• Sonuç bulunamadı

Hicrî I. asrın sonlarına doğru gelindiğinde hadislerin tespiti ve yorumlanması konusunda tâbiûn âlimlerinin, selefleri olan sahâbe âlimlerde de görülen ehl-i rey ve ehl-i hadis yaklaşımlarını aynen takip ettiklerini ve bu yaklaşımın her geçen gün gittikçe belirgin hale geldiğini söylemek mümkündür. Bu her iki ekolü bölgesel bir ayrıma tabi tutacak olursak, Irak/Kûfe ehli ve Hicaz/Medîne ehli şeklinde şöhret bulduğunu söyleyebiliriz. Sahâbeden “reye”4 yatkın olanlara talebelik yapmış olan tâbiûn nesli, doğal olarak ehl-i rey anlayışının; yine reye az başvuran sahâbelerden ders alan tâbiûn nesli ehl-i hadis anlayışının temellerini atmış bulunmaktadır. Zira ehl-i reyin Kûfe’de yoğunlaşarak yaygın hale gelmesinde Hz. Ömer, Hz. Alî (ö. 40/661) ve İbn Mes’ûd’un (ö. 34/650) rolü; ehl-i hadisin de Medîne’de yoğunlaşmasında Hz. Aişe (ö. 58/678), Ebû Hureyre (ö. 58/678), İbn Ömer (ö. 73/692) gibi öncü sahâbelerin rolü çok büyük olmuştur.

1Malik, Muvatta (Şeybânî Rivâyeti), el-Mesh, h. No: 51, s. 41.

2Şâfiî, el-Ümm’de, İhtilâfu Mâlik veş-Şâfiî, bölümünde, VIII, s. 513.

3İbn Hazm, Ali b. Saîd, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, (thk. Ahmed Şâkir), Beyrut, II, s. 97.

29 Medîne’nin yedi fukahâsının en önde geleni ve ehl-i hadisin öncüsü sayılan Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 94/713)1 büyük sahabîlerin yaşadığı devirde Medîne’de büyüdü. Hz. Ömer, Hz. Osman, Ali, Aişe, Ebu Hüreyre, Ümmü Seleme (ö. 62/681), Ebu Mûsa el- Eş’arî (ö. 42/663), Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit (ö. 45/665), Abdullah b. Abbas (ö. 68/688), Ümmü Süleym, Abdullah b. Amr (ö. 65/685), Muhammed b. Mesleme (ö. 43/663) ve babası Müseyyeb’den hadis rivâyet etti. Onun hadislerinin çoğu kayınpederi Ebû Hureyre’dendir. Kendisinden hadis rivâyet eden yüzlerce tâbiîlerden bazıları: Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720), Amr b. Şuayb (ö. 118/736), Ata el-Horasânî (ö. 135/752), Amr b. Dinâr el-Cumahî (ö. 126/744),Katâde b. Diâme el-Basrî (ö. 117/735), Amr b. Mürre (ö. 116/734), İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), Muhammed el-Bâkır (ö. 144/733), Yahyâ b. Saîd el-Ensarî (ö. 143/760), İbnü’l-Münkedir (ö.131/748), Meymun b. Mihrân (ö. 117/735) gibi şahsiyetlerdir.2 Tâbiînin büyüklerinden Kadı Meymûn b. Mihrân, Medîne’ye geldiğinde âlimlere Medine’nin en büyük fakihinin kim olduğunu sorar. Henüz Ebû Hüreyre ve İbn Abbas’ın (ö. 68/688) hayatta olmasına rağmen ona Saîd’i gösterdiklerini söyler. Ömer b. Abdülazîz, Medine valisiyken Saîd b. el-Müseyyeb’e sormadan hiçbir hüküm vermezdi. İbn Ömer, babasının fetva ve hükümlerini Saîd b. el- Müseyyeb’ten öğrenirdi. Zira Saîd, ilk üç halîfenin kadâ ve hükümleri en iyi bilen tâbiîidi. İmâm Mâlik, Saîd b. el-Müseyyeb’in Hz. Ömer’e yetişmemesine rağmen onunla ilgili bütün kadâ ve fetvaları öğrenmek için büyük bir gayret sarfettiğini ve bunda da muvaffak olduğunu söylemiştir.3Hz. Ömer, Hz. Alî ve İbn Mes’ûd gibi âlim sahâbelerin fıkıh anlayışları ve nasları değerlendirmede takip ettikleri metod ve usûller, tâbiûn talebeleri vasıtasıyla döneminin ehl-i rey mümessili ve öncüsü sayılan Irak İmâmı, Kûfeli fakih İbrâhim en-Nehaî’ye (ö. 96/714) mîras kalmıştır.4 Bilmukâbil

Abdullah b. Ömer ve Ebû Hureyre gibi diğer âlim ve müctehid sahâbelerin takip ettikleri metod ve usuller de, devrinde ehl-i hadisin öncüsü sayılan Medîne fakîhi Saîd b. el-Müseyyeb’e (ö. 94/713) mîras kalmıştır.5 Bu durum gerek Irak ekolünün ve gerekse Hicaz ekolünün her birinin kendi hocaları vasıtasıyla kendilerine ulaşan hadis

1 Bkz. Kandemir, “Saîd b. Müseyyeb”, DİA, XXXV, 563-564.

2İbn Hacer, Tehzîb, IV, 84.

3İbn Hacer, Tehzîb, IV, 86.

4 Zehebî, Siyer, IV, 520.

30 ve sahâbe fetvâlarını daha râcih ve sahih görmelerine neden olmuştur.1 Irak ve Hicaz

merkezli bu gruplaşmada, hoca ve metod farklılığı olmakla birlikte kültürel, ictimâî ve siyâsî farklılıklarında büyük oranda rolü olmuştur. Medîne Hz. Peygamber’in (s.a.v) ve sahâbesinin hayat izleriyle dolup taşmış, rivâyetlerin bolca bulunduğu ve diğer bölgelere nazaran çok daha sade bir hayat akışının olduğu bir şehirdir. Bu da onların karşılaştıkları birçok yeni problemleri sahip oldukları nebevî mirasla çözümleyebilmelerini sağlıyordu.

Ancak Irak bölgesinde ve bilhassa Kûfe’de, Medîne’ye göre çok daha hareketli ve çok kültürlü karmaşık veetnik bir hayat yaşanmaktaydı. Nitekim Irak bölgesi Hint, İran, Sâsânî ve Arap medeniyetlerinin biraraya toplandığı, Yunan felsefesinin ve diğer semâvî dinlere mensup grupların bulunduğu çok renkli içtimâî bir yapıya sahipti.2

Bunun yanısıra Irak, siyâsî yapılanmalara konu olmuş, Havâric ve Şia gibi gruplara, Mürcie, Cebrie ve Mu’tezile gibi farklı îtikâdî fırkalara da ev sahipliği yapmıştır. Belki de bu fırkaların uydurdukları hadis faaliyetlerinden olumsuz yönde en çok etkilenen Irak/Kûfe olmuştur. Bu yüzden Kûfe uydurma rivâyetlerin merkezi olarak görülüp darphane diye de isimlendirilmiştir.3 Bir defasında İmâm Zührî’nin meclisinde

Iraklıların rivâyetlerinden bahsedilince Zührî onların bu konuda zayıf olduklarını söylemiştir. Bunun üzerine kendisine Irak’ta A’meş (ö. 148/765) adında birisinin olduğu ve 4000’den fazla hadis bildiği söylenip ona ait bazı hadislerin bulunduğu yazılı bir belge gösterilince Zührî; ‘‘Vallahi ilim budur. Ben Irak’ta bunları bilen birilerinin olacağını hiç tahmin etmemiştim’’ diye cevap vermiştir.4 İbn Şihâb’ın bu sözü birçok

açıdan önem arzetmektedir. Öncelikle Hicaz ehlinin Iraklılara karşı önyargılı bir kanata sahip oldukları görülür. Bu önyargıya Irak bölgesinde yaygın uydurma rivâyetlerin çokluğu önemli rol oynamış olabilir. Bununla birlikte Irak’ta birçok hadisçinin bulunduğu ve hadis rivâyetlerinden haberdar olduklarını da ifade etmiş olmaktadır. Burada göze çarpan bir diğer şey de –hicrî 124 de vefat eden – Zührî’ye Irak bölgesinde tedvin edilerek yazılı hale getirilmiş hadis mecmûalarının sunulması, Irak’taki hadislerin tedvin tarihi hakkında önemli bir ipucu vermektedir.

1 Dehlevî, Şah Veliyyullah, Hüccetullahi’l-Bâliğa, (thk. Muhammed Ahsen), Karaçi, I, 145; Dehlevî, el-

İnsaf fî Beyâni Sebebi’l-İhtilâf, (trc. Şükrü Özen), İstanbul, 1987, s. 61, 62.

2 Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 105-106.

3 Suyûtî, Celâluddin, İs’âfu’l Mübetta’ bi Ricâli’l-Muvatta, Mektebetü’t-ticâriyye, Mısır, s. 5.

31 Iraklıların hadisleri Medînelilere göre daha az olduğundan dolayı sıkça reye başvurmuş oldukları iddiası yerine, onların hadislerle amel etmekte takip ettikleri metod ve kabul şartlarının Medînelilerden çok farklı olmasından kaynaklandığını söylemek daha makul olur. Kûfeli fakihler meselelere çözüm bulabilmek ve toplumu İslâm’a göre dizayn edebilmek için henüz vukû bulmamış farazi meselelere de cevap verme gereksinimi hissederek karşılaşılması muhtemel konuları çözüme kavuşturmuşlardır. Belki de bu onları Medîne hadis ekolünden ayıran en önemli ayrıcalıklarıdır. Bu sebeple Medîne’de kendisine soru yönelten birisine Kâsım b. Muhammed şöyle cevap vermiştir: ‘‘Ey Iraklılar! Vallahi şu sorduğunuz soruları biz daha önce hiç duymadık, ne diyeceğimizi bilmiyoruz’’. Bu, Medîne’nin yedi fakihinden biri olarak onun, insafla bilmediği konuları itiraf ettiğini göstermektedir.

Aynı şekilde İmâm Mâlik de kendisine sıkça sorular soran talebesi Esed b. Furât’a bu sorularının cevabını almak için Irak âlimlerine gitmesini tavsiye etmiştir.1 Bütün bu

nedenlerden dolayı Irak ve özelde de Kûfe şehri, rey ve kıyasın merkezi olarak şöhret bulmuştur.2 Bu dönem Hicaz’da ehl-i hadisin başını çeken Saîd b. Müseyyeb3olmuştur.

O karşılaşılan problemleri daha ziyade hadisler çerçevesinde Medînelilerin uygulamalarını esas alan bir metodla çözümleme yoluna gitmekteydi. Bunu yaparken çok zorda kalmadıkça reye başvurmamıştır. Öğrencilerinden Rebîa’, kendisine aklî bir soru sorduğunda ‘‘Sen Iraklı mısın?’’ diyerek karşılık vermiş sonra da o konudaki uygulamanın/sünnetin kendisine geldiği şekilde olduğunu söylemiştir.4Buna göre Iraklı

âlimler nasların illetini tespit ve kıyaslama yolunu tercih etmişken, Hicazlı âlimler bundan daha ziyade nasların zahirine bağlı kalmayı ve bu noktadaki miras alınan geleneğe sahip çıkmayı öngörmüşlerdir.

Şa’bî’nin5 (ö. 104/722) fukahâ ile muhaddisûn arasındaki anlayış farkını şu sözü

açık bir şekilde ortaya koymuştur: ‘‘Bizler fakih değiliz. Biz yalnızca işittiklerimizi rivâyet ederiz. Fakih bir şey öğrendi mi onunla hemen amel eder.’’6 İbn Avn (ö.

151/768) ehl-i hadis ve ehl-i reyin iki büyük şeyhi Şa’bî ve en-Nehaî arasında şu

1İbn Abdilberr, Câmi, II, 53; Kâdî İyâz, Tertîb, III, 292.

2 Ebû Zehra, Mâlik, s. 166.

3 Zehebî, Siyer, IV, 217; İbn Hacer, Tehzîb, IV, 84.

4İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir, Musannef, (thk. Kemal Yûsuf el-Hût), Mektebetü’r-Rüd, Riyâd, 1409. III, s.

152, no: 27504.

5İbn Hacer, Tehzîb, V, 65.

32 mukayeseyi yapmıştır: ‘‘Şa’bî (fıkhî) bir soru sorulunca (İbn Ömer gibi) bilmiyorum diyerek konuşmaktan kaçınırken, İbrahim ise uzun uzun konuşurdu.’’1 Öteyandan İbn

Ebî Leylâ (ö. 148/765), en-Nehaî’yi sâhib-i kıyas, Şa’bî’yi de sâhib-i âsâr olarak tavsif etmesi Kûfeli olmasına rağmen Şa’bî’nin ehl-i reyden daha fazla ehl-i hadise yakın olduğunu göstermektedir. Bunun tam aksine örnek olarak Medîneli olmasına rağmen Rebîa’nın, tıpkı Irak rey ehline benzer yaklaşımlara sahip olduğunu zikredebiliriz. Nitekim Rebîa’ bir mesele hakkında nas bulamadığında reye başvurmaktan kaçınmamıştır. Hicazlı olmasının yanında kendisinde ‘rey’ sıfatı öne çıkmışken Mâlik gibi bir hadis ehline yıllarca üstadlık yapmıştır. Bunun bir benzeride, A’meş gibi Kûfe’de önde gelen bir muhaddisin rey ekolünün İmâmı İbrâhim en-Nehaî’ye talebelik yapmış olmasıdır.2 Bunlardan anlaşılan, tâbiûn döneminin sonlarına gelindiğinde ehl-i

rey ile ehl-i hadisi coğrafi olarak ‘‘Irak ve Hicaz ekolleri’’ şeklinde keskin bir ayrıma tabi tutmanın henüz erken olduğudur. Ancak çoğunluk dikkate alındığında ehl-i hadisin daha ziyade Medîne/Hicaz bölgesinde yoğunlaştığını, ehl-i reyin de Kûfe/Irak’da yoğunlaştığını söylememiz mümkündür.

1.2. MUHAMMED ŞEYBÂNÎ’NİN HAYATI VE İLMÎ ŞAHSİYETİ

Benzer Belgeler