• Sonuç bulunamadı

Sosyal yapı içerisinde, alt ekonomik seviyelerde bulunan insanların, yüksek ekonomik düzeyi temsil eden sınıflara öykünme pratiklerinden söz edilebilir. Bu

pratiklerin dinî, sosyal, psikolojik farklı referansları olabilir. İslâm’ın ‘infak’ pratikleri, bazı durumlarda dinî amacını aşan bir görüntü sergileyebilmektedir. ‘Amaç’tan kastımız, infak kavramının tanımında336 bulunan “Allah’ın hoşnutluğu”dur. İnfakta hedef kitle ise muhtaç olanlardır. Örneğin yalnızca varlıklı ve mevki sahibi kimselerin davet edildiği sofraların ve düğün yemeklerinin amacını hedef kitle dışında düşünmek, dinî yardımlaşma (infak) anlayışıyla bir çelişki içindedir.337 Kişi, varlıklı ve mevki sahibi kimselere sofra kurabilir. Yapılan bu davranış bir ikramdır ve dinî kültürde bir değer ifade eder,338 ancak İslâm’da ihtiyaç sahibi kimselere yapılan bir sosyal yardımlaşma uygulaması değildir. Asıl amaçla mantıksal tutarsızlık içinde olan uygulamaların arka planında hem psikolojik tatmin, hem de sosyal-sınıfsal mesaj içeren anlamlar da bulmak mümkündür. Psikolojik olarak dinî inanç anlamında sofra kurmuş ve bunu insanlara ikram etmiş olmanın yapay tatmininden; sosyal anlamda ise eylemin teşhiri ve aynı zamanda nüfuz ve prestij sahibi kimselerin davete katılmış olmasının kendince olası kabul ettiği sosyal avantajlarından söz edilebilir. Edinilen bu tutum, bir anlamda nüfuz ve saygınlığa, sosyal sistemin gerektirdiği belirli aşamaları geçerek değil de, maddî varlığı sayesinde doğrudan ulaşma arzusu olabilir. Esasen ironik olan söz konusu arzudan ziyade, zihniyetin yaşamak istediği psikolojik hazdır. Bu tablo, dinî inancın amaçsal yönünün evrildiği, dönüşmüş zihniyetin toplumsal alandaki davranış boyutudur. Bir başka ifadeyle insanın ruhsal ve toplumsal hayatında dine verdiği rolün ifadesidir. Bu zihniyet, dinsel nitelikli değerleri pragmatik davranışlarla araçsallaştırır. Dolayısıyla başlangıçta çeşitli sosyal unsurların katkısıyla değişime uğrayan kültürel öge, artık kök referanslarından uzaklaştırılarak yeniden tanımlanmış olur. Zihinsel bir işlev olarak yeniden tanımlamalar, toplumsal tezahürlerle sonuçlanabilir. Dolayısıyla insan zihni, her zaman toplumsal yapı karşısında edilgen değil aynı zamanda toplumsal alanda bir özne olarak rol almaktadır.

İslâm’ın, sınıfsal mesajları dışlayan itikadî referanslarıyla birlikte İslâm tarihinden (geleneksel süreç), Muaviye'nin oğlu Yezid'e vasiyetinde: “Oğlum, senin

336 İnfak: “Allah’ın hoşnutluğunu elde etme amacıyla kişinin kendi servetinden harcama yapması,

muhtaçlara aynî ve nakdî yardımda bulunması.” Bkz., Çağrıcı, “İnfak” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., C. 22, İstanbul, 2000.

337Bkz., Buhârî, Nikâh 72; Müslim, Nikâh 107.

önüne çıkacak zorlukları giderdim, düşmanlarını bertaraf ettim. Arapları itaat altına aldım, senin için (servet) biriktirdim.”339 şeklindeki ifadesi; yine: “Hz. Ömer’in, Romalıları hayrette bırakan ve meşhur olan mütevazi tavır ve kıyafetiyle, Şam ve Filistin’i ziyaretinde Muaviye’nin debdebesini görünce, ‘Bu Arap Kisrâsıdır’ dediği meşhurdur.”340 şeklinde Şemseddin Sâmi’nin ifadeleriyle nakledilen Muaviye’nin Şam emirliği yaptığı dönemdeki bu olay dayanak gösterilerek pek çok tarihi vakıanın, gelenekselden beklentinin tasavvur edildiği gibi olmadığı iddia edilebilir.

Bu düşünceyi daha genel anlamda bir soru haline getirebiliriz. Servetin tabana yayıldığı bir toplum yapısı düşünüldüğünde, toplumsal yapı genel olarak aynı lüks ve savurganlık üzerine kurulmuş olmayacak mıydı? Yani ekonomik sınıfsal farkların olmadığı bir toplumda bugün sınıfsal mesaj verdiği düşünülen kontrolsüz tüketim gibi özellikler, toplumun genelinde görülmez miydi? Buna “kesinlikle görülmezdi” cevabını vermek mümkün görünmüyor. Başka bir ifadeyle, geleneksel toplumlarda lüks ve savurganlığa rastlanmadığını iddia etmek doğru değildir. Burada infak ile savurganlık ve lüks arasında bir ilişki kurulması gerekir. İnsanların inançları gereği sahip oldukları mallar üzerindeki harcamalarını infak, sadaka gibi yardımlaşmaya dayalı alanlara tahsis etmek yerine, israf ve lükse kullanmaları her devirde olduğu gibi günümüzde de görülmektedir. Bazen bu durum, insanların zorunlu olarak harcamaları gereken ihtiyaçlarını bir kenara bırakarak ya da erteleyerek de gerçekleşmektedir. Dolayısıyla sorun sadece israftan ya da lüks harcamalardan kaçınmak suretiyle değil aynı zamanda harcamanın ve tüketmenin amacının değişmesi şeklinde de kendini göstermektedir. Bütün toplumlar her zaman zorunlu harcamalar dışında israf etmiş, harcamış ve tüketmiştir. Ancak savurganlığı, zengin toplumların bağımlılığı olarak adlandırabiliriz. Baudrillard, zengin toplumların bolluğunun savurganlığa bağlılığını ifade ediyor. Savurganlığı işlev bozukluğu olarak anlayan tüm ahlâki görüşün, savurganlığın gerçek işlevlerini ortaya çıkaracak sosyolojik bir çözümlemeye göre yeniden incelenmesi gerektiğini savunmaktadır. Baudrillard, israf ve çöp istatistiğini, sadece sunulan malların miktarının ve

339 Muhammed b. Cerîr Taberî, Câmi‘u‘l-Beyân ve Târîhu’l-Umem ve'l-Mülûk, C. 3, Beyrut-1991/

1911, s. 260; Ahmed Cevdet, Kısâs-ı Enbiyâ Tarih-i Hulefâ, C. 7, y.y., Dersaadet-Kanaat Matbaası, 1331, s. 193.

çoğalmalarının gereksiz yere yinelenmiş bir göstergesi olduğunu belirtmektedir. Bu istatistikte sadece, tüketilmesi amacıyla yapılmış olanla, bunun için yapılmış olmayanın tortul kalıntısına bakıldığında, savurganlık ve savurganlığın işlevleri anlaşılamaz. Bir anlamda bolluk, savurganlıkta anlam kazanmaktadır.341 Ancak dinî kaynaklarda önemli bir vurgusu olan israfın, inanç boyutuyla bağlantılı değerlendirilmesi gerekmektedir. İsrafın haram olduğu bilgisine sahip olmak ya da israfın haramlığına inanmak, israfı önlemek için yeterli değildir. İnsanın zihinsel, aile ve toplumsal hayatı içinde israfı önlemeye yönelik inançlarına ne kadar yer verdiği, pratikte ne kadar katkı sağladığı önemlidir. Bununla birlikte, tüketim odaklı bir yaşamın, tüketim üzerine kurulu bir toplumsal yapının israftan uzak durması kişisel sınırlılıklarda kalıyor. İnsanın failliği toplumsal yapıyı, ekonomik sistemi tüketim amaçlı sistemleştirdiği takdirde, inanç boyutunun toplumsal yapıdaki pratiklerinin oldukça sınırlı düzeyde kalacağını söyleyebiliriz. İnsan, toplumsal yapıyı şekillendirirken bir yandan da toplumsal yapı insan eylemlerine sınırlılıklar koyuyor. Dolayısıyla israf, tevekkül, başın örtülmesi gibi toplumsal yapıyla yakından ilişkisi bulunan olguların sadece kişilerin inanması ya da inandığını uygulamak istemesine bağlı olmadığını anlıyoruz. Giddens’ın yapının ikiliği fikrinde savunduğu,342 insanın failliğinde tamamen özgür olmadığı ilkesi, Muchielli’nin durumsal mantıkla uyum çözümlemesi inançların toplumsal yapıyla sınırlı kalabildiği alanları ifade ediyor. İnfak ve sadakanın dinî bir görev olduğuna ve israfın haramlığına inanmakla birlikte artık her geçen gün amacı dışında sarf edilen, daha çok tüketilen, tüketirken düğün ve ziyafet sofralarında, modaya endeksli giyim tutumuyla israftan kaçınılmayan bir durumsal mantıktan söz edilebilir. Kurulu ekonomik sistem, tüketime dayalı alışveriş merkezleri, lüks ve savurganlığın yaygınlaştığı toplumsal yapı, insanın failliğini sınırlamakta, hatta israf doğrultulu yön verebilmektedir.