• Sonuç bulunamadı

BİLİMİN VE SANATIN ORTAK KÖKENİ

Barbaros ANDİÇ ve Sema İŞLER İstanbul Kültür Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Fakültes

1. BİLİM – SANAT – YÖNETİM

1.2. BİLİMİN VE SANATIN ORTAK KÖKENİ

“Hiç kuşkusuz insan türünün ilk liderleri – kabile reisleri ya da şamanlar – konumlarını büyük ölçüde insanların duygularına hitap eden

liderlikleri sayesinde edinmişlerdi 2.”

İnsanlık tarihini homo sapience ile başlatan bilim adamlarına göre, onları insan benzeri yaratıklardan ayıran başlıca etken, bebeklik ve çocukluk döneminin uzaması olmuştur. Yavruların, ebeveynlerine bağımlılık sürelerinin uzamış olması, buna bağlı olarak yaşam sanatını öğrenmeleri için daha uzun bir sürelerinin olması demekti. Çocuk için daha büyük bir öğrenme kapasitesine yol açan bu süreç, buluş ve bulguların bilinçli bir şekilde korunup sürdürülmesine

1Aristoteles, Poetika, Çev: İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, 7. Basım, İstanbul, 1998, s. 16. 2Daniel Goleman, Richard Boyatzıs, Annie McKee, Yeni Liderler., Çev: Filiz Nayır, Osman

yol açtı. Bunun sonucunda kültürel evrim, biyolojik evrimi aştı ve insan davranışları, topluluk içinde öğrenilen bilgilerle yönetilmeye başladı.

Yaşanan bu kültürel farklılaşma dahi ilkel avcı topluluklarını, önceleri farklı bir yaşam biçimine taşımadı. Doğa, eski avcıları bu zor koşullara uyum sağlayabilmeleri için, yaşam biçimlerinde bir kararlılığa zorladı. Yaşamak zorundaydılar ve bu da ancak, yemek yiyerek, güvenli bir yerde barınarak, üreyerek mümkün olabiliyordu. Bunları sağlayabilmek için çevreyle arasında kesin bir uyum sağlamalı ve ortaya çıkabilecek her duruma uygun geleneksel tepkiler edinmeliydi. Bu tepkiler onu sınırlı bir yaşam şekline bağlı kalmak zorunda bıraktı.

Bununla birlikte iklim koşullarının ve çevrenin ard arda değişmeye başlaması, eski avcıların karşısına buluş yeteneklerini kışkırtan bir dizi önemli sorun çıkardı. Doğanın karşılarına çıkardığı her soruna çözüm aradı ve her seferinde bir önceki bilgisini yeniledi. Yaşayarak öğrenme metodu onu gün geçtikçe doğa karşısında güçlü kılıyordu. Bu durum onları, eski yaşama alışkanlıklarından ve sımsıkı bağlarından kurtardı.

Coğrafi ve iklim koşullarına uyum sağlamaya çalışan bu ilkel insanlar, tarihin ilk büyük dönüm noktasını, yerleşik düzene geçerek, yiyecek üretimini öğrenmesiyle yaşadılar. Bu dönemin ne zaman ve nerede olduğu belli değil. Bu yiyecek üretimi doğal olarak insan sayısında hızlı bir artışa neden oldu. İnsanlık bu sayıca artış sayesinde, becerikli ve karmaşık toplumları inşa edeceği uygarlıkları kurarak ikinci büyük dönüm noktasına ulaştı.

Önceleri bu karmaşık toplum yapısı belirli coğrafi koşullara ihtiyaç duyuyordu. Su kenarlarında yerleşmiş olan bu topluluk, her yıl bol ürünü ancak sulama yapabildiği tarlalardan elde edebiliyordu ve sulama yapabilmek için de, çok sayıda insanın kanallar kazmak, setler çekmek için işbölümü yapması gerektiğini anladı. Bu örgütlenme alışkanlığıyla birlikte elde ettiği tarımsal artı ürünü, toplumda daha sonraları görülmeye başlayacak olan uzmanları beslemek için kullandı.

Daha sonra bu karmaşık örgütleniş, yağmurla sulanan topraklara yayılmaya başladı. Sabanın bulunması ve hayvan gücünün de tarımda kullanılmaya başlaması ile her bir birey yiyecek üretimini önemli ölçüde artırma fırsatı buldu.

Ancak bu karmaşık uygarlık, farklı bir toplum düzeni gerektiriyordu. Tarihte yönetici sınıfın nasıl ortaya çıktığı belli değil. Irmak sularının denetlenmesi işinin bir örgüt ve işbölümü gerektirmesi, halkın çoğunluğunun emeğinin bir tür seçkin yöneticiler tarafından yönlendirilmesini gerektirmiş olabilir. Ya da bir topluluğun başka bir topluluğu fethedişi, toplumu efendilerle hizmetçiler, yönetenlerle yönetilenler olarak bölmüş olabilir. Ancak “insan

toplumundaki özel yerlerinin çok eskilere dayandığı bilinen doğaüstü uzmanları gittikçe gelişen bir görevsel uzmanlaşma sürecini başlatmış olabilir3”.

Tarım ekonomisi ekimin, dikimin hangi dönemlerde yapılacağının bilinmesine bağlı olduğu için zamanın ölçülmesi yaşamsal bir önem taşıyordu. Ayın ve güneşin hareketleri en önemli göstergelerden biriydi. Bu göstergeleri okumak da, doğaüstü uzmanların toplumda sahip oldukları üstünlüğün önemli bir dayanağı oldu. Sıradan insanlar bu okumaların, mevsimlerin önceden geleceğini bilebilmelerinin, onların tanrılarla ilişkilerinin belirtisi olduğunu ve itaati hak ettiklerini düşünmüş olabilirler. “Sulama işlerinin örgütlendirilmesi,

özel önderlikleri bu hareketin doğurduğu tüm teknik ve toplumsal sonuçlarıyla birlikte geniş ölçüde mevsimlerin gelişini önceden görebilme yeteneklerine dayanan rahiplerin yönetimi altında başlamış olmalı4.”

Bu büyücülerin eylemleri belki önceleri yalnızca bilinçsiz olarak, fakat sonradan açıktan açığa, evrenin işleyişine dair bir teoriye dayanıyordu. Taklitçi ve insanla doğa arasında doğrudan ilişki kuran bir teoriydi bu.

3William H. McNeill, Dünya Tarihi. Çev:Alaeddin Şenel, İmge Y.,6. baskı, İstanbul, 2002. s.35. 4

İlkin benzerlikler, daha sonra ise suretler ya da semboller gerçek nesnelerle öylesine özdeşleştiriliyordu ki, bu suretler ya da semboller üzerinde işlemlerin gerçek dünyaya da aktarılabileceği savunuluyordu. O suretler ve sembollerle çağdaş bilimde onca başarıyla kullandıklarımız arasında kesintisiz bir bağ vardır; lakin sembolizmin büyü değerini salt simgesel değerlerinden ayırdedebilmek için yüzyılların tecrübesi ve çetin mücadeleler gerekmiştir 5.

Doğaüstü uzmanların sosyal yapı içindeki bu öncüllüğünün bir başka dayanağı tanrılar düzeni ile ilgili her şeyi ve tanrıların nasıl mutlu edileceğini biliyor olmalarıydı. Ve eğer tanrılar mutlu edilemezse onların nasıl sakinleştirileceği de yine bu bilgiler arasındaydı. Dinsel şarkılar, bunların okunma yöntemleri, kuttörenleri ve nasıl yönetileceği gizil bilgilerin önemli konularıydı.

Tanrıların doğaları, birbirleriyle ve insanlarla ilişkileri hakkındaki temel varsayımlar benimsendiğinde, sistem kendini onaylayan bir nitelik taşımaktaydı. Olabilecek her şey için elde hazır bir açıklama bulunuyordu. Eğer işaretlerin ve belirtilerin olacağını gösteren bir yıkım olmamışsa bu, yalnızca rahiplerin aldıkları önlemlerin etkin olduğunu kanıtlıyordu. Yok eğer daha önce duyurulmamış bir yıkım gelmişse bu, tanrıların önceden uyarmak istemediğini gösteriyordu 6.

Böyle bir ruhani sistem kendi gücünü kanıtlamıştı. Büyük projelerin gerçekleşebilmesi için, binlerce insanın bir araya gelmesine olanak sağlayan bu sistem, tüm becerilerini tanrıları hoşnut etmek, eğlendirmek, onlara tapınılmasını sağlamak yolunda kullanılan çok çeşitli sanatçıların – dansçılar, şarkıcılar, sarraflar, aşçılar, doğramacılar – uzmanlaşmasına da olanak verdi. Bu uzmanlar, artık zamanlarını tanrılar için çalışarak harcamak zorunda olmadıklarından, bu zamanı uzmanlıklarını geliştirmek için kullanabildiklerinden, insanların o

5J. D. Bernal, Materyalist Bilimler Tarihi. Çev : Emre Marlalı, Sosyal Y., İstanbul, 1976, 1c., s.79-

80.

zamana değin ulaşabildiğinden çok daha yüksek becerilere ve bilgilere sahip olabildiler.

“Ruh kavramı eninde sonunda birbirinden apayrı iki kavrama

dönüşecekti. Bunlardan biri, güçlü bir adamın ruhunun efsanevi bir kahraman yoluyla bir tanrıya dönüşerek dinin odak noktası olmasıydı. İkincisi ise ruhun rüzgar, yağmur gibi doğal etken ya da kimyasal ve hayati değişimleri düzenlediği sanılan etkin bir güce dönüşmesiydi. Bu ikincisi, ileriki bölümlerde de göreceğimiz gibi ilahi niteliğinden arındıktan sonra bilimde son derece önemli bir rol oynamıştır .7

İlkel insanın oluşturduğu inanç sistemi ve ruh kavramı, taklit ederek, gözleyerek, anlamlandırmaya çalışarak, üstün gelmeye çalıştığı doğaya temellidir. Öyle ki, mevsimlere bağlı olarak “ölen” ve her seferinde “yeniden doğan” doğa gibi, kendisinin de ölümsüz olduğuna ve öldükten sonra yeniden doğacağına olan inançla yarattığı ruh kavramı, bir süre sonra tarihsel evrimini tamamlayıp, bilimin ve sanatın kaynağı olmuştur.

Eldeki bilgilerle sanatın ne zaman ortaya çıktığını söylemek mümkün değildir. Ancak mağaralarda ve kazılarda ortaya çıkarılan eserleri yorumlayarak sanatın izi sürülebilir. İlkel çağdan bugüne kadar yaşanan süreçte insan, doğaya şekil vermiş ve onu alt etmeye çalışmıştır. Yaklaşık kırk bin yıl önce alet yapmaya başlamış ve bu çaba sanat için de ilk adım olmuştur.

Bu ilk aletlere bakıldığında balta, mızrak uçları, kesiciler, kazıyıcılar gibi genelde avlanırken kullandığı, yaşamı kolaylaştıran araçlar dikkati çekmektedir. Ancak bu aletleri yalnız avcılıkta değil, fildişinden, geyik kemiklerinden ve taşlardan yonttuğu, mağara duvarlarına kazıdığı kadın heykelciklerinin, hayvan figürlerinin yapımında da kullanmıştır. Bu da gösteriyor ki ilkel insan karnını doyurduktan sonra hayvanlar gibi bir sonraki av zamanını beklemiyor ve çevresindeki gereçlerle bir takım etkinlikler yapıyordu. Çevresini gözleyerek zamanını geçiren ilkeller, olup bitenlerin nedenini

kavramaya çalışıyor ve bu nedenleri de amaçları doğrultusunda kullanmaya çabalıyorlardı.

Bu etkinlikler ve “sanat eserleri” bir estetik sunu amacıyla yapılmamıştır. Genel kanıya göre bunlar, doğaya karşı gelme çabası içindeki insanın ihtiyaç duyduğu gücü kendine sağladığına inandığı büyü etkinlikleridir.

“Doğa yasalarını anlayamadığı sürece, çevresindeki dünyayı salt kendi istemini öne sürerek değiştirebileceğini sanır. Büyünün temeli de budur8."

“...gittikçe çoğalan kanıtların zenginliğine bakarak, sanatın başlangıçta büyü olduğu, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araç olduğu9” düşüncesi araştırmacılar tarafından kabul görmüştür.

Sahip olduğu bu tılsımlı araç onun üretim ilişkilerini belirlemiştir. Yaşayabilmek için avlanmak zorunda olan ilkeller, yakaladığı hayvanları yemeden önce onun etrafında dans ediyor ve böylece hayvanın ruhunu kovduğuna inanıyorlardı. Bu kovma çabası onların dinsel – büyüsel kaygılarıydı. Avlanacak hayvanın postuna girerek, onun resimlerini heykelciklerini yaparak hem dirençlerini artırıyor hem de toplumsal dayanışmayı sağlıyorlardı. “...ilkel avcılar, oklarını ve taş

baltalarını kullanarak elde ettikleri avların yalnızca resmini yapmakla, gerçek hayvanların da kendi güçlerine boyun eğeceğine inanır10” lardı. Bu durum her

türlü toplu çalışma ortamında görülmekteydi. Örneğin hasat zamanı tarlada çalışırken elde edilen ekin, çıkarılan sesin nedeni olarak düşünülürdü. Daha sonra da ürünü artırmak için bu ses taklit edilir ve yeni kazanılan ritme uygun olarak çalışma sürdürülürdü. Böylece toplu çalışma düzeni elde edilmiş ve verim de yükselmiş olurdu.

"Bu inanışların sanatla ilişkisinin az olduğunu düşünmek yanlıştır. Çünkü gerçekte sanatı çeşitli biçimlerde etkileyen bu inanışlardır. Bir çok sanat yapıtının anlamı bu acayip geleneklerde bir önemi olmasından ileri geliyor. Dolayısıyla önemli olan, bir heykelin veya bir

8George Thomson. Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler: Tarih Öncesi Ege. Çev: Mehmet H.

Doğan. Payel Y., 2. Basım, İstanbul, 1997, c.2 s.193.

9 a.g.e. c.2, s.224.

10E.H.Gombrich, Sanatın Öyküsü. Çev: Erol Erduran – Ömer Erduran, Remzi Kitabevi, 4. Basım,

resim yapıtının bizim ölçümüze göre güzelliği değil, onun etkililiği başka bir deyişle, istenilen büyüsel etkiyi sağlama olanağıdır .11"

Başlangıçta belki de bu toplu çalışmalara herkes katılıyordu. Fakat daha sonraları Yontma Taş Devrinin sonuna doğru belli bir uzmanın ortaya çıktığı görülmektedir. Günümüzdeki ilkel kabilelerde de görmekte olduğumuz bu uzmanlar, evrenin görünmeyen güçleriyle özel ilişkileri olduğu, bilinmeyeni bildiği var sayılan büyücülerdi. Bu kişiler toplu üretime katılmazlar ancak ortak çıkarlar için büyü yaparlar ve geleneksel bilginin kuşaklara aktarılmasından sorumludurlar. Bu yüzden kutsal kırallar, rahipler, filozoflar, bilim adamları

silsilesinin ilk atalarıdır12.

Buradan da anlaşılacağı gibi, maddeye bir biçim vererek ona işlerlik kazandıran, mağara duvarlarına resim yapan, ya da ezgileriyle topluluğu harekete geçiren örgütleyici için sanatçı ifadesini kullanmak çok da yanlış sayılmayacaktır ve daha sonra ilkel toplumdan, daha karmaşık yapılı toplumlara yani sınıflı toplumlara geçildikçe büyü ayrışmaya başlayacak, büyücünün görevi sanatçı ve rahip daha sonra da hekim, bilim adamı, düşünür ve yönetici arasında paylaşılacaktır.