• Sonuç bulunamadı

2. GÜÇ İLİŞKİLERİ: MUHALEFETİN MUHTEVASI

2.3. İSLAM’DA MUHALEFET

2.3.1. Ehli Sünnet ve Muhalefet

Ehli Sünnet vel Cemaat şeklinde tabir edilen kütle aslında bir mezhepten çok mezheplerin ortaya çıkışına sessiz bir tepki olarak Müslüman cemaatinin (ümmet) büyük bir kısmını teşkil eden sonraları mezhep olarak adlandırılan bir düşünüş tarzıdır (Keskin, 2003: 35). Bu mezhebin siyaset alanında oldukça pasif bir tutum sergilemesi mezhep ayrılıklarının yaşandığı Peygamberden sonra başlayan bir zihniyet kargaşasında takındığı tavırla yakından ilintilidir.

“Sünni siyaset anlayışı Kur’an ayetlerinden hareketle değil, peygamber sonrası yaşanan siyasi tecrübelerden hareketle oluşturulmuştur” (Kutlu, 2016: 147). “İmamet ve hilafet konusunda kitap yazmış veya uğraş vermiş Ehl-i Sünnet büyüklerinin geneli, hükümetin birincil ve en önemli görevinin güvenliği korumak olduğu görüşünü taşımışlardır. Gazali gibi sufi menşeli ve ihtiyatlı bir kişiden tutun İbn-i Teymiyye gibi katı ve tutucu bir şahsa kadar; Maverdi gibi siyaset bilgininden tutun İbn Haldun gibi aydın görüşlü düşünüre kadar herkes böyledir. Bunlar, içinde yaşadıkları durumların etkisi altında böylesi duyarlıklar kazanmışlardır” (Camii, 1995: 239-240). Bu çizgide İslam toplumlarının bütün dönemlerinde geçerli olabilecek bir teori olmayıp daha çok Müslümanların geçmişte yaşadıkları ve çoğunluk tarafından doğrulanan siyasi tecrübenin bir yansımasıdır. Daha sonra bu fikirler siyasal alandan inanç alanına taşınarak dini veya kelami (teolojik) açıdan meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Burada şunu unutmamak gerekiyor. “Asrın idrakine söyletilmesi gereken İslam” (Ersoy, 2007: 810) anlayışı aslında köklü bir geleneğe sahiptir bu anlamda. Sünni İslam’ın devlet, siyaset ve bunlara paralel olarak değerlendirilebilecek muhalefet anlayışı bu köklü geleneğin izahına teşnedir. Peygamber’den sonraki siyasi tecrübeye göre ayarlanan hilafet ve saltanat gibi meseleler, bu yüzden iman, nass ve itikat meselesi haline getirilmemiştir.

43

Siyaset teorisi açısından düşünüldüğünde, Ehli Sünnet akidesinin Batıda olduğu gibi bir tüzel kişilik oluşumu anlamında anayasacı bir devlet üretmesi mümkün değildir. Batı’da siyasal iktidarlar, askeri ve ekonomik güçlerin oluşturduğu feodal yapılar ve sonrasında oluşan krallıklar; barbarlık, vahşet gibi başına buyruk dolaşan bir anarşinin çözümü adına geliştirilen bir konsensüs temelli anayasal ulus-devletlerin oluşumunu takip ederek bir tüzel kişilik olarak devletin seyrini oluşturmuşlardır. Ancak İslam, Hz. Muhammed’in dini-karizmatik kişiliğinden dolayı peygamberden önceki ekonomi temelli kabile devletlerinin tedrici bir kopuşla dini-ideolojik temelli bir devrimsel dönüşüme kapı aralamıştır. Yani İslam’ın siyasi hayata etkisini, başat bir unsur olan Peygamberin ontolojik vazgeçilmezliği17 sebebiyle bizzat Peygamber’in boşluğunu dolduracak bir halifenin

kim olacağı tartışmasında görebiliriz. Dolayısıyla Peygamberin vefatından sonraki tartışmalar siyasal bir önem arz etmektedir. Vahyin durması hayat ile ilgili güncel bilginin edinilmesi için başvurulacak merkezin bir insan mı veya metin mi olacağı üzerine türlü ihtilafların çıkması, bu anlamda siyasetin dinamiklerini keşfetme adına zemine koyulması gereken bir unsurdur. Bu minvalde merkez konumu sağlayacak şeyin metin olduğunu söyleyenler karşısında Ehli Sünnet ulemasının düşüncesine göre de “Zillullah-ı fil Alem” olarak nitelenebilecek bir insanı Peygamber’in otoritesini temsil eden bir vaziyette görmeleri, “Kuran mahluktur” tartışmasının18 ne

derece siyasi bir yanı olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Ehli Sünnet düşüncesine göre halife, Kuranı ve sünneti temsil eden ve “içtihat yapabilecek kadar bilgi sahibi” bir kişi olmalıdır. (Maverdi, 2017: 31)

Bunun yanı sıra Arap topraklarını aşan siyasal iktidar karşısına çıkan yeni kültürlerden de sentez üretmiştir. Sünni İslam’ın, Peygamberden sonraki siyasi boşluğu doldurma çabalarında bu etkilerin önemi göz ardı edilemez. Halifelik kurumunun kültürel olarak çok biçimli gelişimiyle “imamların kureyşten olması” şartını aşan yeni “patrimanyol bürokrasiler” (Black, 2001: 43) doğmuştur. Kureyşli

17 “Hz. Muhammed’in devlet başkanlığı misyonu, ilahi/dini kaynaklı olmayıp tamamen içinde yaşanılan toplumsal ve siyasi gelişmeler sonucunda elde edilmişti. Onun kurduğu toplumsal yapı, dayanışma ve yardımlaşmayı esas alan Arap geleneklerine göre şekillenmişti. Ancak dağınık kabilelerden oluşan Arapları bir araya getirip bir devlet kurmak, bütünüyle Hz. Muhammed’in ‘teşkilatçı dehasının’ bir ürünüydü.” (Kutlu, 2016: 140-141)

18 İslam tarihinde bu tartışmanın nasıl oluştuğunun detayı için bkz. (Watt, 2004: 309-315); yine bu tartışmanın siyasi karşılıklarının detayları için bkz. (Yıldırım, 2011: 49-69)

44

olmanın üstünlüğü yeni kültürlerle karşılaşıldıktan sonra Arap olmanın üstünlüğüne dönmüştür.19 Bunun ötesinde İbn Haldun’un nesep asabiyesi dediği evrensel bir

“yeni kabilecilik” (Black, 2001: 43) anlayışından doğan genel bir siyasi bakış açısı ve yapıları da oluşmuştur.20 Bu çizgide Ehli Sünnet vel Cemaat’in kolektivist

özelliğine paralel olarak İslam tarihinde iktidar oluşumlarında21 ve bu iktidarları

desteklemede etkin bir mezhep olarak tebellür etmesi, onu siyasal anlamda muhalefet nazariyesi üretme perspektifinden uzak tutmuştur. “Ehl-i Sünnet’in siyaset anlayışı, ilk dört halife, Emeviler ve Abbasiler döneminde yaşanan siyasi tecrübeden hareketle, Şia’nın imamet nazariyesine bir tepki olarak oluşturulmuştur. Ehl-i Sünnet’in klasik kelami eserlerinden hareketle bu anlayış şöyle özetlenebilir: Şianın aksine, Ehl-i Sünnete göre, Hz. Muhammed, kendinden sonra halife olacak kişiyi açıkça ve ismiyle belirlememiştir. Yani imam nass ile tayin olunmamıştır. Ancak dini ve dünyevi ihtiyaçların temini için halifenin tayini zaruri bir meseledir. Kurumsal siyaseti yani bir halifeyi zorunlu kılan hususlar şunlardır: Hukukun uygulanması, suçun cezası, dış güvenlik, vergilerin toplanması, iç güvenlik ve barışın sağlanması, adliye, Cuma ve bayram namazları, anlaşmazlıklar ve ihtilafların çözümü, sosyal güvenlik meselesi ve tüm bunları sağlayacak bir halifenin mevcudiyetini için ehli hal ve akd’in seçim ve ihtiyarlarına bırakılmasıyla sağlamak.” (Kutlu, 2016: 145) Şia’nın siyasallaşması, hatta İslam’ın Şia etkisiyle siyasallaşması, Ehli Sünnet siyaset nazariyesinin anlaşılması açsından bir temel teşkil etmektedir. Çünkü halifenin kim olacağı sorununun nass çerçevesinde değerlendirmek, bunun böyle olmadığını düşünenler tarafından bir çatışmayla karşılanmıştır. Bu antagonizmayı Ehli Sünnet siyaset nazariyesi olarak adlandırabiliriz.

Sünnilik genellikle otorite karşısında itaatkâr bir tutumun ideolojisi olarak tebarüz etmiştir (Karasipahi, 2009: 106). İşte bu itaatkâr tutumu, yaşanan zaman itibariyle yönetildiği iktidarın nüfuzunun meşruiyet koşullarını sağlayan ideolojik

19 İstidradi olarak bahsetmek gerekirse: Burada Cumhuriyetin İslam yorumunun Türkçü özelliğinin temelinde bu Arapçı İslam’a karşı olması yatmaktadır.

20 Abbasi Halifesinin nüfuzu azaldıktan sonra siyasal iktidar mekanizmasını ele geçiren Türk boylarında Selçuklular ve daha sonra ise Osmanlılar bu yeni kabileci evrensel patrimonyal bürokrasileri temsil etmektedir.

21 Üçlü kademeli bir devlet teorisi dönüşümünden bahsedebiliriz: (1) “İmamlar kureyştendir” hadisi çizgisinde ibtidai Sünnilik tarzı olan Ashab-ı Hadis’in nazariyesi. (2) Patrimonyal Bürokrasi’nin kurumsallaşmasıyla Emevi tarzı. (3) Yeni kabilecilik şeklinde Türk-İran etkisiyle oluşan ve gelişen siyasal iktidar oluşum süreci (Black, 2001).

45

temellerin İslam şeriatına uygun olup olmadığının belirlenmesiyle yakından değerlendirme imkânı bulabiliriz. İslam’ın hâkim olduğu bir coğrafya için ehlisünnete göre emri bil maruf nehyi anil münker vazifesi katı ve sert bir muhalefeti gerektirmez. Sünni dünyada, İslam’da muhalefet geleneği ekser tartışmalarda şiddet, devrim, isyan, terör gibi metotlardan genellikle uzak kalmıştır. Modernleşmenin Anadolu, Hint ve Mısır memleketlerindeki etkili dönüştürme hızı karşısında Ehli Sünnet ulema ve meşayıhının çeşitli şekillerde yumuşak veya sert tepkileri olmuştur. Ancak çoğunluk itibarıyla sabır merkezli bir tepkisizlik hâkim gibi görünmekteydi. Görünen o ki, modern siyasi müdahaleler pasif bir siyaset anlayışının ürünü olan Ehli Sünnet vel Cemaat mezhebinin siyasi bakış açısıyla ilgiliydi. Bu veçhe Ehli Sünnet’in güvenlik ve iktidar22 merkezli bir siyasi ideoloji ürettiği gerçeğiyle

ilgilidir. Böyle bir düşünce siyasetin ve muhalefetin kurumsal temellerinden yoksun olmasıyla sonuçlandığı için gelecek nesiller açısından da bu düşünce biçimini benimseyenlere iktidarın konumunu güçlendiren siyasi pozisyonlar ve olanaklar sunuyordu. Aslında bu, olanaktan çok bir imkân kısıtlığıyla ilgilidir. Ehli Sünnet’in modern temsilcilerinin, devrimci bir tarzda tutum takınmamasının ardında yatan sebep, Ehli Sünnet’in bu siyasal-tarihsel gerçekliğine bağımlı olarak bir insan kaynağı yetersizliğiyle karşı karşıya olmalarıdır çoğunlukla. Örgütlenme dinamikleri noktasındaki bu yetersizlik karşısında birçok Ehli Sünnet uleması sıfırdan üretim insan yetiştirme ve terbiye metodolojisi olarak mikro alanlarda bireysel ihya mekanizmaları oluşturmuşlardır.23

22 Sosyal Güvenlik meselesi temkinli bir geri durma siyaseti üretmesi açısından önemli bir tartışma alanı oluşturmaktadır. Sünni siyaset düşüncesinin en kayda değer tarafı bu konudaki hassasiyetleridir. Bazı düşünürler, güvenliği sağlamanın, “adaletten vazgeçme pahasına olsa da” icrası, sünni siyaset için “son derece önemli bir iktidar meselesidir” iddiasında bulunmaktadır. Bkz. (Camii, 1995; Kutlu, 2016). Sünniliğe yönelik adaleti ikinci plana atma suçlaması için daha detaylı bir araştırma yapılmalıdır. Çünkü Ehli Sünnet mezhebi başlangıcından günümüze çoğunluk kesp eden bir anaakımı temsil ettiği için iktidarı meşrulaştıran dinamizm olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla adaleti savunma prensibi göreceli bir tartışma alanı doğurma noktasında riskli bir alandır. Şia’ya uygulanılan baskılar nedeniyle adaletten uzak bir Sünnilik tasavvuru üretimi toptancı bir yaklaşım olarak sunulduğu zaman, bunun gerçekle ilintisi sorgulanmalıdır, tartışılmalıdır. Çünkü her düşüncede olduğu gibi Sünnilikte de temsilciler ve mensuplar yekpare bir bütün değildir.

23 Bu konuda tezin konusu Said Nursi ve Kenan Rıfai örneklerini ek olarak; bunların ötesinde Süleyman Hilmi Tunahan, Ömer Nasuhi Bilmen, Abdüzaziz Bekkine, Abdülhakem Arvasi, Muhammed Raşid Erol gibi medrese ve tekke uzlaşısını temsil eden Osmanlı ideolojik iktidarının Anadolu’daki modern dönem izlerini örnek olarak gösterebiliriz. Bu örnekler kendi alanlarında devletin ideolojik aygıtlarının ürettiği sistematik eğitim hamlelerine karşı gizli bir örgütlenme tasavvuru geliştirerek alternatif insan modeli sunmaya çalışmışlardır.

46