi bir güdülenme olmadığını ve daha çok gelişim evresinde maruz kalınan yaralanmalara bir tepki olarak geliştiğini kabul ederken, Melanie Klein ve Otto Kernberg gibi bir başka grup insanda saldırganlığın bir dürtü olduğunu kabul ederler. Saffet Murat Tura’nın Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve

İD adlı kitabının Türkçesi’ne yazdığı Haz İlkesinin Ötesi ve Oidipus Kompleksi’

başlıklı önsözde belirttiği gibi, "düş kırıklığına bağlı veya kendine güvenin bir parçası olarak yaptırımcı öfkeden, haset, kıskançlık, rekabet, hınç, intikam duyguları, öç alma, nefret, kendine yönelik şiddet, intihar ve adam öldürme arzuları"1 gibi geniş bir çerçevede ele

alınabilecek saldırganlıktan kimse muaf değildir. "Ancak saldırganlık, acımasız ve saldırgan bir çevreye verilen bir yanıt mıdır yoksa kendiliğinden var olan bir güdülenme midir" sorusu önemli bir sorudur. Aslında saldırganlığı ele almanın en doğru yolu hem hangi başka güdülerden kaynaklı olduğunu belirlemek hem de çevresel faktörlerle içerideki bu güdülerin nasıl birlikte çalışıp saldırganlığı ürettiğini anlamaya çalışmaktır.

Saldırganlığa hücre düzeyinde örnek veren Saffet Murat Tura, canlı hücrelerin bir başka hücrenin içerdiği fotonlarla çarpışarak enerji değeri yükselmiş elektronları ele geçirme mücadelesini, "yeme" aktivitesine benzetir. Yani hücre düzeyinde bile saldırganlık vardır ve amacı kendi yaşamı için gerekli kaynağı elde etmektir. Bu anlayışla düşündüğümüz zaman, saldırganlığın biyolojik kökenlerinin aslında yine "ölümden kaçınma" ve "yaşam güdüsüne" bağlı olduğunu ve bu güdülerin ilk ortaya çıkışının da "oral beslenmeye" denk geldiğini görürüz. Yani, "yemek" aynı zamanda bir oral saldırganlık eylemidir. Bu açıdan düşünüldüğünde saldırganlığın amacı kendi yaşamını sürdürmektir ve daha çok bir savunma mekanizması olarak doğar. Yani kendiliğinden canavarca bir saldırganlık güdüsü değil, tepkisel bir saldırganlık vardır.

Freud, S. (2011).

Bunun bizim için önemi şudur: içinde yaşanılan çevre ve yaşamsal çerçeve de saldırganlığı üretebilir, artırabilir veya azaltabilir. Dolayısıyla, belirli bir iktidar modelini ve toplumsal akdi insanların ‘a priori’ olarak saldırgan olduğu varsayımına göre yapılandırmak, saldırganlığı kışkırtır ve üretir. Dolayısıyla, serbest rekabet ve kolektiflikten uzak bir bireyselcilik anlayışı etrafında inşa edilen neoliberal düzen, başlı başına saldırgan tepkiselliği artırmaya, yeniden üretmeye ve ürettikçe giderek artan şekilde saldırganlık varsayımına dayalı bir sisteme kapanmaya yol açar. Neoliberal yönetimsellik bu anlamda, erken çocukluk döneminde yaşanılan oidipal yenilgilerden kaynaklı hınç, intikam ve haset olarak ortaya çıkan "ölüm korkusunu" sürekli gündemde tutarak, bir toplu "yineleme zorlantısı" düzeni inşa eder. Bunun trajik yanı, kendi kendini doğrulayan bir kehanet gibi çalışması ve insanların kendilerini bilinç dışı korkularını sürekli haklı çıkartan bir ortamda bulmalarıdır. Böylesi insanları rekabetin ve bireysel mücadelenin en doğru yol olduğuna ikna etmeye bile gerek kalmaz. Herkes tehdit altındadır ve kendini kurtarmalıdır.

Neoliberal yönetimsellik, orijinal olarak anne-baba-çocuk üçgeninde gelişen ve bilinç dışında yer eden saldırganlık, haset, kıskançlık, intikam, öç alma ve öç alınma korkusu gibi temel insan dürtü ve tepkilerinin yeniden üretildiği ve yaşandığı bir "Oidipus Denklemini" yaşamın temel inşa ilkesi yapar ve insanlar oidipus kompleksi evresine hapsolurlar.