• Sonuç bulunamadı

Emrin Kaynağı (Otorite, Buyurucu, Buyuran)

1. EMİR…

1.1. Emrin Kimliği

1.1.1. Emrin Kaynağı (Otorite, Buyurucu, Buyuran)

1.1.1. Emrin Kaynağı (Otorite, Buyurucu, Buyuran):

Her emrin bir kaynağı vardır (Rescher 1966: 10). Kimi zaman tek bir bireyi, kimi zaman ilahi iradeyi, kimi zamansa norm, töre, gelenek, batıl inanç17 gibi ortak bilinci temsil eden bu kaynak, “otorite”, “buyurucu” ya da “buyuran” ismiyle karşılanabilir.

Buyurucu, sahip olduğu maddi veya manevi cezalandırma yetkisiyle eyleyiciyi yönlendirme gücüne sahiptir ve eyleyiciden statü olarak görece üstünlüğe sahiptir. Bu üstünlük, bir ifadenin emir olabilmesi için mutlak şarttır (Condoravdi-Lauer 2012: 38;

Karademir 2012: 2103; Pala 2009: 26). Emri, akraba kavramlar olan istek (rica) ve yalvarmadan ayıran en temel fark da budur. Yalvarmada emrin tersine eyleyici daima

17 Batıl inançlar, toplumda kolektif tasavvurlar olarak yaşarlar ve nesilden nesile yaygınlıklarını devam ettirirler (Arslan 2004).

18

üst statüdedir, yalvarma ifadesinin hareketi aşağıdan yukarıya doğrudur. İstekte ise genel olarak, verici ve eyleyici aynı konumdadır (Searle 2000: 31), isteğin sık rastlanan hareketi yataydır ama ilave etmek gerekir ki çok nazik bir tonla, kendinden görece üst konumdaki birine de istek yöneltilebilir.

Buyuran Eyleyen

İsteyen Eyleyen

Eyleyen Yalvaran (Şekil 1: Emir, İstek, Yalvarmada Önerme Yönü)

Toplumsal yaşam emreden statü ile emredileni, yasalar, töreler, gelenekler, din ve güç çerçevesinde düzenlemiştir. Bu düzen, çok küçük yaşlarda bireylere yansıtılır ve bireyler tarafından da algılanır. Andersen’in 4-7 yaş arasındaki çocuklarla yaptığı çalışmaların bulguları bunu destekler niteliktedir. Andersen, çocuklardan baba, anne, bebek; öğretmen, öğrenci; doktor, hemşire ve hastayı simgeleyen kuklaları canlandırmalarını ister. Sonuçta baba, öğretmen, doktoru canlandıranların; anne, hemşire, öğrenciye göre daha çok emir verdiği ve daha az nazik olduğunu tespit eder (Salter 2007: 74). Bu da çocukların erken devrelerde hiyerarşiyi öğrendiklerini göstermektedir.

Statüler, legal veya illegal kurumlar içinde şekillenen kalıcı statüler olabileceği gibi, anlık durumlardan kaynaklanan geçici statüler de olabilir. Kalıcı statülere gelen kişiler fani olmakla birlikte, yeniden bir düzenleme yapılmadıkça veya düzen değişmedikçe makamın emredici gücü baki kalır. İlahi irade ve ortak bilinç kaynaklı otoriteler dışında, her amirin bir amiri vardır. Bu durum sultanlıkla idare edilen devlet yönetimlerinde net bir şekilde görülebilir. Osmanlı devlet sisteminde hükümdar hiyerarşinin en tepesinde yer alır ve vezir, hazinedarbaşı, harem ağası, köle vb. herkese emir verme gücüne sahiptir. Onun karşısında buyruk bekleyen konumunda olan vezir ise kendinden alt mevkilere buyurandır. Lakin sultanın da ilahi irade veya kendisinin yarattığı görece üst

19

statüler karşısında diğerlerinden farkı yoktur. Bu hükümdar, Allah’ın huzurunda emreden değil yalvaran konumundadır, kimi zaman şeyhülislamın karşısında boyun eğendir ya da Büyük Selçuklu Devleti’nin Akdeniz’den Yemen’e kadar hâkim olan azametli Sultan’ı gibi bir batıl inancın emrindedir:

(1) Sultanın otağına gittim. Otağın kapısında bir hizmetçi duruyordu.

Hizmetçi, içeri girmeme izin vermedi. Çünkü Sultan, kimseyi içeri sokmamasını tenbih etmişti. Otağın eteğini biraz kaldırıp içeri baktım.

(Fatih) Sultan Mehmet, toprağa kapanmış secde ediyordu. Başı açıktı.

Yalvarıp niyaz ediyor, ağlıyordu. Başını kaldırırken ayağa kalktı ve tekbir getirdi (EŞ, 195).

(2) Tarihin Yavuz dediği Birinci Sultan Selim, gerçekten de yavuzdu.

Ama bu yanardağ gibi ateş saçan hükümdarın da, yanında boynunu büktüğü, elini öptüğü, nazını çektiği, buyruğunu tuttuğu kimseler vardı. Padişah, bu kaya gibi eğilmek bilmeyen bükülmez mâniaları aşıp geçmek istese de, yerlerinden kımıldatıp sarsamaz ve tosladıkça geri püsküren kendi olurdu. Bunlar, ilim otoriteleri idi. Meselâ hususî hayatında zarif, nazik ve uysal bir kimse olan (Şeyhülislam) Molla Cemali, padişahın karşısında haşin ve alabildiğine sertti (TTOA, 260).

(3) Melikşah da herkes gibi, ne yapması ne yapmaması gerektiği konusunda yıldız falına danışırdı. “Ayın beşinde seni gözleyen bir yıldız var; Saray’dan dışarı çıkma. Ayın yedisinde hiçbir biçimde kan aldırma, ilaç içme. Ayın onunda sarığını tersinden sardır. Ayın on üçünde kadınlarından hiçbirine yanaşma…” Sultan, bu söylenenlere karşı çıkmayı asla düşünmezdi (S, 81).

Değişen güç dengeleri, ihtiyaç durumu, öfke, samimiyet vb. etkenler, statülerin emir pozisyonlarını geçici veya kalıcı olarak kişiye göre yeniden belirleyebilir, makam değil kişi ön plana çıkabilir. Sultan Melikşah’ın önce halifeye saygıda kusur etmediği, daha sonra kızıyla yaptığı evlilikte yarattığı huzursuzluktan dolayı halifeye duyduğu öfke nedeniyle (Özdemir 2008: 333) halifelik makamını göz ardı ettiği ve sahip olduğu gücün de etkisiyle ona emrettiği görülmektedir:

(4) Kendisini sarayda karşılayan halifenin yanında ayakta durmayı tercih eden Melikşah, Halife Muktedî’nin ısrarı üzerine özel tanzim edilmiş şeref mevkiine geçti. Sultan Melikşah’a yedi hil’at giydirildi.

Halifenin emriyle “Doğunun ve Batının hükümdarı” alâmeti olmak üzere iki kılıç kuşatıldı. Ardından Sultan, halifenin elini öpmek istedi, buna izin vermeyen Muktedî, halifelik mührü olan yüzüğünü vererek, Melikşah da bunu öperek iade etti (Özdemir 2008: 330).

(5) Daha da kötüsü, (Melikşah) Bağdat’a vardığında Halife (Muktedi)ye: “Kışları burasını başkentim yapmak istiyorum.

20

Sarayından çık, kendine yer ara.” diye haber göndertti. Ataları üç buçuk asırdır Bağdat’ta yaşamış olan Peygamber’in halifesi işlerini yoluna koymak için bir aylık süre istemek zorunda kaldı (S, 106).

Öfke, yalnızca statik statülerin emir gücünü belli alıcılar için arka plana atmakla kalmaz, geçici otoritelerin de oluşmasına neden olabilir. Bir devlet kurumunda odacı olan Refik, müdürün onu tokatlamasından sonra kendini kaybeder, müdürü döver, odasından atar ve onun koltuğuna oturur. Kısa bir süre de olsa müdürünün ve diğer odacı olan Cafer’in buyurucusu olur:

(6) Hınçla, öfkeyle güldü. Zile bastı keyfinden. Çekmedi elini. Koca yapıyı inletti zil. Cafer koşup geldi hemen. Topuklarını bitiştirip selâm verdi alışkanlıkla. Başını da eğdi. Saygılıca durdu karşısında:

-Uğurlu kademli ola Refik kardaş, dedi sonra.

-Bana az şekerli bir kahve; çabuk! Gelen giden olursa alma içeri!

Meşguldür de...

-Pekiy..., dedi, kekeledi Cafer.

-Haşşöyleee... ne ulan bu? Ulan it, ulan fini! Sana gözelce Müdür dedik. Saydık gözelce. Bizim saygımıza neden sahip olamadın ulan?...

Yeniden zile bastı. Çınlattı ortalığı. Cafer yeniden geldi.

-Ne yapıyor o it (müdür)?

-Lâvaboda efendim!...

-Elini yüzünü kurulayıp gelsin!

-Pekey efendim, deral söylerim (SÖ, 115-116)!

Öfkenin dışında, geçici bir müddet maddî gücü elinde bulundurma, üstün asta duyduğu aşk, bir mevzuda yapılan liderlik gibi haller de, kişiyi hükmeden konumunda olmadığı halde bu konuma getiren, geçici statüleri yaratan durumların başında gelir. (7)’de erkek karakter, silahın verdiği maddî güçle kendinden üst konuma yerleşen çapulcunun buyruğuna uymak zorunda kalır:

(7) Elleri silahlı; biri iri kıyım bir adam, diğeri uzun boylu siyah gözlüklü zayıf bir kadın... Açelya'nın onlarla ne tür bir ilişkisi olup olmadığını öğrenme olanağı yok gibiydi. Ama görünen o ki, onlar Açelya'nın dostları değillerdi. Bir şeyler yapmalıydı. Belindeki silahı çıkarmaya an kala, iri kıyım adam, burnunun ucunda biterek, elindeki silahı kendisine doğrultmuş(tu) bile... "Sırtını dön, duvara yaslan!..."

Elinde silahı olan, olmayana göre her zaman üstündü. Üstünlüğü kabullenmekten başka çaresi yoktu. Yüzünü duvara döndü (KN, 299).

On dört yaşında hükümdarlık makamına çıkan, Safevi Devleti’nin kurucusu, Kızılbaş Türkmenlerin şahı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Selim’in kudretli rakibi Şah İsmail (Gündüz 2010), “güzeller güzeli zevcesi” Taçlı’nın emrine amadedir. (8)’de görüldüğü gibi Taçlı, aşkın yarattığı otorite makamına yerleşmiştir.

21

(8) Taçlı, yatağında kılıç ile uyuyordu. Şah’ın ayak seslerini dinledim.

Ona sessizce yaklaştı. Rahatsız etmekten veya uyandırmaktan korkar gibi bir hâli vardı. İnsan ancak çok sevdiği, sevgiyle birlikte saydığı birine böyle davranırdı. Dünyaya hükmeden bu yiğit adamın sevdiği kadına karşı nasıl titrek bir kalp taşıdığını ve sevginin nelere kâdir olduğunu yeniden düşündüm. Bütün ihtişamlar onun önünde diz çökerken o bir tebessümün önünde diz çökmeye hazır bekliyordu (ŞS, 139).

Günlük hayatta birinden emir almaya alışık olmayan Binbaşı Hasan, eşi Azize’nin tehlikeli bir doğum yapacak olması sebebiyle telaşlıdır ve ortamdaki tek sakin ve bilgili kişi olan arkadaşı Saffet’in geçici olarak liderlik statüsüne yükselmesine itiraz etmez :

(9) (Saffet:)

-Hasan sen odana git.

Hasan başını salladı. Ne olduğunu bilmiyordu, fakat Azize’nin odasından ayrılamazdı.

-Doktor gelinceye kadar oturursun, sonra derhal Hala Hanım’la bizi yalnız bırakacaksınız.

Başka bir zaman (Hasan), başka bir adamdan (gelen) itiraz kabul etmeyen, katiyetle emreden bu sese kızabilirdi. Şimdi deniz tutan ve denizden deli gibi korkan bir adamın deniz tutmayan ve korkmayan bir adama karşı uyuşu, hatta kuvvetine dayanabileceği bir insan olduğu için minnetini hissediyordu…Saffet filhakika birdenbire tehlikede olan bir geminin kaptanı mevkiini alıvermişti. Etrafında herkes ona zaruri bir teslimiyetle her dediğini hemen bir itaatle bağlanmışlardı (KA, 261).