• Sonuç bulunamadı

İstanbul Kültür Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Matematik-Bilgisayar Bölümü

E-posta: e.sezgin@iku.edu.tr

“Arkeoloji” ve “mimarlık” günlük anlamlarını hemen anladığımızı sandığımız iki kavram. Felsefe anladığımızı sandığımız kavramlara nüfuz etmemizi sağlayan bir sorgulama, bir derin kazı etkinliği. Ne ki bu düşünme sorgulama etkinliği geliştirilmedikçe, bize öğretilen kavramları, kullanmalık gündelik anlamları üzerinden düşünmeye, anlamlandırmaya hapsolduğumuzu farketmeyen bir konuşma ve tartışma “özgürlüğünü” sürdürür gideriz. Kuşkusuz durum, sadece bazı kavramlarla sınırlı kalmayan, bilimsel/kültürel kullandığımız bütün

yaratıcı bir devinimi doğuran dinamiklerden uzaklaşan tarihsel bir oluşu karakterize eden toplumsal konvansiyonel inanışların, politik veya intellektualist örtüsü altındaki “ortalama zihniyeti” sergilemeye çalıştığı bir sorun!

▪ ▪ ▪

Kavramsal ayrımları temsil eden imlerin/resimlerin hayatın dokusunu ören olgularla bağlarının farkında olmayan zihniyet/imgelem; ya da imgelere odaklı tepkileri ve düşünme alışkanlıkları yüzünden içine girilmiş “dünya’ya bakış/modalite”; mimarlık tarihine, mimari yapıtlara bakışımıza da sızan bir bakış. Mimarlığın tarihin hayati dokusuna nasıl örüldüğüyle ilgilenmediğimiz zaman mimarlık da bir uzmanlık tekniğiyle ve bu tekniklerin öğrenimi ve öğretimiyle sınırlanmakta; “mimar” yapıtın insan ruhsallığıyla, kültürle, tarihsel dokuyla örülen dinamiklerine ve değerlerine nüfuz eden, yaratıcı katkıda bulunan nitelikte bir anlayış geliştirmekten uzak; kitle kültürünün taleplerine hizmet eden bir “meslek adamı”na dönüşmekte.

Örneğin, başlı başına felsefi bir sorun yumağı olan “tarih” kavramı da bu anlayışla bağlantılı olarak, savaşların, geçmişte olup biten olayların, “kahramanlıkların”, “liderlerin”, toplumsal/kültürel” inanış sistemlerinin kronolojik neden sonuç kurguları ile gelişiminin bilimsel kılıflı bir övgüsü ile içiçe geçen anlatılara inanmaya bir çağrı olmaktan öte bir tarih anlayışı sunmaz. Tersine tarih yazımını, araştırmalarını kendi imgelem örüntüsünü sürdürme doğrultusunda koşullar. Tarih yazımının sözümona bilimsel kriterleri bu örüntünün doku-çözümüne uğramadıkça, insanı insanlığın tarihinde kendi izleriyle/hakikatiyle buluşturmak yerine insan ruhsallığını dilin (temsillerin/anlatıların) örüntülediği imgelem alışkanlıklarının yapılarına/labirentine akıtan bir tarihsel bilinci dokuya yazar. Hakikat kaygısına uğramayan bir bilim, (felsefe eğitimi dahil) ve meslek eğitiminden geçen insanlar, kendi bilimsel ve kültürel inanışlarının, ruhsal duyarlıklarının; geleneklerin, alışkanlıkların, konvansiyonel inanışların, anlatıların dokusunca nasıl örüntülendiğinin ayrımında bile olmayan bir gerçeklik ve değer inanışıyla birbirleriyle kutuplaşmakta, şiddet üreten bir yazgıyı paylaşmakta. Buradan bize öğretilmiş tarih anlayışıyla, tarihin dokusunu ören olguların dokusökümü üzerinden kazanılması olası bir tarih anlayışının aynı tarih anlayışı olmayacağı anlaşılmalı.

Tarihin dokusunu dokuyan insana özgü tepkilerin dille, kültürle bağlantıları, psikodinamikleri sorunu tarihin kronolojik zamanını insan davranışlarının nasıl yapılandırdığını; bu yapıların da insan zihnini ve imgelemini yeniden kendi kalıbına nasıl döktüğünü anlama sorunuyla birleşiyor. Bu durumdan “bilinç”, “tarihsel bilinç”, “bilincin tarihsel diyalektik gelişimi” vb. özet, Hegelci ve sonrası klişelerle, bol bol söz etmemize karşın burada olguların nasıl tezahür ettiği; dil/kültür sistemiyle nasıl bir örüntü içinde işlediği sorunu bizden, geçmişte şimdiki ânın, ve şimdiki

ânın geçmişte nasıl tezahür ettiğine değgin bir imgelem uyanışını talep ediyor. Bu ân arkeolojik kazıyı ölü, geçmişte

kalmış, şimdiki ândan kronolojik yapı içinde ayrılmış, kopmuş, bir zamanın kazısı olmaktan çıkaran; geçmişte, yaşayan şimdinin (sub specie aeternis) izini sürme/okuma – dokunan (textured/inscribed) zamana/zamanın yaşayan dokusuna – dokuna yazma (inscribe) olanağı olan ândır; keza şimdiki ânda geçmişin izinin sürülmesine olanak olan

insanlığın gizemine, doğanın, bilinmeyenine (Noumenon2, fenomen olarak temsillerle deneysel bilginin konusu

edilemez yönüyle “Doğa”) bağlayanı anlamanın olanağı olabilir. Keza, kendi yaşam zamanında bu kazıyı yapabilen insanı yaratıcı bir etkinliğe bağlayan derin heyecanı anlamanın da olanağı. Buradan şu görünüyor: Yaratıcı ritm kazıcıdan ne denli zorlu bir çalışmayı talep etse de ortaya çıkan, şiddetin yorgunluğu ve öldürücülüğü değil, hayatın yaşanan zamanında bir tür tamamlanmışlık yaratan derin dinginliktir. İnsan o ritme ulaşacak kadar yaşamında derin kazabilirse rahat ve dingin ölebilir. İvan İlyiç3, bu kazıyı yapacak zamana ancak ölümle karşı karşıya kaldığı

zamanda girer. Hasta olmadan önce bütün yaşam davranışları, değer inanışları, kronolojik zamanın kalıbına dökülmüş alışkanlık ve inanışlarla örülmüştür ama bunun farkına varması ancak hastalığının manastırına girmesiyle mümkün olur.

“Hastalık, kendi kuralı, kendi çilesi, kendi sessizlikleri ve kendi ilhamları olan bir manastırdır.” Albert Camus

Sokrates’in ise bütün yaşam zamanı ölüme doğru geçen zamanın oluşunu gözeten4 bir yaşama etkinliği, kendi

sözüyle “ölüme doğru bir prova”dır. Yaşadığı zamanı tamamlanmışlığa ulaştıracak kazı çalışmasını (felsefi sorgulamanın Sokrates’e göre anlamı ve değeri) insanlar için hayati önemi olan bir çaba olarak görüyordu. Bu nedenle yargılanır ve idama mahkum edilir!

▪ ▪ ▪

Mimari bir yapıtın şiiri, müziği yoksa o yapıt bütün gösterişine ve görkemli gürültüsüne karşın bir hiç olabilir. Gerçekten şiirin ve müziğin sessizliği ve dinginliği talep etmesi ve onun ritmlerini sunması bir rastlantı değil, zamanın kendi ritminin açığa çıkışıyla bağlantılı bir iç zorunluktur. Hayatımızda yaptıklarımız – buna felsefe öğrenimi ve felsefe öğretimi de dahil5 – böyle bir iç zamanın zorunluğundan doğmuyorsa, bütünüyle rastlantısal,

kendi kaderini iç zamanın yaratıcı ritmiyle tamamlamayan bir kopukluk içinde yuvarlanıp gidebilir. İçinde yaşadığımız toplam inanış sistemi ve kültür de bu durumun Nietzsche’nin Tarihsel Hastalık olarak tanıladığı gibi faili olabilir. Ne ki, bu hastalık, ruhu kendi yaratıcı ritminden koparan bir hastalık olarak hastanın neden yoksun kaldığının farkında olmadığı biçimlerde seyredebilir ve onu toplumsal tarihsel koşullanmalarla nesilden nesile bulaştırabilir. Giderek hastalığı tanılayanların ve iyileştirme yolu arayanların karşılaştığı örtük/açık şiddet Sokrates öncesinden Anaksagoras’ın, Pythagoras’ın, Bruno’nun, Galile’nin, Spinoza’nın, Thomas More’un ve diğerlerinin hayat hikayelerinden öğrendiğimiz kadarıyla düşündürücüdür! Bu durumu onların hikayelerinden günümüzdeki örneklerine dek gözlemlemek bilgelik ve ruhsal tamamlanmışlık sorununun insanlığın en önemli sorunu olduğunu yeniden ve yeniden düşündürmeli. Orada yaşanan zamanda kendini tamamlayan süreçler yaşanmadan, kronolojik/konvansiyonel tarihsel/kültürel zaman boyutunda politik, ethik, estetik hiçbir gelişme zemini kazanılmayacağını da. Ne yazık ki, bu kavramlar da felsefi anlamları üzerinde derinleşmeyi dışlayan bir zihniyetin –

Onun resminde derin bir suskunluk, gizemli, sonsuz mâbedi bir sessizlik sahnededir. Yaşamın monoton, bunaltıcı, anlamsız, sağır suskunluğu, endüstriyel teknolojik konvansiyonel tarihsel gürültüsü derin bir sessizliğin içine gömülmüştür. Sözgelimi uzaktan ufuk çizgisine yakın bir uzaklıkta bir tren lokomotifi, (dönemin endüstriyel teknolojik zamanının bir imlemi) geçmeyi sürdürmektedir zamanın kronolojik seyrinin akışında donmuş olarak. Uzakta meydanın açıklığında iki kişi ayakta zamanın içinde konuşurken donmuşlardır. Geniş meydanı çevreleyen kemerler karanlık geçitler oluşturur; zemine vuran güneşin aydınlığıyla gölgeleri keskin kontrast oluşturan kale duvarı benzer yapılar meydanı çevreler. Ruhu bunaltan yerden yükselen koyu nefti bir karanlık batmakta mı yükselmekte mi olduğu belli olmayan bir güneşin sarı aydınlığı içinde eriyen, hafifleyen bir karşıtlık içindedir ve hem ağır hem hafif atmosferi ânın içinde hem akan hem duran bir zamanın izi gibi ruha dokunmaktadır. Meydanın orta yerinde, bir pedestal üzerinde kolunu başına dayamış vaziyette yan yatmış bir insan figürü mermerin bütün renklerin yansıması olan beyazına sarınmış olarak, taşın dinginliği içinde, kronolojik zamanın geçişine karşı bütün kayıtsızlığıyla oradadır. Sahnede bütün görünenler ışık, gölge, duvarlar, lokomotif, figürler hepsi ânın atmosferinde hem donmuşlardır hem de tuhaf geçiciliklerini sürdürürler.

Tavşan ördek resminde, tavşan okumasının ördeği, ördek okumasının tavşanı görmeyi dışladığı yerde, ressam “çizgi”, “beyaz zemin”, “ördek”, “tavşan”, “kontur” vs. kavramsal ayrımlar altında görünen temsili dünyanın kronolojik zamanında resmiyle bu kavramsal ayrımların içinde ayrıştığı oyuna bir ayna tutar.

örülmüş alışkanlık modalitesinden çıktığı; René Magritte’in, “Resme bakarken içine girdiğimiz duygu resimden ayrı düşünülemez, ne de kendimizden. Duygu, resim ve kendimiz esrarımızın içinde birleşmiştir.”6 dediği esrarıengin an. Bu devinim ânında imlerle zihnin/imgelemin ayrışmaya ve katılaşmaya uğradığı âna tanıklık etmekteyiz. Bu ânın farkındalığına açılmadan yaşadığımız dünya temsillerin imgeleriyle ve temsil ettikleri anlamlarıyla özdeşleşmiş ve katılaşmış olarak özne kutbuna hapsolmuş bir imgeleme kendini dünyanın görünüşleri olarak sunmakta; elle tutulur, gözle görülür gerçeklik misali görünüşler. Sözgelimi, ördek tavşandan ayrıldığı, veya tavşanın resmi, ördeğinkinden ayrıldığı yerde bu ayrımların oyunun hayat akışında devam eden sonuçlarıyla nasıl bir örüntü içinde anlam ifade ettiği gözden kaçmakta; kavramsal ayrım imgelem üzerinde sanki bir öz ayrımı etkisi yapmaktadır. Görünüşler, onları çizen konturların ve bu görünüşlere yönelik olarak insan denen organizmanın görme tepkileriyle içine girilen oyunun farkındalığından uzaklaşan bir imgelem alışkanlığının tepkileriyle oyunda yeni alışkanlıkların içine örülmektedir. Bu imgelem yapılanması içinde insanla çevresi oyunda geçerli kavramsal ayrımları imgelerle özdeşleştiren görme/bakma/düşünme alışkanlıkları içinden görünmekte ve yorumlanmaktadır.7

Sözgelimi “atomların”, “sandalyenin”, “ağacın”, “dağın”, “gökyüzünün”, “denizin”, “bedenimin, elimin8,

kollarımın” vs. varlığı orada, kendi başına, bu oyundaki kullanım ve sonuç örüntüsünden bağımsız nesnel bir varlık (Descartes maddi varlığı “yer kaplama” imgesi ile özdeşleştirirken, bu kavramın “yer kaplamama” kavramı ile karşıtlık içinde oyunda kullanımının sonuçları ve farkları üzerinden imlem ifade ettiğinin farkında gözükmez.) gibi insana gözükmekte; bu görünüş sağduyusal bir inanış temeli olarak bilgi inanışının temeli yapılmakta; gerçeğin “algılanmasından”, “gözlem ve denemeyle” varlığının doğrulanmasından söz eden bilgi kuramlarına, bilgi ve bilim felsefelerine zemin olmaktadır.

Öte yandan, bu zihinsel yapılanmayı ören ânın oyunu içinde kronolojik zamanın oluşuna, yapılanma zamanına dair bir farkındalık, bu kavramsal ayrımların oyunda, imlem ifade ettiği ânın içinde bir kullanımın içine ve sonuçlarına nasıl örüldüğünü ve bu oyunun örüntüsü içindeki kullanım ve sonuçlarından ayrı bir varlığı/özü olmadığının farkındalığıyla bizi buluşturabilir. Bizi daha da derin düşündürmesi gereken bir ayrılık da, kavramsal ayrılıkların imlem ifade ettiği bağlam örüntüsünün imlerin imlem ifade ettiği olguların örüntüsüyle nasıl örtüştüğünü farketmediğimiz zaman, kavramsal ayrılıkları sağduyusal bir açıklıkla onları temsil eden imgelerinden okuduğumuzu sanmamız; alışkanlıklarla yapılanmış olan beden imgemizin imgelere verdiği alışkanlık tepkilerinin ve bu tepkilerin dile örülen sonuçlarının nasıl bir örüntü döngüsünü çevirdiğini, imgelerle kavramsal ayrılıkları özdeşleştiren kavramsal bir karıştırmanın kronolojik zaman döngüsüne düşmemiz.

▪ ▪ ▪

Tren ânın içinde donmuştur ama, geçmekte olduğunu, uzaktan gelen düdük sesini bile imlemektedir. Ya da orada uzakta ayakta biribiriyle konuşan iki insan figürünün bir zaman sonra orada olamayacaklarını da. Zeminde sert kontrastlar yapan güneşin aydınlanması da bütün değişimi ve geçiciliğine karşın oradadır. Değişim Melih Cevdet

Giden gelen yok. Bir titreşimdir bu. Durağan fulyanın üstünde arı

Bir diyapazon gibi titremekte. Kırlangıç Tarihsizdir. Belleğim sarsılıp duruyor denizde. Martı bir uçta kanat bir uçta, ses.

Ya sabah, ya öğle. Gemici ve bulut. Güneş ve yağmur kılpayı bir dengede. Dolu bir boşluğu boşaltmak işimiz Ölülerle, gecelerle, sümbüllerle.

Ya da Parmenides’in tam bir doluluk (plenitude) olarak “metaforla” resmetmeye soyunduğu; Herakleitos’un yine bir anın ötekiyle karşılaştırılamaz olduğunu metaforik bir dille sezdirmeye çalıştığı Varoluş, resmin sahnesinde yer alan imlerin birbiriyle iç oyununu hem başlatan hem iptal eden çağrışımları ve imlemleriyle kendisini duyarlığımıza açmaktadır. Hareket, ve dinginlik, karanlık ve aydınlık bu oyunun sahnesinde yer alan imlerin karşıtlıklarını doğuran bir oyunun içindeki bir dengeden pay alırlar ve kronolojik zaman boyutunda katılaşmış görüş noktasına kilitli kalmış bakış tekrar oyunun kendi ritmi içinde erir ve ona karışır. Şiir, ritm, atmosfer hepsi oyunun içindeki bu iç zamana katılmaktan doğar ve pay alır.

Ne ki bu şiirin dilini anlamayan insana bu metaforlar bütün yaratıcı pırıltısına karşın “karanlık”, anlaşılmaz görünür. Ya da, onları dilin temsili anlamlarının kalıbına döken klişe yorumlarının gölgesi altında yaratıcı bir düşüngüyü harekete geçirmek yerine iyiden iyiye anlaşılmaz bir karanlığa itilirler.

DÜŞÜNGÜ

hepsinin gelmesini bekleme bir kişi gelmeyecek

sen alışmayasın diye korkmayasın diye düşünesin diye

kendine yetmen için

herkesin kendinden kaçacağı yerlerde sen kaçmayasın diye

gelenler gitmeyecekmiş gibi doğumlarda ölümlerde duyasın diye

bildiğini bildirmek için bilmemeyi öğrenmelisin tam kalasın diye

hepsinin gelmesini bekleme sen var olasın diye bir kişi gelmeyecek

sen bir olasın diye Özdemir Asaf

Gerçekte birbirini dışlamayan Parmenides’in ve Herakleitos’un benzer bir Varlık/Varoluş sezgisini dile getiren metaforları; şiiri; “değişimi” ve hareketsizliği” temsil eden imgelerle bu anlamları düşünmenin, yan yana getirmenin sonucu olarak birbirinin inkarı, iç çelişkili düşünceler gibi gözükür ve anlaşılmazlığın kuyusuna gömülürler. Yaşamı kuşatan kronolojik zamanın akışında kazının yaşayan zamanın ritmine dokunuş anı resme, resimden ona bakan insanın duyarlığına dokunmakta, kendisini devindiren sonsuz anın ritmi, atmosferi olarak duyarlığımızı yaratıcı bir dinginlikle doldurmaktadır. Duvarda gözüken bir saat biteviye kronolojik döngüsü içinde,

koşullanmalardan çözülmüş özgür duyarlığının sunduğu bu sahnede, kronolojik, konvansiyonel zamanın gürültüsüyle, şiddetiyle devinen tepki veren imgelemin çalkantısı durulmakta; onu çalkalandıran hedefleri, devinimi, alışkanlıkları, koşullanmaları, araçları, teknolojisi, ilerleme, gelişme imgeleri, onlara verdiği tepkiler arasında sıkışan insanın bunaltısı, bu imgeleri araç olarak kullanan sav söylemin gürültülü kronolojik/tarihsel zamanı bir sona varmakta sanki. Bu devinimin içinde aktığı küçük derelerin büyük gürültüsü ve çalkalanmaları akışını çöllerde (imgelem alışkanlıklarıyla yapıları örülen bir labirentin sonsuz döngülerinde yitmeden) kurumadan tamamlayabilirse, sanki vardığı kaynakta kendi Ötekiliğinin dingin ve derin esrarına dokunacak gibi bir vaadle dokunmakta duyarlığımıza. Tarihin zamanını ören ânın tamamlanmışlık ve tamamlanmamışlıklarının birbirine örülen zamanından bir kesit gibi açılan bu resimlerin sahnesi, resme bakma anında bakışın sahibinin imgeleminde bir yarık açar gibidir; kronolojik zaman modalitesinin döngüsünden ebedi bir ana açılan.

Tarihin Kazıbilimi Olarak Felsefe ya da Fenomenolojik-hermeneutik yöntem

Tarihin kazıbilimiyle bağlantısız tarih, olayların neden sonuç bağlantıları içine konarak sıralanması, kronolojik yapılandırması tarihin dokusunu bize açmak yerine kurgulamayı yapan, anlatıyı kuran insan imgeleminin imgelemimizi, insana, kültüre, adına tarih denen kültürel değişimlere bakışımızı ele geçirmesiyle sonuçlanmaktadır. Tarihin kazıbilimi olarak felsefi sorgulama ise, buna felsefe tarihi de dahil, dilin, kültürün, kültürel oluşumların, anlatıların, kurguların insan zihnini, psikolojisini, imgelemini nasıl etkilediğini, kendi inanış sistemlerinin kalıpları ve mantığı içinde insanın düşünmesini, mantığını, nasıl yapılandırdığı üzerine kazanılan bir farkındalıkla; bu farkındalığın düşünmeyi içine girdiği yapıların döngülerinden çözündürmesinin olanaklarıyla ilgili — Ya da, yukardaki dere/labirent benzetmesi içinden konuşmayı sürdürürsek, derenin kendi köpürtülü akışı içinde bir çölde mi, yoksa engin bir denize ulaşan bir zamanın tamamlanışına katılarak mı sonlanacağı sorununu ne denli ciddiye aldığımızla. Bu sorun şiirin hayatını ne denli ciddiye aldığımıza, şiirden, yazından, mimarinin, arkeolojinin hayatında, şiirden müzikten ne anladığımıza bağlanıyor. Giderek hayatın bütün alanlarında şiirin müziğin esininin denizden gelen esintisinin yerine hayatımızı çöle çeviren şiddetin egemenliğinin kökenine işaret ediyor sanırım. Batı felsefesi tarihi burada sözkonusu tarihin kazıbilimi olarak felsefe anlayışından hala çok uzak bir felsefe anlayışına hapsolmuş durumda. Bu nedenle, Nietzsche, Wittgenstein, ve Fenomenolojik hermeneutik anlayış içinde bu doğrultudaki açılımlar gerekli momentumu sağlamak yerine, yerini ebedi dönüşün tarihsel çarkını yeniden döndüren bir dil-oyununun, “post modernizm” olarak karakterize edilen bir dil-oyununun tezahür biçimlerine bırakır görünüyor.

Olguların Fenomenolojik Olarak Tanınmasının Yoruma Dair Hermeneutik Bir Yöntem Oluşturmasındaki Yeri, Anlamı

Burada kavramsal olarak olgulara, nesnelere, süreçlere ayrışmış olarak kendini deneyime ve imgeleme sunan “dünyanın görünüşlerinin” “zihnin içerikleri” ve “nesne” olarak imgeleme kendini sunmasında rol oynayan

bağlamında olguların dil-oyununda birbirine nasıl örüldüğünü ve imgelemin modellerin, temsillerin, neye

benzediğiyle “dünyayı” özdeşleştirme/karıştırma koşullanmasından insan duyarlığını/zekasını ne derece

çözündürdüğüne bağlı. Bu bakımdan imlem örüntüsü içinde imgelem, bellek ve imlerin kullanımı arasındaki iç bağlantılı oyunun dinamiklerinin ve işleyişinin farkındalığı olmaksızın “hermeneutik yöntem” zihni tarihsel koşullanmalarından çözen yeni bir perspektifi açamaz; tersine imgelemi yeni bir dil-oyunu içine iten, yorumun bakışaçısı içinde yeniden yapılandıran eski dil-oyununun koşullandıran döngüsünü ve dinamiğini sürdürür. Hermeneutik yöntem tarihe, insanın dil-oyunu içindeki bilimsel veya kültürel inanışlarına bakmak için bir yöntem olacaksa, önce zihni/imgelemi örüntüleyen olguların imlem bağlamı içinde karşılıklı birbirini yapılandıran, koşullayan durumu üzerinde açık bir kavrayış kazanmak gereğindedir.

Bu kavrayış herşeyden önce bilimsel inanışın kültürel temeli üzerinde bir kavrayış olacağı için “bilimsel inanışların dayandırıldığı yöntemlerin tarihselliği doğru kavranacak; diğer inanışlardan farkının kavramsal temeli, kültürel/dilsel yapısı açıklık kazanacak; dil-oyunundaki farklara ve değişime bağlı değerleri oyunun kurallarıyla bağlantılı doğru ölçütlerle tartılabilecektir. Sözgelimi, farklı dil/kültür sistemleriyle karşılaştırma sözkonusuysa, bir “yorum bilgisi” kavrayışının ölçütleriyle değerleri tartılacak, farklı inanış sistemlerini yargılamayan, oyunda insani olanın farkları ve benzerlikleriyle izini süren bir anlayış ifade bulacaktır. Böylece her türlü katı mutlakiyetçi inanış fenomenolojik hermeneutik kavrayışın derinliğinde yumuşayıp erirken, kavrayışın derinliğinde kendi tarihselliğini örüntüleyen imgeleminin baskısından özgürleşen insan duyarlığına, korku ve kaygılarından özgürleşmenin derin dinginliği yetecektir. Bu derin dinginlikten doğan şükran, aşk ve ondan doğan hayat ve ölüm hakkındaki bilgece sezgi felsefede o sıkça sözü edilen bilgelik aşkıdır.

Bu nedenle, kökeninde mutlakiyetçi bir zihniyetin koşullanmaları yatan insanın, Evrim Teorisi gibi bilimsel bir teoriye köktenci inanışıyla, köktenci reddinden doğan anlaşmazlık, kendi köktenci inanışının tarihsel fenomenolojik kökenleri üzerinde kazanılan bir anlayış temelinde, imgelemin teorik açıklamanın temsillerinden yana veya ona karşı tepkilerinin anlatı, inanış/dil kültür sistemi bağlamında yapılanmasını anlayarak, yapıdan kendini çözündüren farkındalığı ile aşılabilir. Bilimsel bir teoriye gösterilen kabulün hakiki bilimsel temelleri, köktenci inanışlar karşısındaki anlamı ve hakiki değer ölçütleri, ister din ister bilim adına üzerine düşen dogmatizmin karanlık gölgesinden o zaman hakiki anlamda sıyrılabilir.

▪ ▪ ▪

Mimari Yapıtların Tarihin içinde geçirdiği değişim sadece kronolojik bir eskime, yıkılma nedeniyle kullanımdan çıkma, işlev yitirme ile değildir. Değişimin bu yönü pragmatik işlevsel bir değerle bağlantılı olarak bir eksilmeye işaret ederken, farklı bir boyut, tarihin insanlığın izini sürdüğümüz bir boyut kendini belli etmekte, giderek bu