• Sonuç bulunamadı

İşlevselcilere göre, her toplum veya sosyal yapı mevcut değer yargısı ve norm sistemi doğrultusunda birbirleriyle işlevsel bağıntı içinde bütünleşmiş parçalardan oluşur. Dolayısıyla her parçanın bir işlevi, bir ihtiyacı karşılama ve diğer parçalarla bütünleşme niteliği vardır (Oskay, 1983, 16). Başka bir deyişle, işlevselcilikte toplum, hiçbir kısmının bütünden ayrı olarak anlaşılamayacağı ve birbirleriyle ilişkili kısımlardan oluşan bir sistemdir. Herhangi bir kısımdaki değişim, sistemin diğer kısımlarında bir takım dengesizliğe ve bir ölçüde de bir bütün olarak sistemin yeniden düzenlenmesine yol açar (Theodorson ve Theodorson, 1969, 167). Walter Buckley’e (1957, 240) göre, bu bağlamda işlevsel olma, bir gereksinimi karşılama ve diğer unsurlarla uyumlu bir bütünleşme demektir. Dolayısıyla her sosyal birim, sosyal sistem için oldukça önemlidir.

Bir sistemin anlaşılabilmesi için, bunun unsurlarının, parçalarının, sistemin bütünü bakımından ne yapmakta olduğunu, bütüne karşı olan ilişkisinin neden ibaret olduğunu belirtmek gerekir. Bu durum, sistemin parçalarının, bütün sisteme oranla ne gibi bir “işlev”i yerine getirdiklerinin tespitini zorunlu kılmaktadır. Böylece toplumun analiz edilebileceğini, her parçasının, diğer bir parçasıyla ilişki haline konulabileceğini kabul etmek “işlevsel” açıdan yaklaşmak demektir (Dönmezer, 1984, 172-173).

İşlevselcilerin, “bir toplumsal sistemin birbirleriyle ilişkili kısımları” ifadesi, bir üniversiteye bakılarak örneklenebilir. Burada kısımlar, öğretim üyeleri, öğretim görevlileri, araştırma görevlileri, okutmanlar, memurlar, teknik hizmetler, öğrenciler, derslikler, laboratuarlar, yemekhane, restoran ve benzerleridir. Tüm bu kısımlar birbirleriyle ilişkilidir ve bunların birbirlerine karşılıklı olarak dayalı olduğunu anlamak için, birinde bir aksaklığın olduğunu düşünmek yeterlidir. Daha da özelleştirerek, üniversitenin Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü ele alınacak olursa, bölümde yer alan öğretim üyelerinden birinin uzun süreli rahatsızlığı sistemin dengesizliğine yol açacaktır. Benzer şekilde teknik hizmetlerin yerine getirilememesi, laboratuarların çalışmaması, yemekhanede yemeğin çıkmaması gibi birçok değişiklik karşısında, çoğu zaman, sistem geçici olarak işlemez hale gelebilir.

İşlevsel kuramcıların öncelikle üzerinde durdukları temel konulardaki amaçları, toplumsal düzenin veya toplumsal sistemin uyumlu bütünlüğünü ve devamlılığını sağlamaktır. Bu denge ve bütünleşme ise, toplumun temel bağlayıcı gücünü oluşturan değer yargısı ve norm sistemi üzerinde uzlaşma ve birleşmeyle mümkün olmaktadır. Mevcut norm ve değer yargısı sistemine ters düşen düşünce ve davranışlar, toplumsal kontrol süreci içinde ya izole edilir ya baskı altına alınır, ya da mevcut toplumsal düzene sosyalize edilerek zararsız hale getirilir veya toplumu oluşturan öğelerin işlevlerinde uygun ayarlama ve düzenlemelere gidilerek, toplumsal kurumlar arasında yeni bir denge sağlanmaya çalışılır (Oskay, 1983, 18).

Bir başka şekilde ifade edilecek olursa, işlevsel teoriye göre, “organizma” parçalardan oluşur ve bu parçalar bir “sistem” oluştururlar. Yani aralarında anlamlı ilişkiler ağı vardır ve birinde olan değişiklik diğerlerini de etkiler. İşlevini kaybeden, toplumun düzenine ve hayatiyetine katkısı kalmayan parça, bir kuşaktan diğerine geçemez (Arslantürk ve Amman, 2008, 431). Burada bir örnek olması açısından, işlevsel teorinin, araştırma alanında, gerdek gecesini takip eden sabah ile öğlen arasında yapılan ve yaygın olarak “duvak günü” adıyla bilinen törene nasıl baktığı ele alınacaktır. Gerdek sabahında, gelinin namusunu şeref ve haysiyetini koruyarak baba evinden ayrılması, ilk cinsel birlikteliğini eşiyle gerçekleştirmesi bir başka ifadeyle “yüz aklığı”nı herkese ispat etmesinin kutlanması düşüncesinin ön planda olduğu tören, günümüzde gençler arasında bilinmemektedir. Turistik bir yerleşim birimi olan ve kültürel değişimin oldukça hızlı yaşandığı Muğla yöresinde, gençler, düğünden sonra balayına çıkmaktadırlar. Dolayısıyla, günümüzden otuz yıl önce canlı olarak yaşatılan “duvak töreni” bugün işlevini kaybetmeye yüz tutmuştur.

İşlevselciler, toplumsal sistemlerin dengeyi nasıl koruduğunu ve nasıl yeniden denge kurduğunu çözümlerken, merkez kavram olarak paylaşılmakta olan değerleri veya arzu edilenlerle ilgili, genel olarak kabul edilen standartları kullanma eğilimindedirler. Değerlere önem verme, işlevselciliğin en belirgin özelliklerindendir (Wallace ve Wolf, 2004, 23).

İşlevselcilik ve yapısalcılık bazı yerlerde iç içe geçmekte ve “yapısal işlevselcilik” ya da “yapısal fonksiyonalizm” olarak adlandırılmaktadır

(Parsons, 1951, vii). İşlevselciliğe “yapısal” sıfatının eklenmesi, tek başına işlevin toplumun, toplumsalın ya da sosyalin açıklanmasında yeterli olmadığının görülmesi sonucunda gerçekleşir (Colomy, 1986, 4). Herhangi bir yapıyla bağlantılandırılmadan sadece işlevden söz etmek, işlevi kaynaklandığı ve yöneldiği yapıdan kopartarak ele almak, sosyolojik analizin havada kalmasına yol açtığı için, teorisyenler işlevin yanı sıra yapıyı da vurgulayan bir ad kullanmışlardır. Ancak yapısal işlevselcilikte asıl olan işlevdir. Yapı, işleve yardımcı unsur olarak eklenmiştir (Çelebi, 2007, 200- 201).

Yapısal işlevsel yaklaşıma göre her yapı, bir işlev sahibi olduğu için gelişir. Yoksa yapılar var olduğu için belli işlevler ortaya çıkmaz. Bir başka ifadeyle, işlevler, yapılardan önce ortaya çıkar ve kendilerini yerine getirecek yapıların yaratılmasına yol açarlar. Yapılar işlevleri değil, işlevler yapıları yaratırlar (Kongar, 2008, 145). E. Kallen’e göre, başlangıçta, işlevsel yaklaşımda “yapı ve biçim”, “işlev”e öncelikli kavramlarken, daha sonra bu durum tersine dönmüştür. Kalen bu düşüncesini insanoğluyla ilgili bir analoji yoluyla şöyle açıklar: Önceden insanın bir çift bacağı olduğu için yürüdüğü kabul edilirdi, daha sonra ise insanın yürüme işlevlerine sahip olduğu için bir çift bacağının ortaya çıktığı kabul edilmiştir (Özdemir, 2000, 8).

Temelde sosyoloji, sosyal / kültürel antropoloji kökenli olan işlevsel teori, Auguste Comte, Herbert Spencer, Vilfredo Pareto ve Emile Durkheim’ın attığı temeller üzerinde, Bronislaw Malinowski ile Radcliffe-Brown tarafından iskeleti kurulan, Talcott Parsons tarafından formülleştirilen ve Robert King Merton tarafından da kusurları giderilmeye çalışılan bir bina olarak düşünülebilir (Arslantürk ve Amman, 2008, 431).

Bir toplumsal pratik ya da kurumun işlevinin incelenmesi, o pratik ya da kurumun toplumun varlığının sürmesine yaptığı katkının çözümlenmesidir. Comte ve Durkheim da dâhil olmak üzere işlevselciler, bir toplumun işleyişini canlı bir organizmanın işleyişiyle karşılaştırmak için çoğunlukla bir organik benzeşim kullanmışlardır. İşlevselciler toplumun parçalarının, tıpkı insan bedeninin değişik parçalarında olduğu gibi, toplumun bütünü için yararlı olacak biçimde birlikte çalıştıklarını ileri sürmektedirler. Kalp gibi bir organı incelemek için, kalbin, bedenin diğer parçalarıyla ne şekilde ilişkili olduğu

gösterilmelidir. Kalp, bedenin her tarafına kan pompalayarak, organizmanın yaşamının sürmesinde hayati bir rol oynamaktadır. Benzer şekilde, bir toplumsal bileşenin işlevini çözümlemek de, onun toplumun varlığının ve sağlığının sürmesinde yüklendiği görevi anlamak demektir (Giddens, 2008, 55).

Herbert Spencer, toplumu bir organizma olarak tanımlar. Spencer’e göre toplumun gelişimi tıpkı diğer canlı organizmalar gibidir. Toplum bir organizma gibi aile, devlet, işletme vd. parçalı olarak organize olmuştur. Birey, sosyal organizmanın gerçek varlık nedenini oluşturur. Organlar birbirine bağlıdır. Bir organ görevini yerine getiremediği takdirde, diğer organ onun görevini üstlenir (Yoldaş, 2007, 23). Örneğin; gelişmiş toplumlarda eski gramofonlar bugün asıl işlevlerini yitirmekle birlikte kendisine süs öğesi işlevi verilerek yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kömürlü ütüler, kahve için el veya yer değirmenleri, heybeler, sırt ve köşe yastıkları, gaz lambaları gibi maddi kültür öğeleri, yine gelişmiş toplumlarda halk oyunları, kutlama ve törenler, amuletler asıl işlevini kaybetmiş, kendisine yeni işlevler verilmiş manevi kültür öğeleri olarak gösterilebilir (Erginer, 1996, 115).

Üzerinde durdukları analiz birimlerine göre fonksiyonalistler farklı şekillerde sınıflandırılmaktadırlar. Mark Abrahamson fonksiyonalizmin üç çeşidinden bahsetmektedir: 1) Emile Durkheim ve Vilfredo Pareto tarafından temsil edilen toplumsal fonksiyonalizm; bireyi değil toplumsal olanı analiz birimi haline getirir. Odaklandığı kavram sosyal olgulardır. Çünkü sosyal olguların analizi ancak toplumsal olguların birbirleriyle olan nedensel ilişkileri çerçevesinde anlaşılabilir. 2) Bronislaw Malinowski’nin temsil ettiği bireyci fonksiyonalizm; sosyal örgütlenmenin temelinde biyolojik kökene, bireysel ihtiyaçlara vurgu söz konusudur. Burada sosyal kurumların bireysel ihtiyaçları tatmin etmek için bir fonksiyonda bulunduğu varsayılır. 3) Radcliffe-Brown’un temsil ettiği kişiler arası fonksiyonalizm; sosyal örgütlenmeleri kişiler arası etkileşime odaklanarak fonksiyonel ilişkileri açısından çözümlemek ister (Abrahamson, 1990, 19-28).

Don Martindale (1960, 446), fonksiyonalizmin kullanıldığı disiplinlere ve yaklaşımın analiz boyutuna göre şöyle bir sınıflama yapar: Sosyolojik

fonksiyonalizm, antropolojik fonksiyonalizm, makro fonksiyonalizm ve mikro fonksiyonalizm.

Jonathan H. Turner (1996, 763-783), analitik fonksiyonalizm, empirik fonksiyonalizm, neofonksiyonalizm, genel sistemler fonksiyonalizmi, ekolojik fonksiyonalizm, biyolojik fonksiyonalizm, çatışmacı fonksiyonalizm şeklinde hacimli ve kapsamlı bir sınıflandırma yapmaktadır.

Klasik Fransız sosyoloğu Emile Durkheim, modern toplumu kendine ait bir gerçekliğe sahip organik bir bütün olarak görür. Bu bütün, “normal” durumunda var olabilmek için bütünü oluşturan parçalar tarafından karşılanan gereksinme ve işlevlere sahiptir. Eğer bazı temel gereksinmeler karşılanmazsa “patolojik” bir durum gelişir. Örneğin; ekonomik işlev modern toplumda karşılanması zorunlu olan bir gereksinmedir. Ekonomide şiddetli bir dalgalanmanın varlığı, sistemin diğer parçalarını ve sonuçta bütün sistemi etkileyecektir (Poloma, 2007, 49). Durkheim, bir şeyin yerine getirmekte olduğu işlevin, onun varoluşunu açıklamadığını belirtmekte ve “neden bilinmekteyse, işlevin daha kolay bulunabileceğini” ifade etmektedir (Poloma, 2007, 27-28).

Durkheim’ın işlevselciliği yirminci yüzyıl antropologlarından Bronislaw Malinowski ve Radcliffe-Brown tarafından ortaya konmuş ve geliştirilmiştir. Bu iki antropoloğun ilkel toplumlar üzerine çalışmaları, işlevsel kavramların gerçek toplumlar üzerinde uygulanmasının ilk örnekleridir (Turner, 2003, 29). Böylece, işlevsel teorilerin, topluma ilişkin soyut, genel değerlendirmeleri, sistemleri oldukça bütünleşmiş ve durağan sayma eğilimleri nedeniyle işlevsel paradigmanın empirik temelden uzak kalması durumu ortadan kalkmıştır. Kurulan model, gerçek toplumsal analizlerde kullanılmıştır (Özdemir, 2000, 24). Radcliffe-Brown ve Malinowski, toplumun yaşayan bir organizma olduğu görüşünde olan sosyologlardan etkilenmiş ve organik model üzerine kurulu işlevsel çözümlemeye katkıda bulunmuştur (Oring, 1973, 67-68).

Radcliffe-Brown öncelikle yapı üzerinde durmuştur. Ona göre, toplumlar organize yapılardır ve toplumun parçaları arasında işlevsel ilişkiler bulunur (Scott, 1995, 138). Belli bir yerleşme bölgesinde akrabalık sistemi ve

siyasal birlik halinde örgütlenmiş grupların karşılıklı ilişkileri “sosyal yapı”yı (sosyo-kültürel sistem) oluşturur. Bu sistem, teknik / ekonomik, sosyal / yapısal ve ideolojik / kültürel olmak üzere, birbirinden bağımsız olarak incelenmesi mümkün üç alt sisteme ayrılır. Bu alt sistemlerin en önemlisi sosyal / yapısal alt sistemdir. Sosyal / yapısal ilişkiler ekonomik ve kültürel alt sistemleri belirler ve onlar tarafından desteklenir (Güvenç, 1999, 88).

Radcliffe-Brown’da, organizma ve organizmanın ihtiyaçları arasındaki uygunluk, tekrar eden psikolojik süreç anlamında önemlidir. Bu bağlamda bireyler, sosyal ilişkiler ağına tekrar eden aktivitelerle bağlıdırlar. Tekrar eden aktivitenin işlevi bütünün yapısal sürekliliğine bir katkıdır; suçun cezalandırılması, cenaze törenleri gibi. Onun işlevselciliğe katkısı, sistemin işlevsel birliği, ahenk, uyum gibi kavramları netleştirmesinde aranmalıdır (Özdemir, 2000, 25).

Güney Pasifik’teki Trobriand Adaları’nda dört yıl süreyle yaptığı araştırmalar neticesinde Malinowski (1992, 21-22), işlev teorisinin, kültür fenomenini herhangi bir kurgusal işleme tabi tutmadan önce daha doğru bir şekilde anlamaya çalıştığını ifade etmektedir. Ona göre kültür:

a. Özünde araç olan bir aygıttır; insan çevresinde ve ihtiyaçlarının giderilmesi sürecinde karşılaştığı özel, somut problemleri onun sayesinde daha iyi çözebilir.

b. Kültür bir nesneler, eylemler ve zihniyetler sistemdir. Bu sistem içerisinde her parça bir amaca hizmet eden bir araç olarak bulunur.

c. Kültür, çeşitli unsurları karşılıklı birbirine bağlı olan bir bütündür.

d. Önemli yaşamsal ödevler çevresinde kurumlar halinde örgütlenmiştir. Aile, klan, köy, kabile gibi ekonomik işbirliği için, politik, hukuksal veya eğitsel etkinlikler için örgütlenmiş birlikler buna örnek gösterilebilir.

Malinowski’ye göre “kültür”, insanın sosyal mirasıdır. Bütün el ürünleri, araçlar, teknik süreçler, alışkanlıklar ve değerler kültür içinde yer alır. Sosyal organizasyon, kültürün bir parçasını dışarıda tutarak anlaşılamaz. Kültürün nihâi evresi bireyin zihni ve sosyal organizasyonudur (Martindale, 1960, 457).

Malinowski, yaşayan her kültürün organizmaya benzer işlevsel bir bütün olduğunu ve bu kültür bütününün herhangi bir parçasının bütün ile ilişkisini anlamaksızın açıklanamayacağını savunmuştur. Malinowski’ye göre bir kültür ünitesinin işlevi, o ünitenin mensup olduğu tüm kültür sistemi içinde açıklanabilir ve bir ünitenin gerçek hüviyeti kültür bütünü içinde anlaşılır hale gelir. Herhangi bir kültür ünitesi, o ünitenin kökeni, tarihsel gelişimi ve yayılması bilinse dahi anlaşılır hale gelmeyebilir, aksine herhangi bir kültür ünitesinin kültürün içindeki ünitelerle ilişkisi ve etkileşimi açıklanabildiği takdirde anlaşılabilir (Saran, 1993, 264).

Malinowski, işlevsel teoride bazı temel esaslar belirler. İnsan, doğal bir varlık olduğundan, dünyanın neresinde olursa olsun, her şeyden önce yiyecek, barınma, yeniden üretim gibi biyolojik ihtiyaçlarını karşılama çabası içindedir (Oring, 1973, 68). Bu çabayı gösterirken gelişmiş zihin yapısı nedeniyle “kültür” adı verilen bir varlık alanı oluşturmaktadır. Bu durumda sosyal / kültürel sistem, bireyin ihtiyaçlarını karşılama görevini üstlenir ve bunu yaparken de bireye bir dizi sosyal sorumluluk yükler. Sistem çalışmazsa, ihtiyaçlar karşılanamadığı için bireyler ölür ya da çoğalamaz. Dolayısıyla, Malinowski için bir topluluğun iaşe sistemini ifade eden süreçlerin tüm işlevi, yiyeceğe olan temel biyolojik ihtiyacın giderilmesidir (Güvenç, 1999, 88).

Malinowski, biyolojik, sosyo-yapısal ve sembolik sistem olmak üzere, bir düzen içinde bulunan, üç tür sistem belirler. En alt basamakta biyolojik sistem, en üst basamakta ise sembolik sistem bulunur. Sembolik sistem, hem çevreye uyum hem de insanın kendi kaderine ve grup üyeliğine ilişkin belirleyici bir çerçeve oluşturan bilgi, inanç ve anlam sistemlerini içerir. Yapısal sistem ise, tüketim mallarının dağıtımı ve üretimi, davranışların düzenlenmesi ve kontrolü, insan becerilerinin eğitimi ve geliştirilmesi, otorite ilişkilerinin kurulması, organizasyonu ve sürdürülmesi için bir çerçeve sağlar (Turner, 2003, 31).

İnsanı antropolojik açıdan eksik bir varlık olarak tanımlayan Malinowski, insanın, içgüdülere sahip olmaması nedeniyle toplumda uyum sağlayamadığını belirtmektedir. Bu eksikliği gidermek için kurumlar vardır. Kurumların işlevsel görevi insanların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Diğer bir

ifadeyle Malinowski kurumların işlevini, insanların ihtiyacını gideren bir etki aracı olarak görmektedir (Yoldaş, 2007, 22).

Malinowski’ye (1992, 28-34) göre, insan kurumlarının ve bu kurumlar içindeki bütün kısmi eylemlerin, ilk yani biyolojik, ya da gelişmiş yani kültürel ihtiyaçlarla ilişkili olduğunu göstermek mümkündür. İşlev, her zaman bir ihtiyacın doyurulmasını ifade eder. Bu en basit yeme eylemiyle başlar ve kutsal eyleme kadar gider. Örneğin; ailenin işlevi üyeleriyle birlikte topluluğu yaşatmaktır. Evlilik sözleşmesi gereğince aile meşru ardıllar yaratır; bunların yetiştirilmesi gerekir, onlara ilk eğitim, daha sonra da maddi mallarla birlikte belli bir donanım verilmelidir. Bununla birlikte aile kurumu, ahlaki bakımdan onaylanmış birlikte yaşamın sadece cinsel tatmin değil, can yoldaşlığı için de oluşturulması ve soyun devamı gibi sosyal ve kültürel sonuçlarıyla kapsamlı işlevlere sahiptir.

Malinowski, temel gereksinmeler ve bunlara verilen kültürel cevaplar arasında birebir bir ilişki olduğunu belirtmekte ve şu tabloya dikkat çekmektedir:

Temel Gereksinimler Kültürel Cevaplar

Metabolizma Besin sağlanması

Üreme Akrabalık

Bedensel rahatlıklar Barınma

Güvenlik Koruma

Hareket Etkinlikler

Büyüme Yetiştirme

Sağlık Hijyen

Tablodaki “Temel Gereksinimler” başlığı altında verilen terimlere dair açıklayıcı bilgiler de verilmektedir. Şöyle ki, metabolizma sözcüğü, besin alınması, sindirim, ilgili salgılar, besinin özümlenmesi ve yararsız maddelerin bedenden atılması süreçleriyle çevresel etkenler, organizma ile dış dünyanın etkileşimi, kültürel çerçeveli bir etkileşim arasında çeşitli biçimlerde oluşan ilişkiler anlamına gelir. Üreme, cinsel ilişkiyle ilgili bireysel güdü ya da uyarım ve bu ilişkinin herhangi bir özel durum içinde gerçekleşmesi değil, insan

topluluğunun sayısını yenileyecek ölçüde yeterince hızlı olması anlamındadır. Bedensel rahatlıklar terimi, ısı düzeyi, nem oranı ve beden için tehlikeli madde yokluğuyla ilgilidir ve bu koşullar solunum, sindirim, içsel salgılar ve metabolizma gibi fizyolojik süreçlerin doğrudan doğruya fiziksel anlamda sürüp gitmelerini sağlar. Güvenlik, mekanik kazalardan, hayvanların ya da insanların saldırısından kaynaklanan bedensel yaralanmaların önlenmesiyle ilgilidir. Burada belirtilmek istenen, organizmaların büyük çoğunluğunun bedensel zararlardan korumayan koşullar altında kültürün ve ona bağlı grubun yaşamının sürüp gitmeyeceğidir. Hareket sözcüğü, etkinliğin organizma için ne denli gerekli ise kültür için de o denli zorunlu olduğunun doğruluğunu ortaya koyar. Burada kastedilen, bir insan grubunun genellikle hangi koşullar altında yaşayıp işbirliği yaptıkları ve grup üyelerinin büyük çoğunluğunun her zaman ve bütün grup üyelerinin de bazen genellikle hangi koşullar altında çalışma ve girişim alanı elde etme zorunda bulunduklarıdır. Büyüme sözcüğüyle, insanların çocukluk dönemlerinde yakınlarına bağımlı olmaları, olgunluğun yavaş ve aşamalı bir süreç olması ve insanın yaşlılığında bireyin öteki hayvan türlerinin hepsinden daha savunmasız bulunmasıdır. Bir başka deyişle, eğer çocuk, birçok hayvan türlerinde olduğu gibi, doğumdan hemen sonra kendi yazgısına bırakılsaydı, ne insan topluluğu yaşamda kalabilirdi ne de onun kültürü varlığını sürdürebilirdi. Sağlık, biyolojik bir gereksinme olması nedeniyle, belki de listede yer alan bütün terimlerle ilgilidir. Ayrı bir terim olarak listeye girmesinin tek gerekçesi, bozulunca yeniden elde edilmesi zorunluluğudur.

Malinowski’ye göre, insanların güdülerini karşılamak için kültürel kurumlar oluşturulmuştur. Bu ihtiyaçlarla kurumları birbirinden ayıramayız. Örneğin; kültür koşulları altındaki insanlar sabah uyandıklarında iştahları açıktır ve aynı zamanda kendilerini bekleyen bir kahvaltı ya hazırdır ya da hazırlanacaktır. Gerek iştah gerekse bu iştahın karşılanması rutin olarak aynı anda ortaya çıkar. Kazaların dışında, organizma gereksindiği ısı düzeyini kendisini koruyan giysilerden, ısıtılmış odadan, ya da barınakta yanan ateşten veya yürürken, koşarken ya da ekonomik etkinlikte bulunurken yaptığı hareketten sağlar. Açıkçası, organizma kendisini ayarlar, öyle ki her bir gereksinme için bazı özel alışkanlıklar gelişir ve kültürel cevapların

örgütlenmesinde bu rutin alışkanlıklar doygunlukların örgütlenmiş rutiniyle karşılanır.

Bu bağlamda Malinowski, “Kültürel Cevaplar” başlığı altında da şu açıklayıcı bilgileri vermektedir:

Besin sağlanması ile kastedilen, insanların yiyip içme işlerini ne doğrudan doğruya doğaya başvurarak ne tek başlarına ne de yalnızca anatomik ya da fizyolojik bir işlevle yürüttükleridir. En alt düzeyli insan topluluklarından en üst düzeye kadar bütün topluluklarda aynı sofrayı paylaşma olgusu vardır. İnsanlar genellikle ortaklaşa kullanılan bir örtü üzerinde ya da özellikle bu amaçla hazırlanmış bir yerde, bir ocağın, bir masanın çevresinde ya da bir barda birlikte yemek yerler. Yemekte bazı aletler kullanılır, kurallara uyulur ve bu işin sosyal koşulları dikkatle belirlenir. Her insan toplumunda ve herhangi bir toplumun herhangi bir bireyi ele alındığında yemek yeme işinin belli bir kurumun içinde gerçekleştiği görülür. Burası bir ev, bir lokanta ya da öğrenci yurdu olabilir. Onun yeri sabittir, yiyeceğin sağlanması ya da hazırlanması için bir örgütü ve yemeğin tüketilmesini sağlayan olanakları vardır. Besinin üretilip dağıtılması da örgütlü davranış sistemlerine sahiptir. Yiyeceği koruma ya da depolama ve pişirme yöntemlerinde de bazı tamamlayıcı aygıtlara gereksinim duyulmaktadır. Zamanla bunlar bozuldukça ya da kullanılıp tüketildikçe yerlerini yenilerine bırakmak zorundadırlar.

Akrabalık başlığı altında, insan kültürlerinde, hayvansal yaşamın kısa birleşme ve çoğalma aşamalarına karşılık olan üreme süreçlerinden söz edilmektedir. İnsan yavrusu en yüksek düzeyli antropoid (insan benzeri) kuyruksuz maymunların yavrularından bile çok daha uzun bir dönem boyunca ana babanın korumasına gereksinme duyar. Bu nedenle de üreme