• Sonuç bulunamadı

İkinci dalga eleştiriler: kendi’nin (auto) temsili

2. BATI LİTERATÜRÜNDE OTOBİYOGRAFİ

2.2. Otobiyografinin Edebî Tür Olarak Tanımlanması

2.2.1. Otobiyografiyi Edebî Tür Olarak Kabul Eden Yaklaşımlar

2.2.1.2. İkinci dalga eleştiriler: kendi’nin (auto) temsili

Bu dönem eleştirilerine iki isim öncülük eder. Biri Georges Gusdorf, diğeri Francis R. Hart’tır. Belçikalı eleştirmen Georges Gusdorf’un Conditions and Limits of Autobiography adlı makalesi, otobiyografi eleştirisindeki ikinci dalgayı başlatırken Francis R. Hart’ın Notes for an Anatomy of Modern Autobiography adlı denemesi de

1970’ten önce yapılmış çalışmaların çoğunu tartışmaya açar. Otobiyografinin ayırt edici özelliği olarak kendini anlatmaya (self narrating) odaklanan eleştirmenler bu dönemde, otobiyografik anlatılardaki gerçeklik sorunlarını ve öz temsil tarzlarını sorgulamaya başlamışlardır. Birinci gruptaki eleştirmenler, otobiyografiyi büyük yaşam anlatılarının alt kategorisi olarak anlamışlardı. Onlara göre otobiyografideki doğruluk, yaşamın biyografik gerçekleriyle bir tutulmaktaydı. Bu şekilde oluşturulan bir eserin tarihsel bir kaydı kolayca doğrulanabilirdi veya metinsel tutarsızlıklar yalanlanabilirdi. James Olney’in ısrarla vurguladığı gibi, kendi’yle ilgili (auto) hiçbir problem yoktu, en azından okuyucunun katılmasına gerek kalmayan öz tanımlama, öz varlık, öz kandırma gibi kimliğin tanımlanmasında acı verici hiçbir yan yoktu ve bu yüzden kişinin kendi hikâyesini anlattığı bireysel gerçeklik felsefi, psikolojik, edebî ya da tarihsel imalara neden olmamıştı (Smith ve Watson, 2010). Yani otobiyografi yazarı, şüphelere yer bırakmayacak şekilde hayatıyla ilgili bütün gerçekleri açıkça dile getiren biri olarak düşünülürken otobiyografi eleştirmeni de yazarın/anlatıcının bu yeteneğini değerlendirerek Smith ve Watson’ın da belirttiği gibi, bir tür ahlakçı gibi davranıyordu.

Otobiyografik öznenin, kendilik ve hakikat kavramlarının sorgulanmaya başlandığı bu yeni dönemde eleştirmenler, önceki dönemlerin anlayışlarına karşı eleştirel bir tutum içine girerler. Bu doğrultuda öncelikle aydınlanmanın insanı evrensel bir varlık olarak gören ve birleştirilmiş bir benlik düşüncesinden hareketle onu toplum mekanizmasının bir parçası hâline getiren toplumsal projesi eleştirilir. Toplum bilimselci bir anlayışın öne çıkarıldığı aydınlanma döneminde Diderot’nun yapmış olduğu insan tanımı, dönemin insan ruhunu yansıtması bakımından kayda değer bir veri sunar: “İnsan tüm tutkularını kendi türünün genel çıkarı için seferber ettiğinde tam ya da erdemli insandır” (Touraine, 2016, s. 36). Aydınlanmanın bu herkesi kucaklayan hümanist nosyonu, Tourain’nın da belirttiği üzere, bütün değerlerin kaynağı olarak toplumu görmekte, bireyi ise topluluğun çıkarına tabi kılınmış bir varlık konumuna getirmekteydi. Bu nedenle topluma yön vermiş liderlerin, başarılı kimselerin yaşamları kamusal bir vaka olarak okunmuş ve örnek yaşamları tarihsel manada önemli bir kavşak noktasında konumlanmıştır. Bu durum, otobiyografi alanında doğal olarak kişilerin yaşamlarına odaklanan, hiçbir çelişkiye bünyesinde

yer vermeyen, tam anlamıyla öz temsil ürünü olan bir anlayışı beraberinde getirmiştir.

İkinci grup eleştiriler artık kendini anlatmaya (sef narrating) odaklanmış ve otobiyografinin auto kısmı gündeme gelmeye başlamıştır (Öğretir, 2015). Dolayısıyla kendini anlatmaya odaklı bu dönemdeki otobiyografik metinler, kişilerin yaratıcı öz temsillerinden oluşan bir anlayış doğrultusunda kaleme alınmıştır. Bundan sonraki süreçte Gusdorf’un dediği gibi yaşam anlatılarının geçmişin basit bir kaydı olmaktan çok bir yaratma eylemi olduğu vurgulanmıştır. Bu dönemdeki eleştiriler, kendine işaret eden (self referential) anlatıları, yaşamın gerçeklik alanları olarak değil yaratıcı kendilikler üzerinden ele alarak otobiyografiyi edebî tür statüsüne yükseltmişlerdir.

Tabii böyle bir anlayışın oluşmasında rol oynayan önemli etkenler de söz konusudur. Özellikle Marksizm ile birlikte ortaya çıkan sınıf bilincinin, bireyselliği özerk bir temsil olmaktan çıkararak ekonomik yapılandırmalara ve ilişkilere tabi kılması yeni bir bireysellik tanımı getirmiştir. Bu çerçevede, temsil özelliğini yitiren insanlar, Althusser’in terminolojisindeki gibi, ideolojiler tarafından yorumlanmış ve sahte bilinçler sergileyerek sapkınca yönlendirilen özneler olarak tanımlanmıştır. Yine o dönemlerde Freud’un psikanaliz kuramı bilincin kontrolü dışında meydana gelen benlik’i yeniden şekillendirmiş, rasyonel bir aktör olan insan nosyonunu bozmuştur. Huzursuz bir bilinçaltı, bireyin kimlik ve deneyim üzerindeki bilinçli kontrolün tehlikeli yanılsamasını sürekli olarak tehdit etmiştir. Freud’un kendi kendini bilmede dilin fonksiyonunu yeniden tanımlaması da benliğin inşa sürecinde ve öznenin tanımlanmasında önemli bir ayrıntıya işaret etmiştir. Saussure ve Rus Biçimcileri gibi dilbilimciler, eskiden kendini ifade etme aracı olarak kavramsallaştırılan şeyin şeffaflığını sorgulamışlar ve dili sorunsallaştırmışlardır (Smith ve Watson, 2010). Bütün bu gelişmeler bireyi, kültürel olarak kodlanmış anlam sistemleri dışında bir özün yaratıcısı ve kâşifinden ziyade daha çok söylemsel rejimlerin bir ürünü hâline getirmiş dolayısıyla birey de bütün bu olan bitenlerin içinde kendini dil aracılığıyla tanıyamaz duruma gelmiştir.

Önceki dönemde kendi kendini keşfetme, kendini yaratma ve kendi kendine bilgi edinme gibi evrensel bir benlik olarak varsayılan düşünceler, yüzyılın ilk yarısında kendini parçalara ayırmanın ötekileştirdiği bir özne hâline gelir. Bundan sonra Smith ve Watson, öz temsil (self representation) projesinin artık, kendiliğin hakikatine doğrudan bir giriş olarak okunamayacağını söyleyerek otobiyografik eylemlerin gerçekliğine, elde bulunan bilgiler yoluyla apaçık ulaşılamayacağını ve daima ulaşılamaz bir bilgi olarak farklı bir biçimde anlaşılmak zorunda kalınacağını belirtir.

Otobiyografinin ortaya çıkışını yeni bir manevi devrim olarak ifade eden Gusdorf, kendinden önceki dönemde otobiyografik şahsiyetlerin kamusal yönlerine, büyük adamın anlatılmaya değer gerçek yaşam öykülerine atıfta bulunarak o dönemlerdeki otobiyografik anlatıların hakikatle eşdeğer tutulduğuna, yazar ile anlatılanlar arasında tutarlılık yönünden aykırılığa yol açacak söylemlerden kaçınılmaya çalışıldığına dikkat çeker. Bu, aynı zamanda ikinci dalga eleştirilerinin de çıkış noktası olan düşüncedir. Onun yeni bir manevi devrim olarak adlandırdığı şey, sınıfları değiştiren ve değerleri yeniden düzenleyen yeni bir sosyal alanın rolüdür (Gusdorf, 1980). Kamuya duyulan ilginin özel tarihe çevrildiğini söyleyen Gusdorf artık, göğüslerinin içinde manevi hayatlarının mücadelesini yürüten sade insanların mücadelelerle dolu hayatlarının hikâye edildiğini ve büyük adamın büyük hikâyesinin anlatılmadığını vurgular.

Hart, Notes for an Anatomy of Modern Autobiography adlı çalışmasında biçim ve niyet meselelerini ele alarak yaşam öyküsünün anatomisini çizer. Ona göre güvenilmezliği kabul etmek kaçınılmaz bir koşuldur. Yani, anlatıcı gerçeği objektif olarak söyleyemez. Hart, yaşam öyküsünü birbirini etkileyen ve değiştiren bir niyetler draması olarak yeniden tanımlar (Hart, 1970). Anlatım için seçilen yaratılmış, sınırlandırılmış veya detaylandırılmış ben hakkında düşünen Hart, otobiyografik niyeti üç kategori üzerine inşa eder: İtiraf, savunma, anı. Her biri kendi anlatı perspektifinin prensiplerine sahiptir. Ama bu niyetler ve biçimler tür olarak kabul edilmez daha çok okuyucu ve muhatabıyla olan ilişkilerin yöntemini ortaya koyar. Hart, her otobiyografi yazarının kendi anı, savunma ve itiraf terkibinden oluşan dalgalanmayı keşfettiğini, beklenti ve niyete bağlı olarak sürekli bir yeniden odaklanma içinde olduğunu kabul eder.

Paul John Eakin, Fictions of Autobiography: Studies in the Art of Self-İnvention adlı çalışmasında XX. yy. otobiyografi yazarlarının, otobiyografik gerçek hakkındaki düşünceleri değiştirdiğinden bahseder. Eakin’e göre onlar, otobiyografide kurgu meselesini kolayca kabul etmişlerdir. Çünkü bu yazarlar kurguyu yaşanmış bir hayatın sunumuna adanmış bir sanatın temel kurucu ögesi olarak görmüşlerdir (Eakin, 1985). Eakin, otobiyografik yazmanın bir kendini keşfetme (self invention) formu olduğunu ortaya koyar. Ona göre otobiyografik gerçek, durağan olmayıp kendini yaratma sürecinde sürekli gelişen bir şeydir. Bu anlamda kendilik, tarihsel olarak sınırı çizilmiş ve kültürel olarak spesifik olmasına rağmen insan öznelliğinin refleks merkezidir. Eakin’e göre otobiyografik eylem hem bir olayı yeniden canlandırır hem de daha önceki dil vasıtasıyla kimliğin içine girme evrelerini genişletir.

Otobiyografiyi bir eylem olarak değil bir sözleşme olarak gören Philippe Lejeune, otobiyografide yazar-anlatıcı-kahraman özdeşliğini savunur. Ona göre otobiyografiler yazarın kendi ben’ine işaret eden göndergesel metinlerdir. O yüzden otobiyografilerin gerçeklik algısında yazar ile anlatıcı ve kahraman arasındaki özdeşlik önemli yer tutar. Onun yazar=anlatıcı ve yazar=kahraman şeklinde formüle ettiği yöntem, otobiyografi kelimesinin asıl anlamına tam tamına uyar; “o, öznesi tarafından yazılan bir biyografidir” (Lejeune, 1982, s. 194). Otobiyografinin türleşme sürecinde anlatıcı ile yazar arasındaki özdeşliğin önemini belirten Lejeune, yazarın sadece bir kişi olmadığını, onun aynı zamanda yazan ve yayınlayan bir kişi olduğunu söyler. Dolayısıyla bir ayağı metinde diğeri dışarıda olmak üzere ikisi arasındaki bağlantı noktasıdır. Yazar aynı zamanda, sosyal açıdan sorumlu gerçek bir kişi ve bir söylemin üreticisi olarak tanımlanmaktadır.

Lejeune, otobiyografilerde yazar ile okuyucu arasında da bir sözleşmenin olduğunu belirterek okuma sürecine okuyucuyu dâhil eder. Yazarın varlığına inanmasına rağmen gerçek kişiyi bilmeyen okuyucu için yazarın, bu söylemi üretebilen kişi olarak tanımlandığını ve bu nedenle onu, ürettiği şeylerden yola çıkarak hayal ettiğini söyleyen Lejeune, yazarla okuyucu arasında böylece gerçeklik açısından bir güvenirliğin olduğuna göndermede bulunur.

Elizabeth Bruss, Autobiographical Acts: The Changing Situation of a Literary Genre’da otobiyografinin temsilî bir yaşamın taklidi olduğu yolundaki görüşlere ve yazarın deneyimini gösteren etkileyici bir tür olarak anlaşılmasına karşı çıkar. Ona göre otobiyografi, sadece kişisel bir performansın sergilendiği edimsel bir eylemi ifade eder. Bruss, her bir otobiyografi biçiminin onu yazan kişiye göre değiştiğini, otobiyografide anlatılan hikâyenin asla kusursuz olmadığını ve çoğu kez bütünüyle bir hikâye olmayıp bir dizi meditasyon ve üzerine yoğunlaşılan bir düşünce olduğunu ileri sürer (Jelinek, 2003). Otobiyografiyi türleştirme çabası içine giren Bruss böylece, otobiyografik metinlerin göndergeselliğine atıfta bulunmuş olur.