• Sonuç bulunamadı

8.1 NEV’Î’YE GÖRE İLM-İ TASAVVUF’UN TARİFİ VE MAHİYETİ

Tasavvuf, rûhun riyazet ve sair mücahede yollarıyla marifet-i İlâhiye’ye erişme esaslarından bahseden bir ilimdir. Kalbin keder verici hâllerden arındırılmasını ve nefsin yerilen hasletlerden temizlenmesini amaç edinmesi yönüyle, ilm-i bâtın olarak da anılır.

(46a) Kalbin arınması ile ‘marifet’ arasındaki bağlar, mecburiyet zemininde temellenen bir münasebetle şekillenmektedir. Aksi hâlde küdûrattan kurtulmanın imkânı bulunamaz:

263 Bkz. Ra’d, 6: “Bir de senden, iyilikten önce kötülüğün acele gelmesini istiyorlar. Oysa onlardan önce ibret alınacak birçok azap gelip geçmiştir. Şüphesiz Rabbin, insanların zulümlerine rağmen bağışlama sahibidir. Bununla beraber Rabbinin azabı pek şiddetlidir.”

Bulmamakdan ma’rifet tohmın eküp ey dil felah Dâne-i gendüm eküp hâsıl kılan fellâh yeg (MU.75/2)

Nev’î’nin tasavvufu tarif ederken dikkat çektiği üzere, tasavvufi yolculukla kalbi tezkiye etmek, bir bakıma ondaki cevheri parlatmak için riyazi mücadele şarttır. Nefse karşı girişilen ve barışı olmayan264 bu mücadeleye bağlı kalabilen bir kimse, emaneti yüklenme rüştüne sahip demektir:

Vezâret mührinün nakşın kabûle müsta’idd olmış

Riyâzat âteşinde mûm olan cism-i musaffâdur (K.25/8)

Diğer yandan, zâhirî ilimler ilm-i bâtınsız kemale ulaşamaz veya usûl ilimleri onsuz tam anlamıyla muteber hâle gelemez (46a). Ama o ilim de öyle kolay ele geçmez. Hattâ bunun bir metodu, okulu bulunmadığını söyleten kanaatler de mevcuttur.265 Kesin olan şu ki, bu vadide ‘kîl ü kâl’ fayda etmeyip hâl gerektir (46b):

Âteş-i hasret ile cân eridür kâl ehli

Sâf ider cevher-i ışk ile dilin hâl ehli (523/1)

Tasavvufun ne olup ne olmadığı konusunda söz sarf etmek herkesin kârı değildir.

Nev’î’nin Ca’fer-i Huldî266 ile ilgili kaydettiği bir nükte, bu mütearifeye işaret eder. Bu zat, kendisine en zor gelen meselelerin başında tasavvufu zikrederek onu nice meşayihten sorduğunu, ancak hiçbirinden sadra şifa bir cevap alamadığını belirtir; ta ki Hz.

Peygamber’i rüyasında görene kadar. (46b) Dîvân’daki bir beyit de bunu destekleyerek, bu konuda herkesin âciz ve dilsiz kaldığını beyan eder:

Hitâb-ı ilm ü hikmet istimâ’ından asam dünyâ

Kemâl ü ma’rifet nutkında âlem âciz ü ebkem (K.34/15)

Bütün bunların yanı sıra Şair Nev’î, zâhir-bâtın ikiliğinin başka birçok benzeri gibi perdenin berisini ilgilendirdiğini ifade etmektedir. Perde açılınca ‘çok’lar ‘tek’e dönüşüverir:

Keşf oldı perde zâhir ü bâtın bir oldı hep Tevhîde irdi ulu kiçi pîr ile cüvân (MU.4/58)

264 Uludağ, s. 345.

265 Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılâp Yay., İstanbul, 2004, s.47.

266 Ca’fer-i Huldî hakkında bkz. Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Dilaver Selvi, 2.b., Semerkand Yay., İstanbul, 2005, ss. 161-162.

8.2 NEV’Î’NİN ŞİİRİNDE İLM-İ TASAVVUF İLE İLGİLİ UNSURLAR 8.2.1 Tasavvufun Temel Unsurları ve Kavramları

Tasavvuftaki merkezî kavramlardan biri olan tevhid/vahdet, insanın düşünce veya vehminin kuşattığı ve hisleriyle algılayabildiği hiçbir şeyin, Zat-ı İlâhi ile ilgisi olamayacağı düşüncesine mebnidir. Kökleri Cürcânî’ye erişen bu anlayış,267 dört şeyden tecerrüt edilirse kaim olabilir: şirk, şekk, ta’tîl ve teşbîh. (46b) Dervişin tevhidin dışında bir sahada meşguliyeti olmamalıdır:

Safâ-yı sûfı ko kesb eyle safvet-i bâtın

Finâ-yı fakrı ko sa’y it finâ-yı tevhîde (MU.80/2)

Ancak söz konusu kavramların tamamı tasavvuf çerçevesinde kendilerine mahsus bir semantik genişlemeye uğramışlardır. Meselâ ‘şirk’ sadece Allah’tan gayrı ilahlar benimsemekten ibaret değildir:

Ta’alluk mâsivâ-yı Hakk’a çünkim şirk-i mutlakdur İnâd-ı şirki terk idüp ibâdet kılsan olmaz mı (M.7/3)

Bazılarına göre tasavvuf dört şeyden ibarettir. Bunlar aynı zamanda ‘tasavvuf’

(فﻮﺻﺗ) lafzındaki harfleri de remzeden tevbe, sıdk, vera’ ve fenâ kelimeleriyle ifade olunur. ‘Tevbe’den murat, uygunsuz hâllerden geri durmaktır. (46b-47a) Lâkin şairlik cünunu aklı baştan götürdüğü gibi, tövbeyi de dilden düşürür:

Kişi tevbe sımak sâgar sımakdan müşkil olmaya Ko seyr ile sülûki kılma sûfî câm seyrinden (326/4)

Bu kavramlar arasında en merkezî konumlardan birini işgal eden ‘fenâ’, salikin Hakk’ın celâlini şühud ile bütün masivaya ait sıfatların madum ve fani olduğunu görüp, kendinin de yüce Sultan karşısında yok hükmünde olduğunu fark etmesidir (47a). Bu fark ediş, nazari bir bilgiye dayanmaz. Ancak yaşayarak ve manevi tecrübe yoluyla elde edilebilir.268 Tabii varlığı terk edenlerin mi şühuda nail olacağı yoksa şühud-ı Hakk ile mi varlıktan geçileceği ayrı bir mübahase konusudur. Nev’î’nin yukarıdaki tarifi ikincisine daha yakın görünür ve bunu destekleyen mısraları da mevcuttur:

267 Cürcânî, a.g.e., s. 67.

268 Uludağ, a.g.e., s. 372.

Ayn-ı hakîkate iren gayr u sivâyı terk ider

Gözi açuklara cihân mahz-ı hayâl ü hâb olur (65/2)

Fakat bunun tersini işaret eden bir yaklaşımın örnekleri de, hiç görmezden gelinebilecek gibi değildir:

Eylegil tâbût-ı cismün garka-i nîl-i fenâ

Tâ bula Mûsî-i cân Fir’avn-ı nefsünden mefer (K.12/29) Terk-i vücûd idenlere nûr-ı şühûd olur nasîb

Sûret-i câna Nev’iyâ zulmet-i ten hicâb olur (65/1)

Nev’î’nin özellikle kelime-i tevhiddeki düzeni ölçü alan bir anlayışla zikrettiği aşağıdaki beyit, izlenecek yordam hakkındaki ikircimi son derece berrak hâle getirir:

İstersen eğnüne biçesin cübbe-i fenâ Mıkrâz-ı lâ ile idegör kat’-ı mâ-sivâ (1/1)

Terk-i vücud eyleyerek tevhid deryasında yok olmak, ‘vahdet-i vücud’ anlayışının gereğini hatırlatır. Nev’î Efendi’nin varlığa ve hayata bakışında bu anlayışın, dolayısıyla İbn Arabi’nin önemli bir yeri vardır. Onun hakkında son derece sitayişkâr ifadeler sarf etmiş,269 birçok şiirindeki düşünce örgüsünü de ondan aldığı ilham üzerine tesis etmiştir:

Dîdâr-ı yâr cilvede gayrun şühûdı yok

Gün pertevinde zerrelerün hîç vücûdı yok (222/1) Mahv olmayıcak sûret-i âsâr-ı vücûd

Sebt olmadı dil levhine esrâr-ı şühûd (R.4/1)

8.2.2 “Sufi Vaktin Çocuğudur” Ne Demektir?

Bilindiği üzere zaman üç kısma ayrılır: Mazi, müstakbel ve hâl (geçmiş, gelecek ve şimdi). Maziye dönüş imkânı yoktur; gelecek için hüküm gerçekleşmemiştir; şimdiki zaman ise ancak elden kayıp giden bir akış (ân-ı seyyâl) gibidir. Hâlin bir diğer karşılığı da

‘vakt’tir. Bu bir bakıma iki zaman arasındaki berzahı ifade eder; bir tarafı maziye, diğer tarafı müstakbele dönüktür. Belki çok hızlı kaybolup giden bir özelliğe sahiptir ama gerçek

269 Serap Telek, Malkaralı Nev’î Yahya’nın Keşfü’l-Hicâb min Vechi’l-Kitâb Adlı Eserinin Metin ve İncelemesi 1a-219b Yaprakları Arası, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul, 2010, s. 118.

devlet sadece onda bulunabilir. (47a) Adem (selâm üzerine olsun) dahi bu devlete aynı yolu takip ederek ulaşmıştır:

İbn-i vakt ol ey gönül görmez misin kim Âdem’i Lezzet-i nakd ile geçdi devlet-i câvîdden (349/3)

Vaktin sahibi olabilen kişi hem geçmişten dolayı hüsran duymaktan hem de geleceğe yönelik intizar ateşine yanmaktan kurtulmuş olur. Böylece iki nimete birden kavuşur. Hâsılı sufinin vaktin çocuğu olması, doğuş zamanıyla ilgili bir durum olmaktan ziyade, kişinin rûhen özdeşleştiği zamanla ilgili bir meseledir. (47a)

8.2.3 Tasavvufta ‘Fakr’ Kavramı

Hz. Peygamber fakrı hem bir övünç sebebi olarak beyan etmiş hem de ondan Allah’a sığınmıştır. Bunun bir izahı olmalıdır. Nev’î burada bir çelişki bulunmadığını genel hatlarıyla açıklar. Onun izahı ışığında bakıldığında öncelikle bilinmesi gereken, fakrın hakikati niyazdır. Allah’tan gayrı bütün varlıkların da hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için Allah’a niyazdan başka çareleri yoktur.

Bu manâda bütün mevcudat fakirdir. Fakat içinde bulundukları fakr hâlinin dereceleri mütefâvittir. Kimi en güzel elbiseler ve yiyeceklerle lüksün peşindedir; kimi ise

“azıcık aşım kaygısız başım” fehvasınca bir lokma bir hırka ile iktifa edebilmektedir.

Bazıları da nimetin kendilerini hayatta tutacak kadarını gözlerler. Hattâ bu en ufak mülkiyet sebebiyle de perişan bir durum içinde bulunup, avare gibi dolaşırlar. İşte Hz.

Peygamber’in istiaze ettiği fakirlik bu sonuncusudur. (47b) Tasavvuf literatüründe bu tür fakirlik hâline “fakr-ı sûrî” tabir olunur.270 Bunun insana getireceği zilletten başka bir şey değildir:

Hâk-i zilletde beni fakr-ile koyup su gibi

Sîm-i eşküm eyledi her şâhid-i bâzâr harc (41/3)

En başta zikredilen niyaz bağlamındaki fakirlik ise “fakr-ı manevi” olarak adlandırılmıştır.271 Kişinin Allah’a muhtaçlığının şuurunda olması anlamındaki bu

‘yokluk’ hâli, hayatta elde edilebilecek en büyük sermayedir:

270 Uludağ, a.g.e., s. 132.

271 Uludağ, a.g.e., ss. 131-132.

Metâ’-ı fakrı nakd-i devlet-i dünyâya virmezdün

Eğer fehm eylesen ey hâce yoklıkda ne hâlet var (122/4)

Bu sermayeyi elde etmenin şifreleri belki insanın mayasına derc edilmiştir. Ama onların çözülmesi, inkişaf etmesi tamamen bu işin talim ve terbiye ölçülerine bağlı olarak çalışmakla mümkün olabilir. Bu çalışmada izlenmesi gereken yol, bütün varlığı esma-i hüsna penceresinden okuyabilme cehdinden geçer:

Âlem-i bâlâ temâşâsın ko zâhid gel berü

Mekteb-i fakr içre ders-i alleme’l-esmâya bak (221/3)

Fakr mektebi aynı zamanda insana yaradılışında olan muhabbet etme ve muhabbet edilme ihtiyacını karşılamanın en sahih ve selametli çarelerine ulaştırır:

Mahabbet nâmesin biz mekteb-i fakr içre hatm itdük Ümîd-i câh ile ey hâce sen unvânda kalmışsın (330/4)

Şair Nev’î’nin fakr anlayışını sergilemek üzere vaz’ ettiği çerçeve açısından önemli köşe taşlarından biri de ‘fenâ’ kavramıdır. Bu kavrama yukarıda daha farklı bir eksende temâs edilmişti. Aslında, Allah’tan başka varlık olmadığının şuuruna varmak ile nakd-i vücudu ‘fenâ’ eliyle telef etmek anlayışı arasındaki kopmaz bağlar dikkate alındığında, eksenin çok da farklı olmadığı söylenebilir. Sonuçta dervişlik mesleği bunları beraber kılmayı gerektirir:

Zümre-i fakr u fenânun yârıdur dervîşler İzzet ü kadr ehlinün ağyârıdur dervîşler (95/1)

Benzer Belgeler