• Sonuç bulunamadı

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Yeni Dünya Düzeni

1945 yılı, çağdaş dünya tarihinde yeni bir dönemin başlangıcını belirleyen bir dönüm noktası olmuştur. Almanya, İtalya ve Japonya gibi Mihver Devletlerin yenilmesiyle ağırlık merkezi Avrupa’dan, Amerika, Rusya ve Çin’e geçmektedir. İdeolojik deyimle faşizm, 1930’lardaki çekiciliğini kaybetmektedir. Faşist devletleri yenenler, bir yanda demokrat ülkeler, diğer yanda Sovyetler Birliği olmak üzere, artık dünyada ideolojik şekilleri belirliyorlardır (Ahmad, 1996: 11).

II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan ve 1990’lara kadar devam eden milletlerarası politikanın yapısı çok değişmiştir. Savaştan sonra dünya politikasına iki yeni kuvvet, Süper-Devlet adı verilen, Birleşik Amerika ile Sovyet Rusya hâkim olmuştu. Bu iki büyük kuvvetin her ikisi de daha önce dünya politikasında mühim roller oynamış değildi. Birleşik Amerika, savaştan sonra Monroe Doktrini’ni terk ederek bir dünya devleti olmuş ve milletlerarası politikada birinci plana geçmişti. Kısacası, II. Dünya Savaşı'ndan sonra milletlerarası politikanın yapısı değişmiş ve ikili bir yapı ortaya çıkmıştı (Armaoğlu, 2005: 420).

Komünist düzenin karşısında olan ülkeler, Sovyet Rusya'nın komünizmi bütün dünyaya yayma çabalarına karşı koyunca, milletlerarası mücadelenin konusu, farklı dünya görüşlerinin çatışması ve hürriyet düzeni ile totaliter komünist düzenin mücadelesi haline gelmişti. Milletlerarası münasebetler tarihinde böyle bir durum da ilk defa ortaya çıkmaktaydı (Armaoğlu, 2005: 420).

Bu doğrultuda Batılı devlet adamları da demeç ve söylevlerinde demokratik yapıda olmayan devletlere karşı olduklarını ve bu gibi ülkelerde demokrasinin gerçekleşmesi için gereken önlemlerin alınmasının uygun olacağını sık sık açıklamışlardır. Şu halde, II. Dünya Savaşının bitiminde başta ABD ve İngiltere olmak üzere batılı devletlerde, gerek uluslar arası ortak eylem düzeyinde ve gerekse kamuoyunda, demokratik rejime sahip olmayan ülkelere karşı köklü bir tutum ve davranış bulunmaktadır (Yetkin, 1983: 228). Bu nedenle tercihini, çeşitli nedenlerle Batı dünyasından yana yapan Türkiye’nin

55

siyasal yapısının yeniden biçimlendirilmesinde de dış faktörlerin çok etkin bir rolü olduğunu söylemek mümkündür.

Sovyetler savaşın son yılları olan 1944-45'te, Alman işgalinden kurtarmak gerekçesiyle askerlerini soktukları Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan'da komünist rejimlerin kurulması için faaliyetlerine hız verirken, Uzak Doğu'da da, Kuomintag'ın milliyetçilerine karşı Mao Tse-tung'un komünistlerine yardımlarını arttırmak, Çin'i komünizmin kontrolü altına almak için harekete geçmişlerdi. Bütün bunlar olurken, Sovyetler, İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinde de çeşitli baskılara ve hesaplara girişerek, Basra Körfezi ve Hind Okyanusuna ve öte yandan Doğu Akdenize inmek için çaba harcamaya başlamışlardı (Armaoğlu, 2005: 423-424).

Dikkat edilirse bu üç istikamet geleneksel olarak İngiltere'nin hayati alaka ve çıkar alanları idi. Her üç bölge de İngiltere'nin Rusya'ya karşı 19. yüzyılda en hassas noktaları olmuştu. Fakat II. Dünya Savaşı, İngiltere üzerinde öyle bir tahribat yapmıştı ki artık İngiltere'nin bu bölgeleri savunmak için Sovyet Rusya'nın karşısına çıkacak gücü yoktu. Ve İngiltere şunu da görüyordu ki yeniden canlanan Rus gücünün karşısına dikilebilecek tek kuvvet Birleşik Amerika idi. Bundan dolayı İngiltere 1947 Şubatı’nda Amerikan hükümetine, biri Türkiye ve diğeri de Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum (muhtıra) verdi. Bu memorandumlarda, Türkiye'nin Batı savunması için ehemmiyeti belirtilerek Türkiye'ye hem ekonomik ve hem de askeri yardım yapılması gerektiği, İngiltere'nin bu yardımları yapamayacağı ve hatta Yunanistan'daki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğu ve dolayısıyla sorumluluğun Amerika'ya düştüğü belirtildi (Armaoğlu, 2005: 441-442).

Bu arada Türk-Sovyet münasebetleri artık iyice soğumuştu. 1945 yılına girerken Türkiye'nin başlıca endişesi Sovyet tehlikesiydi. Çünkü bütün Orta Avrupa ve Balkanlar şimdi Sovyetler'in askeri işgali altına düşmüştü. Sovyet Rusya, 1940-1945 yılları arasında Avrupa'da 450.000 km2 toprağı ve 24 milyon kadar nüfusu sınırları içine katmıştı. 1945-1948 yılları arasında ise, 1 milyon km2 toprak ile 92 milyon nüfusu da kontrolleri altına almışlardı (Armaoğlu, 2005: 449).

56

Yine II. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan en mühim meselelerinden biri de, ekonomik meselelerdir. Denebilir ki, tarihin hiçbir döneminde ekonomik meseleler, milletlerarası münasebetlerde II. Dünya Savaşı sonrası kadar ağırlık kazanmamıştır (Armaoğlu, 2005: 422). Vandanberg Kararı, Amerika'nın 1823'ten beri tatbik etmekte olduğu Monroe Doktrini'ni veya inziva politikasını resmen terk etmesi anlamına gelmekteydi (Armaoğlu, 2005: 449). Geleneksel Amerikan dış politikasındaki bu radikal değişmenin başlangıcını da Truman Doktrini teşkil etmekteydi (Armaoğlu, 2005: 441).

Sovyetler'in savaş biter bitmez, bir yandan İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinde baskıya geçmesi ve öte yandan da işgalleri altındaki Avrupa ülkelerinde komünist rejimleri baskı ve tehdit metodları ile kurmaları, bilhassa Birleşik Amerika'nın, Sovyet Rusya ile barışta da işbirliği yapabileceği hususundaki ümitlerinin çabucak kaybolmasına sebep oldu. Amerika, tekrar Monroe Doktrinine dönmek için Avrupa'dan çekilmek şöyle dursun, Sovyet Rusya'nın şimdi yaratmaya başladığı tehlike ve tehdidi gayet açık olarak görmeye başladı. Bundan dolayı, 1947 Martında Truman Doktrini’ni ve 1947 Haziranında da Marshall Planı'nı ortaya attı. Truman Doktrini, Amerika'nın Sovyet tehdidine maruz kalan ülkeleri destekleme kararını ve Marshall Planı da hür Avrupa'yı ekonomik bakımdan kalkındırma ve güçlendirme kararını ifade ediyordu (Armaoğlu, 2005: 436).

Bir yandan Türkiye'nin, diğer yandan Yunanistan'ın, uğramış olduğu Sovyet baskı ve oyunları karşısında Amerika Başbakanı Truman'ın Yunanistan'a 300 milyon dolarlık ve Türkiye'ye de 100 milyon dolarlık askeri yardım kararı Sovyetler'i gerilemek zorunda bırakmıştı. Amerika Batı Avrupa'nın ekonomik sıkıntılarına yardımcı olmak için de harekete geçmişti. Amerika'nın 1945 Haziranı ile 1946 sonu arasında Batı Avrupa'ya yaptığı ekonomik yardım 15 milyar dolar olmuş, fakat bu yardım bütçe açıklarının kapanması, ithalat için kullanılması gibi, paranın verimli olmayan ve gidip de gelmeyeceği alanlara harcanmıştı (Armaoğlu, 2005: 443).

Bu sebeple Amerika Avrupa'ya yapacağı yardım için başka bir formül aradı ve bu formül Dışişleri Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir nutukta açıklandı. Buna göre, Avrupa ülkeleri her şeyden önce kendi aralarında bir ekonomik işbirliğine girişmeliler ve birbirlerinin

57

eksikliklerini kendileri tamamlamalıydılar. Bu genel işbirliği sonucunda bir açık ortaya çıktığında Amerika bu açığın kapatılması için yardım edecekti. Bunun için de önce bir işbirliği programı yapılmalıydı ( Ekinci, 1997 ).

Marshall Planına karşılık Sovyetler de hâkim olduğu ülkelerin kendileri arasındaki ekonomik münasebetleri ve işbirliğini sıkılaştırmak için Molotof Planı adını verdikleri ikili ticaret sistemini kurmuşlardı. Zira bazı ülkeler ve bilhassa Çekoslovakya, Marshall Planına katılmak için büyük istek göstermişti. Bundan dolayı 1948 Şubatı’nda Çekoslovakya darbesi gerçekleşecekti (Armaoğlu, 2005: 443-444).

Marshall Planı ve Truman Doktrini, Sovyetler'in Orta Doğu ve Avrupa'da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine karşı Birleşik Amerika'nın almış olduğu ilk tedbirlerdi. Yani, Amerika bundan sonra Sovyet yayılmasını durdurmak için gerekli tedbirleri alacaktı ki, bu tedbirlerin en etkilisi 4 Nisan 1949'da kurulan NATO veya Kuzey Atlantik İttifakı olacaktır (Armaoğlu, 2005: 447-448).

Sonuç olarak II. Dünya Savaşı sonrası dünya, gerek ekonomik yapılanma anlamında gerek siyasal ve ideolojik yapılanma anlamında yeni bir düzene geçiyordu. Ülkeler hangi safta yer alacaklarını kendi şartlarını göz önüne alarak belirlemek durumundaydı.