Edebiyat ve siyaset, toplumsal hayatın iki önemli uzvudur. Siyasetin başlıca
görevi toplumsal hayatı her açıdan düzene sokmak olmuştur öncelikle. Siyaset adamlarının ise toplumu bütün dertleriyle anlayan ve zamanında çözüm üreten kişiler olması beklenmiştir. Edebiyat, bu anlayışa göre işleyen düzende ya da düzensizlikte kimi zaman siyasetin yanında yer almış kimi zaman da ona tüm gücüyle başkaldırmaktan çekinmemiştir. Edebiyat ve siyaset… Bu iki kavram, tarih boyunca birbirini iyi ya da kötü yönde etkilemekten uzak kalamamıştır. Bireysel temaların her an edebiyatın içinde olmasının yanı sıra bu temalar yoluyla kendini aşan birey, toplumsala ve onun getirdiği kaygılara, sorunlara ve hedeflere ulaşmıştır. Hayat, bütünüyle insanın bütün eylemlerini besler ve anlamlandırır. Edebiyatın hayatı ve siyaseti, siyasetin de hayatı ve edebiyatı besleyici birer kaynak olması da bu durumun doğal bir sonucudur. Ancak hayattaki her eylemin kendi tabiatına uygun olarak gerçekleşmesi, onun kendi olabilmesinin ve amacına ulaşabilmesinin ilk ve tek koşuludur. Hiçbir insanî eylem, bir başkası için kullanılmak durumunda olmamalı ve
harcanmamalıdır.13
Edebiyat ve siyaset dünya tarihine baktığımızda karşımıza değişik şekillerde ve
ilişkilerde çıkmış iki önemli kavramdır. Milletlerin yaşadıkları siyasî olaylar edebiyat eserlerine doğrudan ya da dolaylı olarak yansıdığı gibi bazı epik karakterde yazılan edebî eserler de toplumları sanatsal gücüyle etkileyerek toplumların gidişatını yönlendirmiştir.
Edebiyatımız bilinen ilk kanıtlarıyla 8. yüzyılda tarih sahnesinde yerini almaya
başlamıştır. 8. yüzyıldaki edebî metinlerimiz Orhun Kitâbeleri’dir. Bu abideler, öncelikle siyasî bir yapı olan Göktürk Devleti’nin yaklaşık iki yüz yıllık tarihi boyunca edindiği tecrübeleri, gelecek kuşaklara aktarmak adına, bu devletin yöneticileri Bilge Kağan ve
13 Hece Dergisi,(2004): “Hayat‐Edebiyat‐Siyaset”,Hece Dergisi Hayat‐Edebiyat‐Siyaset Özel Sayı, Sayı:90‐
Tonyukuk tarafından diktirilmiştir. Orhun Kitâbeleri’nin bulunuşu, insanlığın en büyük keşiflerinden biri olmuştur. Pek çok millet tarafından çeşitli kaynaklarda bahsedilen bu kitâbelerin dili, 1893 yılında Danimarkalı bilgin Vilhelm Thomsen tarafından çözülebilmiştir. Kitâbelerin dilinin çözülmesi, Türk dünyasına kültürel anlamda birçok kazanım sağlamıştır. Kitâbelerde bir devletin yalnızca siyâsî tecrübeleri aktarılıyor gibi görünse de bu aktarım şeklinin edebî bir üslûpta olması hem nutuk(söylev) türünün edebiyatımız için ilk örneğini ortaya çıkarmış hem de edebî bir üslûbun göz önünde bulundurulmasının siyaset için ne kadar önemli olduğunu ispatlamıştır.
Orhun Kitâbeleri, edebiyat‐siyaset ilişkisine siyâsî tecrübelerin aktarımına edebî
bir üslûp kazandırarak yer vermiştir. Göktürklerden sonra seyreden Türk tarihinde Türklerin İslâm dinini kabul etmeleri, hayatlarında önemli değişiklikler meydana getirmiş ve bunun doğal bir sonucu olarak da siyâset kavramı eselerde farklı bir şekilde yer almaya başlamıştır.
İlk ve orta çağlardan beri çeşitli halklar, adaletli hükümdarlar zamanında
huzurlu yaşayabilmiş, zalimlerin yönetiminde ise insan haklarından yoksun kalmışlardır. Bunun için de halkın dileği çağlar boyunca yalnızca adalet olmuştur. Bu adalet sadece vezirlerin, kadıların, otorite sahibi devlet adamlarının haksız uygulamalarından, zulümlerinden korunabilmek anlamına gelmiştir. Yoksa halk, sosyal adalet kavramını hiçbir zaman düşünmemiş, güç sahiplerinin üstünlüğünü olağan bulmuş, toplumsal eşitliği aramamış, her şeyi sözleri kanun sayılan hükümdardan beklemiştir. Halkın durumunu yakından gören fikir adamları, bu isteği dile getirerek her fırsatta hükümdarlara, vezirlere adaletli olmalarını söylemiş, bu kavrama dikkat etmedikleri zaman saltanatlarının dayanaktan yoksun kalacağını anlatmaya çalışmışlardır. İşte aydınların bu düşünceleri, zamanla edebî bir tür olan siyâsetnâmeleri ortaya çıkarmıştır.
Siyâset, Arapça sözlüklerdeki anlamıyla “bir nesneyi dikkatle gözlemek”tir. Vali
ve hâkim olmak, halkı gözetmek, yönetmek, bu yönde gereken tedbirleri almak anlamları ilk anlamına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Daha sonraları hükümet işleri, politika, diplomasi yerine kullanılmıştır. Siyâsetnâme de, “devlet yönetimiyle ilgili eser”
demektir. Siyâsetnâmeler, temel karakter bakımından didaktik türler arasında yer alır; bu türün önemli kollarından biri sayılır.
Doğuda ve İslâm devletlerinde eskiden beri devlet idaresi üzerine yardımcı
birtakım eserler yazılmıştır. Zerdüştlük’ten İslâmiyet’e dönmüş bir İranlı âlim olan İbn Mukaffa’nın Pehlevîce’den pek çok eseri ile Kelile ve Dimne’yi Arapçaya tercüme etmesiyle İslâm âleminde siyâsetnâme, nasihatnâme türündeki eserler yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla siyâsetnâme, eski İran kitaplarından etkilenmiş bir türdür.
İlk ve orta çağlarda ahlâkın temeli din olduğu için siyâsetnâmeler dinî esaslara
dayanır. Kur’ân’dan ve hadislerden tanıklar getirilir; tarihten örnekler verilir. Geçmişteki olaylar, zalim ve adil hükümdarlarla devlet ve şeriat adamlarının bu konudaki tutumlarını belirten hikâyeler ve fıkralar anlatılır.
Siyâsetnâmeler, genellikle devlet yönetimini ele alır. Amaçları, devleti idare
edenlere idare sanatı üzerine önerilerde bulunmaktır. Bunlar genellikle ya sultanlar için yazılırlar, ya vezirler için yazılırlar ya da genel olurlar. Ancak hangi alanda yazılırsa yazılsınlar eserin tamamında bir hükümdarın sahip olması gereken vasıflar en önemli konuyu teşkil eder. Çünkü devletin başında hükümdar bulunur ve devletle ilgili her konu hükümdara bağlı olarak şekil alır.
Siyâsetnâme, edebiyatımızın tarihî gelişimi içinde Orhun Kitâbeleri’nden sonra
edebiyat‐siyâset ilişkisinin işlendiği bir tür olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyâsetnâme türünün edebiyatımızdaki ilk örneği 1068 yılında Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig’dir. Kutadgu Bilig bugün kullandığımız Türkçedeki karşılıyla “Saadet, mutluluk veren bilgi” anlamına gelmektedir. Eserin siyâsetle ilgisi ise “kut” sözcüğüne dayanmaktadır. Kut, Göktürklerde hakan olacak kişiye Tanrı tarafından verildiğine inanılan yönetme yetkisidir. Yusuf Has Hacip de eserinde bu yetkinin nasıl doğru ve insanlara faydalı şekilde kullanılabileceğini alegorik bir anlatımla ele almıştır. Eserin bu alegorik anlatımında dört kavram merkeze alınmıştır:
1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı(hükümdar),
3. Akıl(ukuş); bunu Ögdülmiş(vezirin oğlu),
4. Odgurmuş(zahid) tarafından temsil edilmiştir. Siyasette doğru davranış şekillerine ulaşma yolları bu dört kavram arasında erine geçen diyaloglarla okuyucuya aktarılmaya çalışılmıştır.
Kutadgu Bilig’in edebiyat yoluyla siyasete getirdiği bu bakış açısı, 11. yüzyılda hüküm süren Büyük Selçuklu Devleti’nin veziri Nizamü’l‐mülk tarafından yazılan Siyâsetnâme adlı eserle geliştirilerek devam etmiştir. Sultan Melikşah 1077 yılında devlet idaresine dair bir kitap yazılması için kendi devlet adamları arasında bir yarışma açmıştır. Yazılanlar içersinde tek beğendiği Nizamü’l‐mülk’ün yazdığı olmuştur. Melikşah’ın gerek askerî gerek sivil, gerekse ticarî ilişkilerini kolaylaştıran bu kitabın içeriğini dört esasta toplamak mümkündür:
1.Hikâyeler(Bu hikâyelerin kahramanları eski İran kralları, geçmiş halifeler, emirler ve sultanlardır.)
2.Kur’an’dan âyetler
3.Hz. Peygamber’in hadisleri ve sahabelerin örnek hareketleri
4.Kendi tecrübeleri
Otuz sene çalıştığı devlette uzun tecrübelerine dayanarak tavsiyelerde bulunmuştur. Ona göre geçmişteki İslam devletlerinin incelenmesi, İslâm’ın emirleri iyi bir devlet kurmak için yeterlidir. Nizâmü’l‐mülk’ün esas amacı, kendi emrinde bulunan Selçuklu idari mekânizmasını olduğu gibi anlamak değildir. Eserinde daha ziyade zamanın inanış ve düşünüşlerine uygun en iyi devlet uzmanının nasıl olabileceğini ve başarılı bir hükümdarın neler yapması gerektiğini anlatmıştır.
Kutadgu Bilig, İslamî devir edebiyatına geçiş dönemi eserlerinden biridir. Bu ve bunun gibi eserlerden sonra edebiyatımız, 13. yüzyıldan sonra Divan Edebiyatı’na kaplarını açmış ve 1839 yılında l. Meşrutiyet’in ilanına kadar bu edebiyat hükmünü sürmüştür. Meşrutiyet’in ilanı ülkemize ve dolayısıyla edebiyatımıza “özgürlük” fikrinin girmesini sağlamış ve bu fikir, oldukça köklü değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Divan
Edebiyatı, her ne kadar altı yüz yıl gibi uzun bir süreci kapsamış olsa da bu dönemde toplumsal anlamda pek eser verilmemiştir. Çünkü padişahın tek hâkim olduğu bir ülkede kişisel özgürlük gelişme ortamı bulamamış, toplumsal meselelere dair düşünceler edebiyata doğrudan yansıyamamış ya da çok sınırlı biçimde yansıyabilmiştir. Bu edebiyatta daha çok kişisellik ağır basmış, “Sanat için sanat” ilkesi hâkim olmuştur.
Meşrutiyet’in ilanı yüz yıllardır bastırılan düşüncelerin ortaya çıkmasını ve edebiyatta yerini almasını sağlamıştır. İki toplumsal alan olan edebiyat ve siyaset arasındaki ilişki de bu dönemden sonra faklı görünümler arz etmiştir.
Tanzimat Dönemi’nde Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” aydınlar arasındaki bu çıkışın en cesur örneği olmuştur. Toplumun aynası olan tiyatro türü de gelişme göstererek yine Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” adlı oyunuyla özgürlük düşüncesine ne kadar hasret kalındığını ifade etmiştir.
Tanzimat Edebiyatı’nın devamında Servet‐i Fünûn ve Fecr‐i Âti dönemleri her ne kadar tekrar yaşanan siyasî baskıyla bir içe kapanışı ifade etse de arkasından gelen Millî Edebiyat akımı ve Cumhuriyet’in ilanı, aydınlar için daha rahat bir düşünce ortamı hazırlamıştır. Toplumsal sorunlardan duyulan kaygılar ve bu kaygılara yönelik çözüm önerileri romanlarda, hikâyelerde, tiyatrolarda kendini bulmuş; edebiyat ve siyaset değişik şekillerde etkileşim imkânına kavuşmuştur.
Edebiyat ve siyaset, her ne kadar toplumsal yapının iki gerçek yüzü olsa da kanaatimize göre siyaset edebiyata nazaran biraz daha gerçek kalmaktadır. Çünkü siyaset, her ne kadar milletlerin yapısına ve öncelik tercihlerine göre farklı kılıklarda karşımıza çıksa da öncelikle bir milletin refah içinde yaşayabilmesi için doğru uygulanması gereken kurallar bütünüdür. Edebiyat ise insan ruhunun ve dimağının daha sınırsızca yürüyüp gittiği bir alandır. Bu yüzden bu iki kavramın ilişkisi her zaman “özgürlük” kavramının çağrıştırdığı anlamlar kadar güzel olamamıştır. Çünkü bazen edebiyat siyasetin emrine verilerek angaje( güdümlü) edebiyat dediğimiz bir tarz ortaya çıkmış ve zaten bu yolla verilen eserler genellikle bulunduğu çağı aşamayarak bir edebî
eser niteliği kazanamamıştır. Yani siyaset edebiyat eserlerinde ne kadar dozunda kullanılmışsa bir edebiyat eseri için de siyasal yapının işleyişi için de edebiyatın ve siyasetin en doğru duruşu bu olmuştur.
Belli bir kesimin ideolojisini yaymak ya da savunmak için edebiyatın araç edinilmesi her ne kadar iyi sonuçlar doğurmamışsa siyasî söylemlere edebî içerikleri fazla yerleştirmek de siyasetçiler açısından gerçekçi bir tavrı engellemiştir.
Samet Ağaoğlu için edebiyat ve siyaset ilişkisi onun adına çok incelenen konulardan biri olmuş, pek çok edebiyat eleştirmeni, edebiyatla ilgilenmesinin onun adına daha iyi bir yol olabileceği fikrinde birleşmişlerdir.
Eserlerinin genel çizgisine baktığımızda, hangi türde yazmış olursa olsun, edebî üslûbunu ve inceliğini koruyabildiğini görmekteyiz. Fakat siyasette de başarısız olduğunu iddia edemeyiz. Ancak siyasî hatıralarına baktığımızda onun siyasî anlamda en aktif olduğu dönemlerde bile duygu dünyasının ne kadar yoğun işlediğini görebilmekteyiz. Hikâyelerinde de sık sık işlediği bir konu olan babası Ahmet Ağaoğlu ile ilişkisinin de onu siyasete yönetmiş olabileceği fikrindeyiz. Çünkü Ahmet Ağaoğlu, başarısızlığa tahammül edememiş ve hep farklı fikirlerle ön planda olmayı seçmiştir. Hatıralarından çıkardığımız sonuçlara göre de Samet Ağaoğlu’nu hep bu şekilde yönlendirmiştir. Fakat Samet Ağaoğlu, hayatını daha çok bir siyasetçi olarak geçirdiği için pişman değildir. Çünkü onun için halka hizmet etmek de bir sanattır ve o siyasî her faaliyetinde bu düşüncesi doğrultusunda incelikle hareket etmeye çalışmıştır.
Sonuç olarak Ağaoğlu için edebiyat ve siyaset gibi iki alanda birden çalışmak kötü sonuçlar vermemiş; hatta siyaset ve edebiyat dünyamıza siyaset ve edebiyat kavramlarının sanatçı bir ruhta nasıl yansımalar bulabileceğini göstermiştir.
ll. BÖLÜM
1.ANA ÇİZGİLERİYLE TÜRK EDEBİYATINDA HİKÂYE VE SAMET AĞAOĞLU’NUN