• Sonuç bulunamadı

Geleneksel Kentin Çözülüşü ve Toplumun Bir Bütün Olarak Kentleşmesi

3. KAMUSAL MEKAN OLARAK KENTSEL MEKAN

3.2 Geleneksel Kentin Çözülüşü ve Toplumun Bir Bütün Olarak Kentleşmesi

Lefebvre'nin "Kentsel Devrim" kitabının ilk cümlesi şudur: ‘Çıkış noktamız bir hipotez olacak: Toplumun bütün halinde kentleşmesi’. Lefebvre tarafından kent toplumu “sanayileşmeden doğan toplum” olarak tanımlanmıştır. Tarımsal üretim üzerinden ortaya çıkan ve bu tarımsal üretim sürecini bir bütün olarak değiştiren sürecin ürünü olarak kent toplumu oluşmuştur. Bu anlamı ile kent toplumu kentin tüm kırsal ilişkiler alanına baskın hale geldiği bir tarihi aşamayı tanımlamaktadır (Lefebvre, 2013).

Kentsel alan çoğu durumda sanayileşme ve göç olguları ile bütünlüklü bir biçimde kentin kır üzerinde hakimiyet kurma süreci olarak tanımlanmaktadır (Lefebvre, 2013). Bu tanımlamalardaki içeriği ile kent, kırsal olana üstünlüğü ifade eden bir oluştur. Bu anlamı ile kent sosyal, tarihsel ve ekonomik bir değişim sürecini ifade eder. Keleş; kentleşme olgusunu sanayileşme düzleminde kentsel nüfusun kırsal nüfusa göre artışı olarak tanımlar ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan kültürel ve davranışsal değişimi ifade eden bir nüfus birikimine dikkat çeker (Keleş, 2002). Bu tanımlamadaki dönüşüm, bir nüfüs yoğunlaşmasına işaret etmekle beraber, bununla ilişkili bir kültürel ve sosyal dönüşümü de ifade etmektedir. Kentleşmenin bu kültürel ve sosyal boyutları aynı zamanda her yerde mekansal ve nüfus olarak olmasa dahi kentin egemenliği ve denetimini tanımlar. Bu anlamı ile kent olgusunu tek boyutlu bir süreç olarak değil sosyal, kültürel ve ekonomik girdileri olan çok boyutlu ve multidisipliner bir biçimde ele almak, olguyu anlamanın ve açıklayabilmenin başlangıç noktasıdır (Wirth, 2002).

Kentleşme süreci ile birlikte tüm ilişki alanlarını kendini yeniden üretmeye başlar; değer yargıları, doğa, sosyal ilişkiler bu kentsel olgunun yeniden tariflediği bir yörüngeye girecektir. Bu kentleşme süreci artık dünyanın dört bir yanındaki ilişkileri belirleyen bir noktaya doğru ilerlemektedir: ‘’Sibirya’nın tundralarından, Brezilya’nın yağmur ormanlarına, Antartika’nın buzullarından hatta belki okyanuslara ve nefes aldığımız havaya dek, Dünya’nın tüm yüzeyi, hiçbirdönemde olmadığı kadar, şöyle ya da böyle kentleşmiş durumdadır’’ (Soja, Kanai, 2007). Kentin tarihi bir aşama olduğu hipotezinin güçlendirilmesi için Lefebvre tarafından bir dizi argüman ileri sürülmüştür. Bu argümanların temelinde tarımsal üretimin dünya ölçeğinde otonomisini önemli ölçüde yitirmiş olması ve aslen sanayi üretiminin parçası olma yönünde değişim göstermesi olguları yatmaktadır. Köy, bir

bütün olarak dönüşüme uğramakta ve kent dokusu tarımsal yaşantının artıklarını dağıtmakta, yaymakta ve aşındırmaktadır. Bu tartışmada kent dokusu kavramı, dar anlamda şehirlerde oluşturulan alan olarak tanımlanmamakta, aksine bu kavram şehrin kır üzerindeki hakimiyetinin göstergelerinin bütününü kapsayacak bir genişlikte kullanılmaktadır. Lefebvre'ye göre söz konusu kent dokusunun düzeyi, sıklığı, yoğunluğu farklı olabilir ancak hareketsiz ve bozulma halinde olan ‘doğa’ya adanmış bölgeler dışında her yere dokunur. Bunun sonucu ise köy-kent’lerdir. Köyler yavaş yavaş haritadan silinirken, belirli coğrafyalarda ise bu anlamda sadece kentsel yoksullukla kol kola girmiş bir kırsal yoksulluk hüküm sürmektedir. Bu süreç kendi doğal sonucu olarak banliyöler, toplu konutlar ve sanayi siteleri gibi kentsel çıkıntılar oluşturur ve öte yandan da küçük ve orta ölçekli kentler bu çıkıntılar ile birlikte metropollerin yarı sömürgesi haline gelir. Bu bağlam, kent toplumunun oluşma sürecinde olduğu hipotezinin temel bir argümanıdır (Lefebvre, 2013).

Tartışmanın bir diğer yönü ise kırsal alan ve kentsel alan çatışmalarının boyutlarıdır. Harvey, "Sosyal Adalet ve Şehir" kitabında kentsel mekanı ontolojik bir kategori değil, insanları biçimlendiren ve onun tarafından biçimlenen toplumsal bir boyut olarak tanımlar. Bu anlamı ile sosyal ve mekansal süreçler birbirini etkileyen ve birbirinden etkilenen süreçler olarak birlikte ele alınmalıdır (Harvey, 2013). İktisadi boyutları ile kentin hakimiyet sürecine dair genel bir kabul olduğundan söz edilebilir. Ancak kırsal ve kentsel arasındaki ilişkiyi toplumsal temelde yeniden tarif ederken kentsel, kırsal üzerinde geri dönüşsüz bir hakimiyet alanı oluşturmakta, ancak kırsal ilişkiler bu yeni hakimiyet alanında kendine özgü biçimleri yeniden üretmektedir. Özellikle yaşadığımız coğrafyada insanların kırsal alanla sürdürdüğü güçlü bağlar ve kimliğini tanımlarken yine çoğu durumda kullandığı kırsal orijin Lefebvre'nin açıklaması ile tek başına romantik bir olgu olarak tanımlanamaz. Bu anlamı ile kent kendi hakimiyetini kurarken kendinden önceki biçimleri değişime sokarak yeniden üretir. Bu yeniden üretim süreci kırsala kesin bir karşıtlık değil aksine kırsalın kentsel hegamonyada yeniden tanımlanması olarak tariflenebilir. Bu anlamı ile kent yaşamını modernizmin sınırlarında ele almak, kentin hegamonyası sorunsalını tek boyutlu modernist bir hegamonya olarak görmek kentsellik olgusunun çok boyutlu yapısını gözden kaçırma sonucunu doğuracaktır. Kentler göç ettikleri bölgelerle hiçbir toplumsal bağı kalmamış bir kesimi içerisinde barındırırken, halen bu ilişkileri sürdüren yaygın bir toplumsal kategorinin de evi konumundadır (Lefebvre, 2013).

Geleneksel şehrin tekrar geri gelmeyecek bir şekilde sönümlendiğini belirtirken Lefebvre haklıdır, ancak kırsal ilişkilerin kentsel yaşamın yeniden üretimi içerisinde önemli bir yer teşkil ettiğini gözden kaçırmakta, bu yeniden üretimin geçmişle kurduğu diyalektiği yeterince tanımlayamamaktadır. Bu anlamı ile yeni bir zaman ve mekan oluşturan kentsel toplum, bu yeninin içerisinde geçmişin toplumsal biçimlerinin yeniden üretilmiş formlarını da barındırır (Lefebvre, 2013).