• Sonuç bulunamadı

İnisiyatik Düşüncenin Doğuşu

II. BİTMEYEN ARAYIŞ

II.2. İnisiyatik Düşüncenin Doğuşu

İnisiyasyon insanlık tarihinin en önemli ve en anlamlı manevi fenomenidir Mircea Eliade

İnisiyasyon kelimesinin kökü latince "başlangıç" manasına gelen "initium"dur18. İnisiye etmek ise başlangıç yoluna koymak, bir tefekkür ve dahilî çalışma mekanizmasını harekete geçirmek manasına gelir.

İnsanoğlu düşünmeye başlayalı beri kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini, başka bir ifadeyle hayatın ve kendi hayatının manasını araştırıp durmuştur.

Beş duyusu vasıtası ile algıladıklarını aklının süzgecinden geçirip bazı neticelere varmış, buna bilim demiştir; altıncı hissini gönlüyle birleştirip irreeli reelde aksettirmiş, güzeli yakalamış, buna sanat demiştir; kimi zaman da kendi iç dünyasında tefekküre dalmış, bilimle sanatı mezcedip bazı neticelere varmış, buna da felsefe demiştir.

Peki ama, varolalı beri hakikati aramış insanoğlunun eriştiği neticeler tatmin edici olmuş mudur? Bu soruyu “bu cevaplar beni tatmin ediyor mu?” şeklinde kendimize sorup, cevabını da kendimiz vermemiz gerekir herhalde. Yani hepimiz bu soruyu kendi vicdanımızda cevaplandırmak durumundayız; ama bir takım objektif tespitlerde bulunmadan da bu cevabı sağlıklı vermemiz zor olur herhalde.

İlk insan…

Sevgiyle nefret, akılla duygular, vefayla ihanet, samimiyetle riya, velhasıl akla gelebilecek her türlü ikilem arasında bocalayıp duran, bu çelişik duygular arasında nereye gideceğine bir türlü karar verememiş, rüzgârın önüne kattığı bir kuru yaprak gibi oradan oraya sürüklenen bir abd-i âciz.

Çağdaş insan… Bugünün, asrımızın insanı…

Belki sebepler değişmiş, bir takım davranışları çağa uymuş; ama o da aynı duygular içerisinde oradan oraya savruluyor. Aradaki tek fark birisi kendisini çıplak gözünün görebildiği kadarıyla sınırlamış, diğeri ise binlerce senelik birikimiyle görebildiğinin ötesini araştırıyor.

Ama insan hep o aynı insan. Korkusuyla, sevgisiyle, nefretiyle, kıskançlığıyla, ihtiraslarıyla, zevkleri ve heyecanlarıyla, mutluluk ve pişmanlıklarıyla hep aynı

18 Yeri gelmiþken bir hususun altýný çizmek istiyorum. Bu çalýþmayý yayýnlanmadan evvel okumak lutfunda bulunan kardeþlerimden, tekrisin sözlük anlamýnýn inisiyasyondan farklý olduðunu ve bunun altýnýn çizilmesi gerektiðini söyleyenler oldu. Yerden göðe kadar haklýlar mutlaka. Fakat ben, kelimeler üzerindeki etimolojik tartýþmalarýn, verilmek istenen mesajý zayýflattýðýna inananlardaným. Dolayýsý ile bütün bu çalýþma boyunca tekris ve inisiyasyon kelimelerini ayný manada kullanacaðým.

çelişkiler yumağı. Bunca senelik çalışmanın neticesinde bir arpa boyu yol gidebilmiş;

aradığı hakikat yani kendi hakikati ise bundan çok daha derinlerde...

Ve Âdem evlâdının kafasında hep o aynı sorular: Ben kimim? Nereden geliyor ve nereye gidiyorum? Yeryüzündeki kısa misafirliğimin sebebi ne? Hayatımı ne şekilde yaşarsam varoluş sebebimle ahenk içerisinde olurum?

Ve sorular… Cevabı bir türlü gelmeyen, birbirini takip eden bunaltıcı sorular...

Ne var ki bunun hiçbir önemi yok zira hakikati, bir matematik denklemi çözer gibi herkesi tatmin edecek bir şekilde bulmak zaten imkânsız. Önemli olan onu araştırmak; sonu gelmese de bıkmadan usanmadan araştırmak. Hani topal karıncaya nereye gittiğini sormuşlar, "hacca gidiyorum" diye cevap vermiş. "Ama karınca, oraya varamazsın ki, hem yol çok uzak, hem de senin bir ayağın topal". "Olsun" diye yanıtlamış karınca, "olsun, varamasam da yolunda ölürüm ya".

İşte insanoğlunun hakikati arayışı da böyle bir macera olmuş. "Endişe etmeyin, gevşemeyin, inancınız sağlamsa mutlaka başarırsınız" ilâhi uyarısı doğrultusunda aramış, aramış, aramış. Belki herkesi tatmin edecek genel bir cevap bulamamış ama arayan insanın gönlüne birşeyler doğmuş. Adına ister bilim densin isterse de sanat yahut felsefe; ister akıl densin ister iman; ister ilim densin isterse de aşk; arayan insan dile getiremese de hep hakikati ucundan bir yerden yakalamış. O yakalamış o kaçmış;

bu kaçıp kovalama bir ömür boyu devam etse de, arayan insan gönlünde hep o kovaladığı, dile getiremediği hakikatten bir parçayla yaşamış. Gerçeğin evrimiyle, aranan hakikat de zamanla değişir gibi görünmüş ama insanoğlu değişenin hiçbir zaman hakikatin zatı değil, tecelli eden ve edegelecek sıfatları olduğunu bilmiş, daima gönlünde o büyük sırdan bir parçayla yaşamış. Mevlâna ne de güzel dile getirir bunu:

Gece üstadıma sordum kaç kez, Bana bu cihanın sırrını söyle tez, Üstadım cevap verdi gülerek, Bu sır ancak bilinir söylenemez

Arayan insan bir ömür boyu peşinden koştuğu ve gönlünde bir parçasını yakaladığı hakikati mezar denilen meçhule kendisiyle beraber götürmek istememiş; onu şu ya da bu şekilde, kendisinden sonra gelecek hemcinslerine, kardeşlerine iletmek istemiş.

Duyduğu heyecanı, gönlüne düşen ışığı başkaları ile de paylaşmayı arzulamıştır.

Yerden göğe de haklıdır bu arzusunda. Neden bir ömür boyu peşinden koşmuş olduğu ve ucundan dahi olsa elde ettiğini hissettiği bu nuru kendisiyle beraber bir bilinmeyene götürsün ki...

İnsan bulduğu hakikati kardeşlerine iletsin de, bunu nasıl başarsın? Bulmuş olduğu şey bir matematik denklemi değil ki kağıda kaleme sarılsın. Gönlüne doğmuş olan ve doğrudan doğruya karşısındakinin gönlüne akıtması gereken bir nur, bir aydınlıktır burada söz konusu olan. Kelimeler ise ne kadar zavallı, ne kadar âciz, ne kadar pejmürde kalırlar bunun için.

Bakın René Char ne güzel dile getirmiş bunu: “Sevdiğimiz insanla artık konuşmuyoruz; ve bu sessizlik manasına gelmez19

Sahiden de gelmez! İnsan kâinatın küçük bir modeli; her insan başlı başına bir kâinat; onun içinde kopan şiddetteki fırtınalar kozmosun başka hiçbir yerinde kopmuyor; ve ben, bu satırları yazarken dahi içimdekini tam olarak dile getirememenin, gönlümdeki heyecanı size tam olarak aksettirememenin acısını duyuyorum ve çareyi iletişim halindeki iki kişi arasındaki gönül köprüsünü, kelimelere fazla güvenmeksizin en güzel biçimde kurmuş olan Orhan Veli'ye sığınmakta buluyorum:

Ağlasam sesimi duyar mısınız Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz Gözyaşlarıma ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden evvel.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum.

Şüphesiz o yer bizim bu köhne dünyamız değil. Ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım bir süre sonra kendimizi ifadede âciz kalıyoruz. Aklımızdakini anlatsak, gönlümüzdeki dile gelmiyor; kelimeler içimizdekini tasvire yetmiyor.

Evet, kelimeler yetmemiş insanoğluna; yetmiyor ve yetmeyecek de; nasıl yetsin ki...

Bu kâinatın küçük bir modeli olan eşref-i mahlukatın kâh aklı kâh gönlü, hepsinden de önemlisi ikisini bir araya getirerek keşfettiklerini ifade edebilmek, içinde barındırabilmek kolay mı? Neticede kendilerinden bu kadar çok şey beklediğimiz o zavallı kelimeler, basit amblemlerden başka bir şey değiller ki...

Onun içindir ki semboller, düşünen ilk insanların bu güçlüğü aşabilmek, elde ettikleri bütün bu birikimi, bu bilgeliği insana yakışacak bir vasıta ile gelecek asırlara ve nesillere iletebilmek için sığındıkları bir liman oldular. Artık bütün bu değerler, ancak anlayışlı kafaların nüfuz edebilecekleri bir perdeyle örtülü bir biçimde insanlığın hizmetindelerdi.

Günümüzden binlerce yıl önce ortaya çıkan ve varoldukarı günden beri kendilerini çözmeyi bilen şanslı insanların yolunu aydınlatan bu değerler, bu semboller, bu sırlar yani bu Antik Çağın Misterleri bilhassa son asırlarda kendilerini anlayamayan materyalist kafalarca küçümsendiler; fazla antik hattâ bazen de antika olmakla, velhasıl çağa hitap etmemekle suçlandılar. Ama onlar hiç kırılmadılar; içlerinde

19 Sürekli az konuþtuðumdan þikâyet eden sevgili Alphan’ýn, benim güzel müstesna dostumun kulaklarý çýnlasýn!

barındırdıkları hakikati ve nuru, kendisinden emin bir bilgenin tevazuu ve sükûneti içerisinde onların lisanını anlayan imtiyazlı zümrenin gönlüne ılık ılık akıttılar.

Birbirlerinden farklı devirlerde yaşamış inisiyeler arasında bir gönül köprüsü kurdular. Böylece, yalnızca içinde olan imtiyazlı insanların anlayıp istifade edebileceği, dışarıda kalanlara ise hiçbir şey ifade etmeyecek, belki de çocukça gelecek, zamandan ve mekândan münezzeh müstesna bir dünyanın mimarı oldular.

Oswald Wirth bu hususta, o devirlerde keşfedilen hakikatlerin günümüzün bilgileriyle uzaktan yakından ilişkisi olmadığını zira eski bilgelerin sebepleri ve bilhassa da sebeplerin sebebini araştırdıklarını; günümüz biliminin ise sonuçlara önem verdiğini, gözlemlediğini, hesapladığını, ne var ki düşünmediğini yazar ve şöyle devam eder: "antikite bilgeler elde etmeye çalışıyordu; günümüzde ise sadece bilim adamları var".

Peki ya bundan asırlar önce İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsen Bu nice okumaktır

diye seslenen bir Yunus’u unutmak nasıl mümkün olabilir.

Velhasıl bilimi “neden diye sormayan, sadece nasılı araştıran” bir metod olarak gören, üstelik de bu metodu emsalsiz ve benzersiz kabul eden zihniyete “peki ama o zaman insanın temel sorularını nasıl cevaplandıracaksınız” diye soran bilgeler dün olmuş, bugün de var, yarın da olacaklar.

Dilerim hep baki kalacaklar.