• Sonuç bulunamadı

Ölüm, Ruhun Ölümsüzlüğü ve Masonluk

III. İNİSİYATİK PERSPEKTİFTEN HÜR MASONLUK

III.1. Fizikötesi ve Masonluk

III.1.3. Ölüm, Ruhun Ölümsüzlüğü ve Masonluk

"Faziletin birleştirdiklerini ölüm ayıramaz"

Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti 14. Derece Ritüeli

Neylersin, ölüm herkesin başında Uyudun uyanmadın olacak

Kimbilir nerede, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak Taht misali o musalla taşında

İşte böyle diyor Cahit Sıtkı, Türkçemizin o müstesna ozanı. Ve aslında hepimizin bildiği bir hakikati, en zarif bir biçimde dile getiriyor. Gerçekten de, şu yerküre üzerindeki mevcudiyetimizin kişiye göre gösterdiği bütün değişikliklere rağmen er ya da geç vardığı ortak bir nokta vardır: ölüm. Durumumuzun hiçbir önemi olmaksızın, bu dünyada ister sıhhatli ister hasta, ister iz bırakmış ister silik, ister zenginlik içinde ister fakir, ister etrafımız hayranlarla dolu ister yapayalnız olalım, bir an gelir ve biz ölümün kapısı önünde tek başına, aklımızda çözmeye çalıştığımız bir hayat muammasıyla karanlığın içine dev bir adım atmaya mecbur kalırız. Rıza Tevfik’in ifadesiyle:

Dünya dedikleri ulu yapıdan, Maksat ne hikmet ne bilen olmadı, Mezar dedikleri ulu kapıdan, Kafileler geçti gelen olmadı

Düşünen her insan için, bu kapının ötesi bir soru, bir muamma olagelmiştir. Gençlik yıllarında, hayatımızın gemisi sakin sularda seyrederken, her şey bizim için güzel ve aydınlıkken bu düşünceyi bir kenara atabilmek mümkün olabilse de, öyle bir an gelecektir ki, hayat ve ölüm sorusu bizim için geçiştirilemeyecek, mutlaka cevaplanması gereken bir hale gelecektir.

İnsanoğlu, kolaya kaçmayı sevdiğinden olsa gerek, bu soruya bir takım hazır cevaplar bulmuştur. Bunları ana hatları ile ikiye ayırabilmek mümkündür:

Materyalist teori hayatın beşikten mezara kısa bir seyahat olduğunu, insan aklının, hangi seviyede olursa olsun, maddenin belirli bir şekilde düzenlenişinden ibaret olduğunu, dolayısıyla ölümün ve vücudun parçalanışının hayatı sona erdirdiğini savunur.

İlahiyatçı teori ise, her insana doğumundan evvel Tanrı tarafından bir ruh verildiğini, insanın bu dünyada bir saniyeden bir asra kadar değişen bir süre boyunca yaşadığını ve bu sürenin sonunda da ruhun bedenden ayrılıp öbür dünyaya gittiğini ve bu dünyadaki davranışlarının neticesine göre orada saadet yahut acılar içerisinde yaşadığını savunur.

Rafael Atina Okulu isimli tablosunda bu iki düşünce ekolünün tutumlarını enfes bir biçimde sembolize etmiştir. Bu büyüleyici eser, filozofların toplandıkları bir binanın girişini tasvir eder. İçeriye giden basamaklarda ateşli ve derin sohbetlere dalmış insanlar gözükmektedir. Biraz daha yukarıda ve merkezde ise Eflatun ve Aristoteles oldukları söylenebilecek iki şahsiyet belirir. Biri gökyüzünü, diğeri ise yeri işaret etmektedir ve ikisi de sessizce diğerinin yüzüne bakmakta, karşısındakini kalbinde taşıdığı inanca ikna etmeye çalışmaktadır: birisi maddeden geldiğini ve bunun ötesinde birşey olmadığını, diğeri ise bedenin ötesinde ve ondan bağımsız yüce bir varlığın yani ruhun mevcudiyetini savunmaktadır.

İnsanların büyük çoğunluğu için kimin haklı olduğu muamması halen devam etmektedir. Tonlarca kağıt ve mürekkep bu muammayı çözmeye çalışan tartışmalarla boşuna harcanmıştır. Boşuna harcanmıştır zira herkesi tatmin edebilecek tek bir cevap zaten mevcut değildir. Dolayısıyla herkes bu soruyu kendi kendisine çözmek durumundadır. Bunu yapamayıp hazır bir cevap arayanlar için muamma daima var olacaktır.

Sahra Çölü'nün doğu ucunda hepimizin bilip tanıdığı Sfenks yükselmekte ve doğuya dönük ifadesiz yüzüyle, yeni bir günün habercisi olan güneşi ilelebet selamlamaktadır. Yunan mitolojisine göre bu canavar her yolcuya bir bilmece soruyor ve bunu bilemeyeni parçalıyordu. Odipus cevabı bulduğunda ise canavar kendi kendisini yok etmişti. Bu bilmece bugün de güncelliğini koruyan hayat-ölüm ikilemidir. Herbirimiz bunu ya çözeceğiz yahut da ölüm tarafından yok edileceğiz.

Ve hayat muammasının gerçek cevabını bulan insan için ölüm Sfenks'i yok olacak.

Ve işte o zaman şu muzaffer çığlığı atabileceğiz: "Ey ölüm gücün nerede? Ey mezar hani zaferin?"

Bu muammayı cevaplandırmaya yönelik bir yazıyı kaleme almayı faydasız bulanlardanım ben. Elbette ki bu konudaki yazıların, fikirlerin hepsi aynı derecede saygıya lâyıktır. Ne var ki bunların hepsi aynı derecede doğru yahut aynı derecede yanlıştır zira hepsi de son tahlilde inanca dayanmaktadırlar. İnanca dayalı iddiaların tartışılmasının ise bir kördöğüşünden öteye gidemeyeceği aşikârdır.

Sahiden, masonluk bütün bu tartışmaların neresindedir? Hemen en belirgin tespit ile başlayalım işe: hür masonluk mensuplarından tanrının mevcudiyetine ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmalarını ister.

Bu tespit bir ikincisini de beraberinde getirir: hür masonluğun materyalist teorinin salt maddeci yaklaşımı ile paralel düşünmediği mutlaktır. Mutlaktır ama, acaba sadece mensuplarının tanrıya ve ruhun ölümsüzlüğüne inanmalarını şart koşmasından dolayı onu ilâhiyatçı teorinin bir destekçisi olarak düşünmek mümkün müdür?

Bu noktada masonluğun inisiyatik kimliğini ortaya çıkartmak durumundayız. O zaman da bu soruya gönül rahatlığı ile “hayır” cevabını verebiliriz. Verebiliriz zira

masonluğu hiçbir teorinin yahut dogmanın kayıtsız şartsız destekçisi olarak düşünmek mümkün değildir. Masonluk, insana, inançlarını kişiselleştirmeyi ve hayata dair temel sorularını kendi vicdanında cevaplandırmayı öğretir. Bundan dolayı da hiçbir hazır cevabı benimsemez. Mensuplarını da bu yola sevkeder. Onun içindir ki masonlar, ölüm-hayat muammasını, inisiye sıfatlarına yakışacak bir şekilde, kendi vicdanlarında cevaplandıracaklardır.

Hür masonluğun, mensuplarından ruhun ölümsüzlüğüne inanmalarını beklemesi, kullandığı inisiyatik metodun, ezelden ebede maddenin hükümdarlığını savunan bir yaklaşımın üzerinde başarılı olmasının imkânsızlığındandır. Yoksa, hür masonluk gibi Aydınlanma Çağı’nın değerleri ile donanmış, insan zihninin mutlak hürriyetini hedefleyen bir müessesenin, mensuplarına herhangi bir dogmayı zorla kabul ettirmeye çalışacağını düşünmek, en hafif tabiri ile haksızlık olur.

Kısacası ruhun ölümsüzlüğüne inanç şartı masonlukta bir semboldür: masonluğun salt maddeci yaklaşımı reddinin sembolü. Ve bu reddediş, inisiyatik okulların, olmazsa olmaz denilebilecek asgari bir temel şartıdır. Dolayısı ile masonlar, bu temel şartın dışına çıkmamak kaydı ile, hayat-ölüm muammasına bütün hazır teorilerin dışında ve üzerinde olarak kendi benliklerinde cevap verme hakkına57 elbette ki sahiptirler. Ve bu sınırlar içerisindeki her inanç, hür bir vicdanın denetiminden geçtiği müddetçe, aynı derecede makbuldür. Yoksa bütün masonların ilâhiyatçı teorinin doktrinlerinin katıksız müminleri olmadıkları ortadadır. Zaten olmadığı içindir ki de dünyadaki bütün aydınlanma hareketlerinin içinde masonlar var olmuşlardır, olacaklardır.

Esasen ruhun ölümsüzlüğünü sadece ilâhiyatçı teorinin yaklaşımı ile sınırlı tutmak belirli bir haksızlığı da beraberinde getirir. Diyoruz ki ruh ölümsüzdür. Meselâ, ömrünü sevgiyle kendisinden daha şanssız insanlara vakfetmiş bir Albert Schweitzer, Kızıl Haç'ı kuran bir Henri Dunant, gönlü insan sevgisiyle dolu bir Hacı Bektaş-ı Veli ve isimlerini sayamayacağımız daha niceleri, hepsi ölümsüzdür. Ama madem ki her insanın bir ruhu var ve o ruh da ölümsüz, o halde bugün hepimizin gönül rahatlığıyla lânetleyebildiği bir Hitler ve bir Stalin de ölümsüzdür. Peki ama, bu iki tip insanı da aynı kefeye koyabiliyor ve sadece insan ve ruh sahibi olarak doğmuş oldukları için her ikisini de ölümsüz olarak nitelendirebiliyorsak, burada bir çelişki sezmemiz gerekmez mi?

Herhalde bir değil bin çelişki sezmemiz gerekir! Masonluktaki hedefler, usuller, etik değerler, tekâmül fikri, ve masonluğu masonluk yapan aklınıza gelebilecek herşey;

bunların hiçbirisi bu yaklaşım ile kabil-i telif değildir.

Bu vaziyet, masonların, geleneksel dinî yaklaşımı reddetmeleri gerektiği manasına gelmez. Lâkin üzerine çıkmalarını icap ettirir. Gerçek inisiye, insanın ölümsüzlüğünün kendi davranışlarından bağımsız olmadığını bilen insandır. Neden masonlukta ölüm Ebedî Maşrık58 ifadesi ile sembolize edilir? Ne manaya gelir “Ebedî

57 Belki de vazifesine

58 Ebedî Maþrýk, Sonsuz Doðu demektir. Eski tabirleri kullanmama kýzan çok kardeþim var ama Masonlukta geleneksel terminolojiden taviz verilmemesi gerektiðine inanýyorum. Kelimeler sadece harflerin biraraya gelmesinden müteþekkil cansýz varlýklar deðillerdir ki. Onlar zaman içerisinde kullanýla kullanýla bir ruh sahibi olurlar. Ve bir tanesini atýp yerine ayný manaya geldiðini düþündüðümüz bir baþkasýný koymakla o ruhu nakletmek mümkün olamaz ki.

Maşrık”? Daniel Ligou bu tabiri Hür Masonluğun Evrensel Sözlüğü adlı eserinde şöyle tanımlıyor:

“ …… masonların öldükten sonra gittikleri yeri, tasvir etmeksizin ifade eder. Sadece şu kalıpta kullanılır: falanca birader Ebedî Maşrık’a intikal etti.”

Kısacası Ebedî Maşrık, masonların inançlarına göre farklılaşabilen manalar taşıyabilen sembolik bir ifadedir. Ama her ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, ölümün mutlak bir yokoluş olmadığına duyulan bir inancı içinde barındırdığı da şüphesizdir.

Ebedî Maşrık tabiri masonluğun nur sembolizması ile de uyum içerisindedir. Her türlü nur ve ziyaın kaynağı Doğu değil midir? Ve Masonluğun temel misyonu da karanlıklar içerisindeki haricî âlemi aydınlatmak olarak sembolize edilmez mi?

Dolayısı ile mason ölümüyle beraber Ebedî Maşrık’a intikal edecek, yani yeryüzünde zaten bir parçası olarak bulunduğu nurun gerçek kaynağıyla bütünleşecek, geride bıraktığı eserleriyle kutsal misyonunu oradan da ilelebet sürdürecek, böylece ölümün ötesine geçecektir.

Çiçero'ya yaşlılığında sorarlar: "Üstad, yeniden gençliğinize dönmek ister miydiniz?".

Cevabı çok anlamlıdır: "Yarışı birinci bitiren bir at neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki?"

Evet, inisiyatik dünyada hayat-ölüm muammasının gerçek cevabı işte buradadır:

ferdin hayatını, mensubu ve vazgeçilmez bir parçası olduğu insanlık denilen bütünün hayatı ile beraber düşünmek; dolayısıyla ferdîleşmekten insanlaşmaya, ama kelimenin en derin manası ile insanlaşmaya geçmektir. Haricî hayatın en önemli şey olarak görüp, son tahlilde asla vazgeçmeyeceği bir ben anlayışından, ezelden ebede giden bir bizin küçük ama önemli bir parçası olduğunun bilincinde ve bu biz için kendisinden vazgeçebilecek, kendisini o bütünlükte kaybedebilecek bir ben anlayışına geçebilmek. Sahir Erman’ın dediği gibi: “ Eğer dünyanın yerini haritada bile gösteremeyeceğiniz en ücra bir köşesinde ıstırap çeken bir insan varsa, o benim!”

Ancak bunu yakaladığımız zamandır ki ölüm bizim için bir son olmaktan çıkar.

Kozmosla, intizam içerisindeki kâinatla bütünleşme sürecinde yeni bir evre, gerçek ölümsüzlüğe erişebilmek için bir şans, o ana kadar geçirdiğimiz en büyük tekris haline dönüşür. Ve biz de anlar ve inanırız ki bu âlemde bir defa var olan bir daha yok olmaz; hiçbir şey ölmez, her şey yaşar.

Tuncay Uslu kardeşim o kadar güzel özetlemiş ki bunu59:

“ Zoolojide ‘haşlamlılar’ adı verilen tek hücreli hayvanlar vardır. Öğle vakti yaşadıkları sıvının içinde bunlardan binlercesi kaynaşır. Akşam ise artık hayatta değillerdir. Ertesi gün aynı saatte yavruları, yine birkaç saat için doğarlar ve yine ölürler. Ve bu, hep böyle sürer. Denilemez mi ki bu canlılarda devam eden hep aynı varlıktır? O halde onlar için yok olmak yoktur.

59 Ahlâk Üzerine Düþünceler, s. 71-72

Peki bütün canlı varlıklar için de aynı şey düşünülemez mi? Yaprak fani, ağaç ömürlüdür.

Kedimize bakıyoruz. Mışıl mışıl uyuyor. Binlerce yıl önceki atasını sürdürmüyor mu?

Ve diyemeyiz mi ki karşımızda uyuyan kedi hep aynı kedidir?

Biz de öyle. Belki zihnimizin yarattığı birşey olan zamanı ortadan kaldırırsak, her birimiz, bir milyon yıl önce ortaya çıkmış olan ilk insanı, belki ilk insanları devam ettirmiyor muyuz?

Bir fıskiye düşünelim. Su damlaları serpilip yiter. Ama fıskiye bakidir. Bunun gibi bireyler ölümlü olabilirler ama insanlık sürer. Onun için doğmak ve ölmek yoktur.”

Ve tabii sonra da hemen hepimizin aklına gelen o vurucu soruyu sormuş:

“Pekiyi, ya bu arada ben ne oluyorum? İnsanlık pekâlâ, ama ya ben? Ya o küçük ben? Benim düşüncem, benim bireysel varlığım?”

İşte hür masonluk, bu sorunun cevabının arandığı yerdir.

Ne aydınlık bir istikamet gösterir bize Hazreti İsa Gerçekte, gerçekte size bunu söylüyorum,

Eğer toprağa düşmüş bu tohum ölmezse, Yalnız kalır;

Fakat eğer ölürse, Birçok meyva verir

diyerek tam çarmıha gerilmeden önce.

Aynı mesajı Goethe birader Faust'unda o kadar güzel ifade eder ki: Doktor Faust, sonsuza kadar yaşayabilmek imkânı uğruna ruhunu Mefisto'ya yani şeytana teslim etmiştir; dünyevi zevkler içerisinde yüzmektedir. Ne var ki hiçbir dünyevi zevkin kendisine veremediği huzuru ancak insanlara faydalı olduğu bir anda hisseder ve zamana yalvarır: "Ne olursun dur! O kadar güzelsin ki!"

Faust ölümün ötesine geçebilme imkânına kavuştuğu bu anda zamana "dur" diyerek sonsuza kadar yaşamaktan vazgeçer zira manevi anlamda ölümün ötesine geçtiği o anda maddi yaşamın manasının farkına varmıştır.

Muhtemelen inisiyatik kökenli bir mabedin duvarında yazan şu yazı bir çırpıda özetlemiyor mu bütün bunları: “Hatırlar mısın sen doğduğunda ağlıyordun ve etrafındaki herkes gülüyordu. Öyle bir hayat sür ki sen öldüğünde herkes ağlasın, senin yüzünde ise anlamlı bir gülümseme olsun.”

İşte inisiyatik ölümsüzlük, inandığımız ve uğrunda mücadele verdiğimiz değerlerin ilelebet yaşaması, yaymaya çalıştığımız nurun sonsuza kadar insanlığın yolunu aydınlatmasıdır. Bu nuru taşıyan eller zaman içerisinde elbette ki değişecektir ama taşınan nur ilelebet payidar kalacaktır. Ve o nur insanlığı aydınlattığı müddetçe, o nuru taşımış olan ellerin bir ömür boyu uğrunda savaştığı değerler dünyanın ücra da

olsa bir köşesinde telaffuz edildiği müddetçe, bu nurun gönüllü taşıyıcıları da ölümsüzlük mertebesine ulaşmış olacaklar ve Yunus’un o sade duru ifadesiyle

Ten fanidir can ölmez, Gidenler geri gelmez, Ölür ise ten olur, Canlar ölesi değil

diyebilmek hakkını kazanacaklardır.

Bunu derken gönülleri huzur ve saadetle dolu olacaktır zira onlar çok iyi bilirler ki

“Hiram ölümsüzdür çünkü eserlerini onun bıraktığı yerden alarak yürütecek insanlar, kuşaklar vardır.”

Böylece insan, dünyaya kendisiyle beraber getirdiği ölüm korkusunu da aşmış olacaktır. Bu korku aslında onun bencilliğinin, sahip olduğu herşeyden bir anda vazgeçmek zorunda kalma endişesinin bir ürünüdür. Ölümün bize böylesine acı gelmesi, yok olmaya isyan etmemizden kaynaklanır. İnisiyasyon bize buna katlanmayı öğretir. Verdiği mesaj açıktır: “Nasıl olsa bir gün, yani ölüm günü gelecek ve sen, sahip olduğun herşeyden, bütün varlığından vazgeçmek zorunda kalacaksın. İyisi mi bunu daha şimdiden kabullen ve kendinden feragatı öğren. Bu şekilde o güne daha rahat katlanırsın.”

Ölmeden önce ölmenin sırrı da burada yatıyor olsa gerek.

Ölüm korkusu dedik demin. Bu ölümden korkanlardan bir tanesi de Sümer Kralı Gılgamış'tır. Gılgamış ölümden korkmakta ve ölümsüzlüğü aramaktadır. Onu bulabilmek için uzun seyahatler yapar; dünyanın dört bir yanını dere tepe dolaşır.

Büyük çabalar neticesinde bulduğu ölümsüzlüğün sırrını ise bir yılan çalar ve Gılgamış sonunda eli boş olarak ülkesine dönmek zorunda kalır.

Peki gerçekten ülkesine eli boş mu dönmüştür? Bakınız bu dünyanın en eski destanının efsanevi kralı bin yıllar ötesinden bize nasıl sesleniyor:

"Diyecekler ki ‘mükemmel bir hayat sürdün, sonuna kadar uğraştın, didindin ve lâyık olduğun bir ölümü hakettin!’. Hiçbir kimsenin korkmayacağı kadar ölümden korktum; ondan kurtulmak için dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar gittim; ama başaramadım! Geri döndüğümde artık ondan korkmaz oldum. İşte hakikat budur.

Şimdi öğrendim ki, şayet yaşamımız boyunca bize düşen görevleri yerine getirmişsek ölümden korkmanın gereği kalmaz. Ve ölüm korkusunu terk ettiğimiz anda ölüm yoktur.

Öğrendiğim hakikatlerin en hakikati şudur: ölüm mevcut değildir. Hiçbir şey ölmez, her şey yaşar."

İnsanın ömrünü Evrenin Ulu Mimarı tayin eder. Ölüm onun emridir, karşı konulmaz.

Mason ise kendi yaşam müddetini kendi tayin eder ve haricî manada öldükten sonra da geride bırakığı eserleriyle insanları ve insanlığı aydınlatmaya devam eder.

Bir taraftan

Tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler

diyebilmenin verdiği manevi rahatlığı içinde taşırken, diğer taraftan da hayatın ancak geride kalanlara bir şeyler bırakabilmekle mana kazanabileceğini anlamış olmanın verdiği iç huzurunu ve saltanatının sadece bir namazlık kalmayıp yaşayanların gönüllerinde ilelebet süreceğini bilmenin saadetini daima içinde hisseder ve bunu Yunus'un şu aydınlık ifadesiyle dile getirir:

Biz dünyadan gider olduk Kalanlara selâm olsun Ardımızdan hayır dua Kılanlara selâm olsun

Krali Sanat’ın bir iyi yaşama ve iyi ölebilme sanatı olduğunu anlamış bütün kardeşlerime selâm olsun!