• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: TANZİMAT DÖNEMİ İKİNCİ NESLİNDE ENDİŞE/ ETİK VAROLUŞ ALANINDAN ESTETİK VAROLUŞ ALANINA ETİK VAROLUŞ ALANINDAN ESTETİK VAROLUŞ ALANINA

3.1. Bütün Kaçışların Endişeye Çıkması

3.1.2. Endişesiz Bir Yaşam Arayışı

Bu bölümde Recâizâde Mahmut Ekrem’in Yâdigâr-ı Şebâb, Zemzemeler, Tefekkür ve

Pejmürde adlı eserlerindeki şiirler üzerinde durulacaktır. Ekrem, Yâdigâr- Şebâb adlı eserini aslında Nağme-i Seher’den önce yazmıştır. Ancak endişesiz, kaygısız hatta korkusuz bir hayat arayışının ilk örneği olduğu için bu bölümde değerlendirmek daha uygun görülmüştür.

Ekrem bu bölümdeki şiirlerinde, endişesiz bir hayat arayışı içerisinde olan, bunu başaramayacağını anladığı zamanlarda bu defa endişeden kaçmak için kaygıda kalmaya razı olan bir şair olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun sebebi bu dünyada mutlu bir hayat geçirme arzusudur. Bunu bir şiirinde “Yaşamak isterim fakat mes’ûd!” (Ekrem, 1997: 245) mısraıyla kendisi de ifade etmektedir. Bu ifade aslında Ekrem’in bu bölümdeki şiirlerinin de ana düşüncesidir. Yâdigâr-ı Şebâb bu düşünce üzerine kaleme alınmıştır. Nijad Ekrem’e kadarki şiirlerin hemen hepsi bu düşünce etrafında teşekkül etmiştir. Fakat burada dikkati çeken nokta mesut bir hayatın sonu ve endişenin de en dehşetli sebebi olan kendi ölümünün, şairin bu düşüncesinde varlık gösterememesidir. Şair için, onun bu düşüncesini değiştirecek herhangi bir sebep yoktur. Ölüm bile burada etkisiz eleman gibidir. Hatta Nijad dışındaki diğer tanıdıklarının ve akrabalarının ölümleri bile onun bu düşüncesine etki edemeyecektir. Şair bu ölümlere “derinleşen düşüncenin ve ıstırabın ifade sebebi değil, âdeta öğrenilmiş bilgi, duyulmuş şoku”gibi yaklaşacak (Aktaş, 1996: 49), bu kaçınılmaz sonun bir gün kendi başına da geleceğini yani kendi ölümünü aklına bile getirmek istemeyecektir. Bu da endişenin gizli kaldığı şiirlerin yazılmasına sebep olacaktır. Çünkü endişe başkalarının ölümlerinden ziyade, kişinin kendi ölümün farkına varmasıyla ortaya çıkmaktadır (Tillich, 2014: 60).

Bu bölümdeki şiirlerinde kaygının endişeye dönme ihtimalinin yüksek olduğu ölüm anlarında şairin kendi ölümünü aklına getirmemek ve endişeden kaçmak için, bunu başaramayacağını anladığı zamanlarda da kaygıda kalabilmek için çok mücadele ettiği görülmektedir. Ancak kaygı da sonuçta sıkıntılı, huzursuz bir hayatın göstergesi değil midir? Şair bunun da çözümünü bulmuş ve belki de kaygıda kalabilmek için kaygıların en tatlısı, kendi ifadesiyle bir “dil-nişîn belâ” bir “tatlı zehr” (Ekrem, 1997: 304) olan,

Bu başlık altında değerlendirilen şiirler için şu kitaptan faydalanılmıştır: Rcaî-Zade M. Ekrem, Bütün Eserleri II, Haz. İsmail Parlatır, Nurullah Çetin, Hakan Sazyek, 1. b., MEB Yay., İstanbul 1997, 477 s.

133

aşk kaygısını tercih etmiştir. Nitekim bu bölümdeki şiirlerin çoğu bu kaygı üzerine yazılmıştır. Bunun bir sonucu olarak da şair zamanla kaygıya alışmış, onu sevmeye başlamış, ondan vazgeçemez bir hale gelmiş ve “aşk ile geçsin hayâtım ateşîn” (Ekrem, 1997: 384) diyerek âdeta bunu formülleştirmiştir. Bu durum oğlu Nijad’ın ölümüne kadar devam edecektir. Nijad’ın ölümüyle birlikte bu dünyada “mes’ûd” bir hayatın mümkün olmadığını anlayacak, yavaş yavaş kendi ölümünü aklına getirmeye başlayacak ve daha da önemlisi endişeden ne kadar kaçmaya çalışırsa ona o kadar yaklaştığını fark edecek ve en sonunda endişeye teslim olacaktır.

Yâdigâr-ı Şebâb bu söylediklerimizin ilk örneğidir. Şair bu kitabında gençlik yıllarını

hatırlamakta ve ona göre “mes’ûd” bir yaşamın göstergesi olan endişesiz, kaygısız ve bazen korkusuz bir hayat tablosu karşımıza çıkarmaktadır:

“Ne güzeldir hele eyyâm-ı şebâb Ömr-i insândan odur belki nisâb Doğrusu fasl-ı şebâbın edemem Zevkini lezzetini add ü hesâb Hâlet-i ömr-i beşer hakkında Beni ger eyleseler isticvâb Gençlik olmasa-derim- bu hayât Bizedir mahz-ı belâ mahz-ı azâb

Ukalâ elbet ederler tasdîk

Bu sözün olduğunu ayn-ı savâb” (Ekrem, 1997: 143)

Şair gençlik yıllarını insan ömrünün merkezine almaktadır. Bunun sebebi mutluluk yılları olmasıdır. Hesapsız zevklerin, lezzetlerin faslı olan gençlik zamanları insan ömrünün de aslı, esasıdır. Daha sonra şair bu zevk ve lezzetleri sıralamaya başlar. Endişesiz bir yaşam arayışının işaretleri olduğu için bunların bir kısmını buraya almak istiyoruz:

134

Ne beni bağlayacak denlü emel Gönlümü eyler idim nağme-serâ Âşkane ederek tarh-ı gazel Zâhir ü bâtın-ı ahvâlim idi

Arzû eylediğimden de güzel” (Ekrem, 1997: 144)

“Eylesem her nereye atf-ı nazar Görünürdü bana pür-zînet ü fer Neş’eden eyleyemezdim temyiz Yerde şebnem mi yâ gökte ahter Gündüzün rûhta bir başka ferah Geceler kalbde bir şevk-ı diger

Subh-dem hâbdan açtıkça gözüm Yanağım garî-i mürgân-ı seher Ne başımda bir ağırlık meselâ Ne vücûdumda kırıklıktan bir eser Vaktimi hoşça ederdim imrâr

Bir nice iş bulup akşâma kadar” (Ekrem, 1997: 145-146)

Mutluluk tabloları devam etmektedir. Hatta şair mutluluktan yerdeki çiy taneleriyle gökteki yıldızları bile ayırt edememektedir, âlem bir başka güzeldir onun için. Bu tabloda sıkıntılara, kederlere, gamlara yer yoktur. Eğer olacaksa da ya sözde kalacak ya da ancak aşk üzerine olacaktır.

“Yazmasam şi’rde lafz-ı kederi Rast gelmezdi makalimde bile

135

Başka bir zevk duyardım farazâ

Hâlet-i hüzn ü melâlimde bile” (Ekrem, 1997: 147)

Eğer şiirlerimde kederli sözleri yazmasam, konuşmalarımda böyle sözlere asla rastlanmazdı, demektedir şair. Kederli sözleri bile şiirlerinde sırf laf olsun diye

söylemektedir. Hatta “hâlet-i hüzn ü melâl” ifadesinin bile burada bulunma sebebi budur. Bu, mutluluk tablosuna halel getirecek bir durum değildir. Ancak yine de bu tabloda sadece bir derde müsaade edilmektedir:

“Aşka şevk u meyelânım var idi Yüreğimde heyecânım var idi Böyle bî-derd değildim evvel

Dilde bir derd-i nihânım var idi” (Ekrem, 1997: 145)

Şairin dert olarak gördüğü sadece aşktır. Bu tabloda başka bir derde de yer yoktur zaten. Burada “derd” kelimesi kaygı anlamında alınabilir. Dolayısıyla şairin aşk kaygısına sahip olduğu söylenebilir.

Bu şiirde geçen tek endişe kelimesi bile huzursuzlukları, dertleri içinde barındıran asıl manasında değil de ancak düşünce manasında bu tabloda yer edinebilmiştir.

“Bahr-i ma’nâ olan endîşemden

Kilk-i sehhârıma imdâd edeyim” (Ekrem, 1997: 144)

Mana denizi olan fikirimden büyülü sözler yazan kalemime yardım edeyim. Endişe

kelimesi burada düşünce manasında kullanılmıştır. Ancak sonra bu tablo değişmeye, gençlik elden gitmeye başlar. Şairin yaptığı ise giden gençliğin ardından hasretle bakmaktır:

“Zannerdim ki tagayyür gelmez Gençliğin gitse de hale heyhât Gençlik gitti bütün mahv oldu Ne kadar varsa gönülde hevesât

136

Geçti rü’yâ gibi âh ol demler!

O güzel günler o hoş âlemler!” (Ekrem, 1997: 149)

Şair bu dünyanın fâni olduğunun, gençlik gibi her şeyin ve kendisinin de bir sonu olduğunun farkına varmış gibi gözükmektedir. Çünkü giden gençlik aslında kendi gençliğidir. Ancak sonuç böyle olmamıştır. Bu şiirden sonra şairin artık her şeyin ve en önemlisi de kendisinin bir sonu olduğunun farkına varmış bir şair olarak karşımıza çıkması beklenirdi. Ancak Ekrem böyle yapmaz. Gençlik yıllarındaki bu mesut hayatı Nijad’ın ölümüne kadar aramaya devam eder. Taze bir delikanlı gibi bazen bir tabloda, bazen tabiatta, bazen bir çiçekte, bir kaval sesinde ve bazen de sevgililerin kollarında bu hayatın peşinden koşmaktan zevk alır. Yakınlarının ölümleri bile onu bu arayışından vazgeçiremez. Bu durumda onun Yâdigâr-ı Şebâb’ı aslında burada sonlandırmadığını

Nijad Ekrem’e kadar daha da geliştirerek yazmaya devam ettiğini de söyleyebiliriz.

Hatta Yâdigâr-ı Şebâb’ta geçen şu bölümün onun, Nijad’ın ölümüne kadar yazdığı şiirlerdeki mizacını gösterdiğini söylemek de mümkündür:

“Deli gönlüm ne kadar ser-keş idi Ne gönül sanki o bir âteş idi Kelebek miydi mizâcen ne idi Mâ’il-i ülfet-i her meh-veş idi Gâh olur vuslat ile şîrinkâm Gâh firkatle merâret-çeş idi Yâ gönül kabil-i taksîm idi yâ Bir değil bende gönül üç beş idi Mümteziçlerdi o rütbe güyâ

Aşkla ikisi bir kardeş idi” (Ekrem, 1997: 146)

Gerçekten de o, Nijad Ekrem’e kadarki şiirlerinde, mutlu bir hayatın tek kaynağı olarak gördüğü sevgililerin ve aşkların peşinden uçan kelebek mizaçlı bir şair gibidir. Kendi

137

ifadesiyle aşk, ya bölümlere ayrılmış ya da birden fazla olan gönlüyle imtizaç etmiştir artık.

Görüldüğü gibi şair bu kitabında ne endişeye, ne kaygıya, ne de korkuya yer vermek istemiştir. Endişe kelimesinin geçtiği tek yerde de durum farklı değildir. Şairin amacı mesut bir hayatı bütün mutluluklarıyla göstermektir. Dolayısıyla bu hayata gölge düşürebilecek her şeyden uzak durmaya çalışmıştır. Onun bu kitabında müsaade ettiği tek kaygı ise aşktır. Ancak şair, Yâdigâr-ı Şebâb’da dile getirdiği mesut bir yaşam arzusunu oğlu Nijad’ın ölümüne kadar yazdığı şiirlerde aramıştır.

Zemzemelerde de aynı arayış devam etmiştir. Bu arayışta şairin ilk baktığı yer bir tabiat

tablosudur.

“Mevlûd neden harîs-i mâder? Mâder ne için esîr-i nevzâd Âyâ ne safâ bulup da duhter Olmuş kuzusuyla ünse mu’tâd? Fermân-ı muhabbete ser-â-ser Fıtrat neden oldu böyle münkâd? Yâ Rab sana doğru fikri i’lâ

Etmez mi bu cennet-i temâşâ!” (Ekrem, 1997: 162)

Zemzeme’nin birinci kısmında bulunan “Tasvîr” başlıklı yukarıdaki şiirin altına, bu

şiirin “Mir’at-ı Âlem nâmındaki musavver mecmuânın dokuzuncu nüshasında münderic bir resim için” yazıldığını söyledikten sonra şöyle bir not düşmektedir: “Resm-i mezkûr on üç on dört yaşında bir köylü kızın ve ihtimâl ki bir kız çobanın yeni doğmuş bir kuzuyu kucağında tutup sevdiğini ve kuzunun anası da müştâkâne ve hâifâne yavrusuna hasr-ı nazar ederek dehen-güşâ-yı feryâd olduğunu irâe eder.” (Ekrem, 1997: 160) Ekrem’in talebeleri sayılan Servet-i Fünûn şairlerine kendi dönemlerinde rağbet gösterecekleri resim altına şiir yazma alışkanlığının icazeti sayılabilecek bu şiiri aynı zamanda bir tabiat tablosunda endişesiz bir hayat arayışının da ilk örneğidir. Buraya sadece bir bölümünü aldığımız bu şiirde mesut bir hayata gölge düşürebilecek endişe ve korkular yoktur. Şairin tek razı olduğu kaygı ise “fermân-ı muhabbet” tamlamasıyla dile getirdiği aşktır. Fakat fıtrat neden bu muhabbet karşısında boyun eğmektedir? Bu soruyu soran şairdir ve cevabını da sonraki mısralarda vermektedir: Fıtratın boyun

138

eğmesinin sebebi bir tablo da olsa bütün korku, kaygı ve endişelerden azade mesut bir hayatın karşısında duruyor olmasıdır. Yukarıda da söylediğimiz gibi şairin bu tabloda dikkatini çeken asıl şey, bir çoban kızın yeni doğmuş bir kuzuyu muhabbetle kucaklaması değil, onların mesut olmasıdır. Bunu şiirde sürekli kullandığı “cennet” kelimesinden anlamak mümkündür. Şair tablodaki hayatı mutluluk yeri olan cennet hayatına benzetmiştir. Hatta böyle bir hayatı kendisinin de temenni ettiğini gösterircesine Allah’ın da bunu temaşa edip etmediğini sormuştur.

Burada ayrıca şair her ne kadar tabloya da baksa tabiatı merkeze aldığı için ayrıca romantiklerin etkisinin olduğunu söylemek de mümkündür. Zira onlara göre “tabiat eşsiz güzellikleri ile bulunmaz bir ilham kaynağıdır” (Çetişli, 2006: 76) Nitekim şair de ilerleyen şiirlerinde bu ilham kaynağını sürekli gösterecektir.

Ancak daha önce de söylediğimiz gibi aşk kaygısı bunların dışındadır. Çünkü şair aşkla gelen her derde razıdır. Nitekim aynı şiirde geçen aşağıdaki mısralarda da şairin bu tür kaygılara sahip olduğu söylenebilir. Bunların endişeye yükseltebilecek kaygılar olmadığı açıktır. Çükü sonlu ve sınırlı olanlarla bağlantılı geçici duygulardır bunlardır: “Ey mûnis-i cân nedir efgân

İncitti mi kollarım vücûdun? Nevhanla derûnum oldu sûzân Âteşli midir senin sürûdun? Gönlümde melâl eder nümâyân Sâkin nazar-ı keder-nümûdun. Bîzâr mısın muhabbetimden,

Rencîde misin harâretimden?” (Ekrem, 1997: 162)

Zemzeme’nin birinci bölümünde ölümle ilk karşılaşma “Tahassür” adlı şiirde

gerçekleşmektedir. Ekrem bu şiirini dünyaya gelir gelmez vefat eden kızı Pîrâye için kaleme almıştır. Ancak endişe varlığın muhtemel bir yokluğu fark etmesi ve ölüm, endişenin en önemli kaynağı olmasına rağmen bu şiirde endişeye rastlamak mümkün değildir.

“Âh kim Pîrâye’min işte bu yerdir meskeni! Şu siyeh topraklar olmuştu o nûrun mahzeni.

139

Gelmedim on beş sene bilmem ne yanda medfeni. Ey mezâristân bana ettirme âh u şîveni!

Rahm edip âgâh edin ey servler taşlar beni! Bî-nişân terk eyledim eyvâh evlâdım seni! Söyle yavrum eyleyeyeim şâdâb giryem hâkini?

Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?” (Ekrem, 1997: 165)

Ekrem burada, kendi ölümünü aklına getirmekten öte, henüz ölüm endişesinin bile farkına varamamış bir şair gibidir. O âdeta duyulmuş, öğrenilmiş sıradan bir olay karşısındadır. Aslında bu normal bir durumdur. Çünkü endişeyi ortaya çıkaran şey, kâinattaki her şeyin fâni olduğunun farkına varılması, hatta başkalarının ölümlerinin tecrübe edilmesi bile değil, “bu olayların bir gün ölecek olduğumuza dair hep üstü örtük olan farkındalık üzerindeki etkisidir” (Tillich, 2014: 60). Burada şairin böyle bir farkındalığa sahip olmadığı ortadadır. Bu şiirde onu kaygılandıran sadece on beş senedir ziyaret etmediği kızının kabrinin yerini bulamamasıdır. Ölümün onda uyandırdığı duygu henüz bu kadardır. Şiirin sonuna kadar da hep bu kaygısını dile getirir. Burada kaygının göstergesi “bî-nişân terk eyledim” ifadesidir.

“Züldür on beş yılda bir kerre ziyâret kabrini. Yok hicâbımdan taharrîye cesaret kabrini. Ger zamân ettiyse pâmâl-i hakaret kabrini, Bir vazîfeydi bana etemek imâret kabrini. (Bir avuç hâk-i mübarekten ibâret kabrini!) Eylemez kimse bana hayfâ işâret kabrini, Söyle yavrum eyleyeyeim şâdâb-ı eşkim hâkini

Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?” (Ekrem, 1997: 165)

Burada ise kaygının göstergesi yine kabrin yerini bulamadığını söylediği “eylemez kimse bana hayfâ işâret kabrini” mısraıdır. Diğer bölümlerde de “bî-nişân koydum seni”, “cüstücû eyler gözüm”, “câygâhın söylemez mâdâm kabristân” ifadeleri bu kaygısının diğer göstergeleridir ve her bölümün sonunda tekrar ettiği mısralar ile de bu kaygısını dile getirir şair:

“Söyle yavrum eyleyeyeim şâdâb-ı eşkim hâkini

140

Görüldüğü gibi ölüm karşısında şairin düşündüğü tek şey kızının kabrinin yerini bulamamasıdır. Onun bu şiirinde ölümün hakikatine varamamış, sadece ağlayan fakat neden ağladığını da aslında bilmeyen bir ruh hali vardır. Bu ruh halini endişeyi kendinden uzaklaştırmak olarak yorumlamak da mümkündür. Çünkü şair âdeta ölüm karşısında, onun dehşetinden korunmak ve endişeden kaçmak için bulduğu başka nesneler ile kendini oyalamakta ve böylece endişeyi de aldatmaya çalışmaktadır (Kierkegaard, 2004a: 235). Zemzeme kitaplarındaki şiirlerinin hemen hepsinde aynı durum geçerlidir. Şûrâ-yı Devlet azalarından Mithat Bey’in kızı için yazdığı “Mersiye” adlı şiiri de bunlardan birisidir. Burada da, şiir ölümle ilgili olarak kaleme alınmış olmasına rağmen, henüz ölüm endişesi yoktur:

“Fâhriye’m dört buçuk yaşında senin Yaraşır mıydı toprağa bedenin? Gömleğin çâk edip yamân eller Biçtiler cismine göre kefenin Şimdi ıslak durur sirişkimden Koklayıp öpdüğüm o pîrehenin Söyle yalnız mısın ciğer-pârem Isıtan yok mu hâk içinde tenin? Bülbül-i nâtıkan neden sustu Soldu mu âh gonçe-i dehenin? Hûn eder kalbi zikr-i her hâlin Ağlatır çeşmi yâd-ı her suhanın Görüyor gözlerim meleklerle

141

Şair ölüm karşısında sadece kabirdeki kişinin yalnızlığını ve kabrin soğukluğunu aklına getirir. Kendi ölümü henüz aklına gelmemektedir. Bu da endişenin varlık göstermesine engel olmaktadır.

“Çiçek” isimli şiirine baktığımızda da şairin tabiatta aradığı şeyin bundan farklı olmadığı görülür. Her ne kadar âlemin yokluğa yakın olduğunu söylese de bu yokluk âleminde henüz kendisi yoktur. Şair âdeta bahsettiği bu yokluk âleminin dışında yaşamaktadır. Onun için bu âlemde zevali en hazin olan sadece iki şey vardır. Birisi solmuş bir çiçek, diğeri veremli bir kızdır. Ekrem için yokluğun değeri henüz bu kadardır:

“Gerçi âlem bütün fenâya karîn, İki şeydir fakat zevâli hazîn: Biri solmuş şükûfedir bâriz

Ya nedir dîğeri? Verem bir kız?” (Ekrem, 1997: 172)

Kişinin kendisinin olmadığı böyle bir yokluk âleminde endişenin olması da beklenemez. Zaten endişesiz bir hayat arayışının göstergesi olarak değerlendirilebilecek başka bir metin olan “Bahar” adlı şiirinde de şair tabiattaki canlılar üzerinden bu arayışını dile getirirken şöyle demektedir:

“Ne bir endîşesi ne bir gamı var

Şevk ile raks eder çalar tanbur” (Ekrem, 1997: 170)

Görüldüğü gibi “endişe” kelimesi kullanılmış olsa bile bu şiirde edişe yoktur. Çünkü öncelikle endişenin hayvanlarda olması mümkün değildir. Endişe insana mahsustur. Bu onun ruhsal bir varlık olması ve bir sentez oluşturmasından dolayıdır (Kierkegaard, 2004a: 231). Bu iki özellik hayvanlarda yoktur. İkinci olarak sonlu ve sınırlı durumlarla ilgili değil, sonsuz ve sınırsız olanla ilgilidir. Bu şiirde böyle bir özellik de yoktur. Dolayısıyla burada geçen “endişe” kelimesi kaygı anlamında kullanılmıştır.

Endişesiz bir hayat arayışının başka bir göstergesi de “Çoban” adlı şiiridir. Yine romantiklerin etkisinin açıkça görüldüğü ve Servet-i Fünûn şairlerinin tabiata açılma düşüncelerinin bir kıvılcımı gibi değerlendirilebilecek bu şiir, tabiatta geçen tam bir sefa hayatını konu almaktadır. Şehirlerde yaşayan ve tabiata hiç çıkmamış kişilerin sandığının aksine bu hayatta dertlere, kederlere yer yoktur. Endişe ise bu hayatın

142

yanından bile geçemez. Çünkü aslında endişe ve kaygılara sebep olması gereken her şey bu şiirde neşe ve zevkin kaynağı olarak gösterilmiştir.

“Doğmadan âftâb olur bîdâr Hâb-ı nûşîn-i istirâhatten. Kesbedip ma’nevî ibâdetten Yüreği inbisât ü zevk u mesârr Bir hevesle kıyâm eder işine Yer içer tâze sütle tâze balı. Hele memnundur iştihâsından Hazzedip mandıra havâsından. Ne konak arzu eder ne yalı. Belki geçmez cinân da fikrinden! Emr ü nehy eyleyip safîr-i zenân Sürüyü sevk eder çerâgâha. Onu ta’akîb ile düşer râha Kendi de dil-güşâde vü ferhân.

Hem gider hem cihânı seyreyler.” (Ekrem, 1997: 173)

Hâmid’in Sahra adlı kitabının köy hayatını anlatan kısımlarını aklımıza getiren Ekrem’in bu şiiri “zevk”, “neşe” ve “hoş” gibi kelimeler etrafında yeniden okumak mümkündür. Böyle bir okuma neticesinde şiirin bu kelimeler etrafında teşekkül ettiği, bu kelimeler şiirden çıkarılırsa şiirin çöktüğü görülecektir.

Daha önce Yâdigâr-ı Şebâb’da da gördüğümüz gibi bu hayatta olacaksa eğer sadece aşk kaygısı varlık gösterebilir. Bunun dışındaki kaygılara da yer yoktur.

“Haste-i aşktır. Bu illetten Çoban âh eyler inler ağlar da Ömrü geçmekle kırda dağlarda Neden olsun berî o lezzetten?

143

Yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi, bu şiirde de kişinin ölüme adım adım yaklaşması bile endişenin ortaya çıkması için yeterli olamamaktadır. Hatta tam tersine bu, kişinin zevkini, neşesini arttıran bir durumdur. Çünkü “Çoban” şiirine göre tabiat hayatı, ölümün bile etki edemediği, tek saadet kaynağıdır.

“Böyle demler geçer çoban bilmez Hafta, ay, yıl esâmil-i eyyâm. Azalıp bitse de hayâtı müdâm Neş’esi, zevki artar eksilmez.

Kâm alır muttasıl tabî’attan!” (Ekrem, 1997: 174)

Görüldüğü gibi, bütün somut kaygı ve korkuları gölgede bıraktığı, onlara muazzam bir ciddiyet verdiği ve kişinin son anında değil yaşadığı her anında yanında olduğu için doğrudan bir ölüm tehdidinin olmadığı yerde dahi kişiyi endişeye düşürmesi gereken ölüm (May, 2014: 67-68) bu şiirde etkisiz eleman gibidir. Bunun sebebi şairin aradığı mesut hayatta ona yer vermek istememesidir.

“Girye-i Hasret”, “Tehâlüf-i Hissiyât”, “Tesdîs”, “Kıtaât”, “Diğer”, “Şarkı”, “Gazel” ve “Gazel” (Ekrem, 1997: 179-205) adlı şiirleri birinci Zemzeme’de aşk kaygısına gösterilebilecek diğer örnekler arasında sayılabilir.

İkinci Zemzeme de yine aşk kaygısıyla başlamaktadır. “Aceb Kimdi?” ve “Pek Severim” adlı şiirleri bu kaygının örnekleri arasında sayılabilir. Bu şiirlerde de endişe henüz yoktur. Özellikle “Pek Severim” şiiri şairin mesut, endişesiz bir hayat arayışında tabiata