• Sonuç bulunamadı

EDEBİYAT‐SİYASET İLİŞKİSİ VE SAMET AĞAOĞLU 

  Edebiyat  ve  siyaset,  toplumsal  hayatın  iki  önemli  uzvudur.  Siyasetin  başlıca 

görevi  toplumsal  hayatı  her  açıdan  düzene  sokmak  olmuştur  öncelikle.  Siyaset  adamlarının ise toplumu bütün dertleriyle anlayan ve zamanında çözüm üreten kişiler  olması  beklenmiştir.  Edebiyat,  bu  anlayışa  göre  işleyen  düzende  ya  da  düzensizlikte  kimi  zaman  siyasetin  yanında  yer  almış  kimi  zaman  da  ona  tüm  gücüyle  başkaldırmaktan çekinmemiştir.     Edebiyat ve siyaset… Bu iki kavram, tarih boyunca birbirini iyi ya da kötü yönde  etkilemekten uzak kalamamıştır. Bireysel temaların her an edebiyatın içinde olmasının  yanı sıra bu temalar yoluyla kendini aşan birey, toplumsala ve onun getirdiği kaygılara,  sorunlara ve hedeflere ulaşmıştır.    Hayat, bütünüyle insanın bütün eylemlerini besler ve anlamlandırır. Edebiyatın  hayatı ve siyaseti, siyasetin de hayatı ve edebiyatı besleyici birer kaynak olması da bu  durumun  doğal  bir  sonucudur.  Ancak  hayattaki  her  eylemin  kendi  tabiatına  uygun  olarak  gerçekleşmesi,  onun  kendi  olabilmesinin  ve  amacına  ulaşabilmesinin  ilk  ve  tek  koşuludur.  Hiçbir  insanî  eylem,  bir  başkası  için  kullanılmak  durumunda  olmamalı  ve 

harcanmamalıdır.13 

  Edebiyat ve siyaset dünya tarihine baktığımızda karşımıza değişik şekillerde ve 

ilişkilerde  çıkmış  iki  önemli  kavramdır.  Milletlerin  yaşadıkları  siyasî  olaylar  edebiyat  eserlerine  doğrudan  ya  da  dolaylı  olarak  yansıdığı  gibi  bazı  epik  karakterde  yazılan  edebî  eserler  de  toplumları  sanatsal  gücüyle  etkileyerek  toplumların  gidişatını  yönlendirmiştir. 

  Edebiyatımız  bilinen  ilk  kanıtlarıyla  8.  yüzyılda  tarih  sahnesinde  yerini  almaya 

başlamıştır. 8. yüzyıldaki edebî metinlerimiz Orhun Kitâbeleri’dir. Bu abideler, öncelikle  siyasî  bir  yapı  olan  Göktürk  Devleti’nin  yaklaşık  iki  yüz  yıllık  tarihi  boyunca  edindiği  tecrübeleri, gelecek kuşaklara aktarmak adına, bu devletin yöneticileri Bilge Kağan ve        

13 Hece Dergisi,(2004): “Hayat‐Edebiyat‐Siyaset”,Hece Dergisi Hayat‐Edebiyat‐Siyaset Özel Sayı, Sayı:90‐

 

Tonyukuk  tarafından  diktirilmiştir.  Orhun  Kitâbeleri’nin  bulunuşu,  insanlığın  en  büyük  keşiflerinden biri olmuştur. Pek çok millet tarafından çeşitli kaynaklarda bahsedilen bu  kitâbelerin  dili,  1893  yılında  Danimarkalı  bilgin  Vilhelm  Thomsen  tarafından  çözülebilmiştir.  Kitâbelerin  dilinin  çözülmesi,  Türk  dünyasına  kültürel  anlamda  birçok  kazanım sağlamıştır. Kitâbelerde bir devletin yalnızca siyâsî tecrübeleri aktarılıyor gibi  görünse  de  bu  aktarım  şeklinin  edebî  bir  üslûpta  olması  hem  nutuk(söylev)  türünün  edebiyatımız  için  ilk  örneğini  ortaya  çıkarmış  hem  de  edebî  bir  üslûbun  göz  önünde  bulundurulmasının siyaset için ne kadar önemli olduğunu ispatlamıştır. 

  Orhun Kitâbeleri, edebiyat‐siyaset ilişkisine siyâsî tecrübelerin aktarımına edebî 

bir  üslûp  kazandırarak  yer  vermiştir.  Göktürklerden  sonra  seyreden  Türk  tarihinde  Türklerin  İslâm  dinini  kabul  etmeleri,  hayatlarında  önemli  değişiklikler  meydana  getirmiş ve bunun doğal bir sonucu olarak da siyâset kavramı eselerde farklı bir şekilde  yer almaya başlamıştır. 

  İlk  ve  orta  çağlardan  beri  çeşitli  halklar,  adaletli  hükümdarlar  zamanında 

huzurlu yaşayabilmiş, zalimlerin yönetiminde ise insan haklarından yoksun kalmışlardır.  Bunun için de halkın dileği çağlar boyunca yalnızca adalet olmuştur. Bu adalet sadece  vezirlerin,  kadıların,  otorite  sahibi  devlet  adamlarının  haksız  uygulamalarından,  zulümlerinden  korunabilmek  anlamına  gelmiştir.  Yoksa  halk,  sosyal  adalet  kavramını  hiçbir  zaman  düşünmemiş,  güç  sahiplerinin  üstünlüğünü  olağan  bulmuş,  toplumsal  eşitliği  aramamış,  her  şeyi  sözleri  kanun  sayılan  hükümdardan  beklemiştir.  Halkın  durumunu  yakından  gören  fikir  adamları,  bu  isteği  dile  getirerek  her  fırsatta  hükümdarlara,  vezirlere  adaletli  olmalarını  söylemiş,  bu  kavrama  dikkat  etmedikleri  zaman  saltanatlarının  dayanaktan  yoksun  kalacağını  anlatmaya  çalışmışlardır.  İşte  aydınların  bu  düşünceleri,  zamanla  edebî  bir  tür  olan  siyâsetnâmeleri  ortaya  çıkarmıştır. 

  Siyâset, Arapça sözlüklerdeki anlamıyla “bir nesneyi dikkatle gözlemek”tir. Vali 

ve  hâkim  olmak,  halkı  gözetmek,  yönetmek,  bu  yönde  gereken  tedbirleri  almak  anlamları  ilk  anlamına  bağlı  olarak  ortaya  çıkmıştır.  Daha  sonraları  hükümet  işleri,  politika, diplomasi yerine kullanılmıştır. Siyâsetnâme de, “devlet yönetimiyle ilgili eser” 

demektir. Siyâsetnâmeler, temel karakter bakımından didaktik türler arasında yer alır;  bu türün önemli kollarından biri sayılır.  

  Doğuda  ve  İslâm  devletlerinde  eskiden  beri  devlet  idaresi  üzerine  yardımcı 

birtakım eserler yazılmıştır. Zerdüştlük’ten İslâmiyet’e dönmüş bir İranlı  âlim olan İbn  Mukaffa’nın  Pehlevîce’den  pek  çok  eseri  ile  Kelile  ve  Dimne’yi  Arapçaya  tercüme  etmesiyle İslâm âleminde siyâsetnâme, nasihatnâme türündeki eserler yaygınlaşmıştır.  Dolayısıyla siyâsetnâme, eski İran kitaplarından etkilenmiş bir türdür. 

  İlk ve orta çağlarda ahlâkın temeli din olduğu için siyâsetnâmeler dinî esaslara 

dayanır.  Kur’ân’dan  ve  hadislerden  tanıklar  getirilir;  tarihten  örnekler  verilir.  Geçmişteki  olaylar,  zalim  ve  adil  hükümdarlarla  devlet  ve  şeriat  adamlarının  bu  konudaki tutumlarını belirten hikâyeler ve fıkralar anlatılır. 

  Siyâsetnâmeler,  genellikle  devlet  yönetimini  ele  alır.  Amaçları,  devleti  idare 

edenlere idare sanatı üzerine önerilerde bulunmaktır. Bunlar genellikle ya sultanlar için  yazılırlar,  ya  vezirler  için  yazılırlar  ya  da  genel  olurlar.  Ancak  hangi  alanda  yazılırsa  yazılsınlar  eserin  tamamında  bir  hükümdarın  sahip  olması  gereken  vasıflar  en  önemli  konuyu  teşkil  eder.  Çünkü  devletin  başında  hükümdar  bulunur  ve  devletle  ilgili  her  konu hükümdara bağlı olarak şekil alır. 

  Siyâsetnâme,  edebiyatımızın  tarihî  gelişimi  içinde  Orhun  Kitâbeleri’nden  sonra 

edebiyat‐siyâset  ilişkisinin  işlendiği  bir  tür  olarak  karşımıza  çıkmaktadır.  Siyâsetnâme  türünün  edebiyatımızdaki  ilk  örneği  1068  yılında  Yusuf  Has  Hacip  tarafından  yazılan   Kutadgu  Bilig’dir.  Kutadgu  Bilig  bugün  kullandığımız  Türkçedeki  karşılıyla  “Saadet,  mutluluk veren bilgi” anlamına gelmektedir. Eserin siyâsetle ilgisi ise “kut” sözcüğüne  dayanmaktadır.  Kut,  Göktürklerde  hakan  olacak  kişiye  Tanrı  tarafından  verildiğine  inanılan  yönetme  yetkisidir.  Yusuf  Has  Hacip  de  eserinde  bu  yetkinin  nasıl  doğru  ve  insanlara faydalı şekilde kullanılabileceğini alegorik bir anlatımla ele almıştır. Eserin bu  alegorik anlatımında dört kavram merkeze alınmıştır: 

1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı(hükümdar), 

  3. Akıl(ukuş); bunu Ögdülmiş(vezirin oğlu),  

4. Odgurmuş(zahid)  tarafından  temsil  edilmiştir.  Siyasette  doğru  davranış  şekillerine  ulaşma yolları bu dört kavram arasında erine geçen diyaloglarla okuyucuya aktarılmaya  çalışılmıştır.  

Kutadgu  Bilig’in  edebiyat  yoluyla  siyasete  getirdiği  bu  bakış  açısı,  11.  yüzyılda  hüküm  süren  Büyük  Selçuklu  Devleti’nin  veziri  Nizamü’l‐mülk  tarafından  yazılan  Siyâsetnâme  adlı  eserle  geliştirilerek  devam  etmiştir.  Sultan  Melikşah  1077  yılında  devlet idaresine dair bir kitap yazılması için kendi devlet adamları arasında bir yarışma  açmıştır.  Yazılanlar  içersinde  tek  beğendiği  Nizamü’l‐mülk’ün  yazdığı  olmuştur.  Melikşah’ın  gerek  askerî  gerek  sivil,  gerekse  ticarî  ilişkilerini  kolaylaştıran  bu  kitabın  içeriğini dört esasta toplamak mümkündür: 

1.Hikâyeler(Bu  hikâyelerin  kahramanları  eski  İran  kralları,  geçmiş  halifeler,  emirler ve sultanlardır.) 

2.Kur’an’dan âyetler 

3.Hz. Peygamber’in hadisleri ve sahabelerin örnek hareketleri 

4.Kendi tecrübeleri 

Otuz  sene  çalıştığı  devlette  uzun  tecrübelerine  dayanarak  tavsiyelerde  bulunmuştur. Ona göre geçmişteki İslam devletlerinin incelenmesi, İslâm’ın emirleri iyi  bir devlet kurmak için yeterlidir. Nizâmü’l‐mülk’ün esas amacı, kendi emrinde bulunan  Selçuklu  idari  mekânizmasını  olduğu  gibi  anlamak  değildir.  Eserinde  daha  ziyade  zamanın  inanış  ve  düşünüşlerine  uygun  en  iyi  devlet  uzmanının  nasıl  olabileceğini  ve  başarılı bir hükümdarın neler yapması gerektiğini anlatmıştır. 

Kutadgu Bilig, İslamî devir edebiyatına geçiş dönemi eserlerinden biridir. Bu ve  bunun  gibi  eserlerden  sonra  edebiyatımız,  13.  yüzyıldan  sonra  Divan  Edebiyatı’na  kaplarını  açmış  ve  1839  yılında  l.  Meşrutiyet’in  ilanına  kadar  bu  edebiyat  hükmünü  sürmüştür. Meşrutiyet’in ilanı ülkemize ve dolayısıyla edebiyatımıza “özgürlük” fikrinin  girmesini sağlamış ve bu fikir, oldukça köklü değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Divan 

Edebiyatı, her ne kadar altı yüz yıl gibi uzun bir süreci kapsamış olsa da bu dönemde  toplumsal  anlamda  pek  eser  verilmemiştir.  Çünkü  padişahın  tek  hâkim  olduğu  bir  ülkede  kişisel  özgürlük  gelişme  ortamı  bulamamış,  toplumsal  meselelere  dair  düşünceler  edebiyata  doğrudan  yansıyamamış  ya  da  çok  sınırlı  biçimde  yansıyabilmiştir. Bu edebiyatta daha çok kişisellik ağır basmış, “Sanat için sanat” ilkesi  hâkim olmuştur. 

Meşrutiyet’in  ilanı  yüz  yıllardır  bastırılan  düşüncelerin  ortaya  çıkmasını  ve  edebiyatta  yerini  almasını  sağlamıştır.  İki  toplumsal  alan  olan  edebiyat  ve  siyaset  arasındaki ilişki de bu dönemden sonra faklı görünümler arz etmiştir. 

Tanzimat  Dönemi’nde  Namık  Kemal’in  “Hürriyet  Kasidesi”  aydınlar  arasındaki  bu  çıkışın  en  cesur  örneği  olmuştur.  Toplumun  aynası  olan  tiyatro  türü  de  gelişme  göstererek  yine  Namık  Kemal’in  “Vatan  Yahut  Silistre”  adlı  oyunuyla  özgürlük  düşüncesine ne kadar hasret kalındığını ifade etmiştir. 

Tanzimat Edebiyatı’nın devamında Servet‐i Fünûn ve Fecr‐i Âti dönemleri her ne  kadar tekrar yaşanan siyasî baskıyla bir içe kapanışı ifade etse de arkasından gelen Millî  Edebiyat  akımı  ve  Cumhuriyet’in  ilanı,  aydınlar  için  daha  rahat  bir  düşünce  ortamı  hazırlamıştır.  Toplumsal  sorunlardan  duyulan  kaygılar  ve  bu  kaygılara  yönelik  çözüm  önerileri  romanlarda,  hikâyelerde,  tiyatrolarda  kendini  bulmuş;  edebiyat  ve  siyaset  değişik şekillerde etkileşim imkânına kavuşmuştur. 

Edebiyat  ve  siyaset,  her  ne  kadar  toplumsal  yapının  iki  gerçek  yüzü  olsa  da  kanaatimize  göre  siyaset  edebiyata  nazaran  biraz  daha  gerçek  kalmaktadır.  Çünkü  siyaset,    her  ne  kadar  milletlerin  yapısına  ve  öncelik  tercihlerine  göre  farklı  kılıklarda  karşımıza  çıksa  da  öncelikle  bir  milletin  refah  içinde  yaşayabilmesi  için  doğru  uygulanması  gereken  kurallar  bütünüdür.  Edebiyat  ise  insan  ruhunun  ve  dimağının  daha sınırsızca yürüyüp gittiği bir alandır. Bu yüzden bu iki kavramın ilişkisi her zaman  “özgürlük”  kavramının  çağrıştırdığı  anlamlar  kadar  güzel  olamamıştır.    Çünkü  bazen  edebiyat siyasetin emrine verilerek angaje( güdümlü) edebiyat dediğimiz bir tarz ortaya  çıkmış ve zaten bu yolla verilen eserler genellikle bulunduğu çağı aşamayarak bir edebî 

 

eser  niteliği  kazanamamıştır.  Yani  siyaset  edebiyat  eserlerinde  ne  kadar  dozunda  kullanılmışsa  bir  edebiyat  eseri  için  de  siyasal  yapının  işleyişi  için  de  edebiyatın  ve  siyasetin en doğru duruşu bu olmuştur.  

Belli  bir  kesimin  ideolojisini  yaymak  ya  da  savunmak  için  edebiyatın  araç  edinilmesi  her  ne  kadar  iyi  sonuçlar  doğurmamışsa  siyasî  söylemlere  edebî  içerikleri  fazla yerleştirmek de siyasetçiler açısından gerçekçi bir tavrı engellemiştir. 

Samet  Ağaoğlu  için  edebiyat  ve  siyaset  ilişkisi  onun  adına  çok  incelenen  konulardan  biri  olmuş,  pek  çok  edebiyat  eleştirmeni,  edebiyatla  ilgilenmesinin  onun  adına daha iyi bir yol olabileceği fikrinde birleşmişlerdir. 

Eserlerinin genel çizgisine baktığımızda, hangi türde yazmış olursa olsun, edebî  üslûbunu  ve  inceliğini  koruyabildiğini  görmekteyiz.    Fakat  siyasette  de  başarısız  olduğunu  iddia  edemeyiz.  Ancak  siyasî  hatıralarına  baktığımızda  onun  siyasî  anlamda  en  aktif  olduğu  dönemlerde  bile  duygu  dünyasının  ne  kadar  yoğun  işlediğini  görebilmekteyiz. Hikâyelerinde de sık sık işlediği bir konu olan babası Ahmet Ağaoğlu  ile  ilişkisinin  de  onu  siyasete  yönetmiş  olabileceği  fikrindeyiz.  Çünkü  Ahmet  Ağaoğlu,  başarısızlığa  tahammül  edememiş  ve  hep  farklı  fikirlerle  ön  planda  olmayı  seçmiştir.  Hatıralarından  çıkardığımız  sonuçlara  göre  de  Samet  Ağaoğlu’nu  hep  bu  şekilde  yönlendirmiştir.  Fakat  Samet  Ağaoğlu,  hayatını  daha  çok  bir  siyasetçi  olarak  geçirdiği  için pişman değildir. Çünkü onun için halka hizmet etmek de bir sanattır ve o siyasî her  faaliyetinde bu düşüncesi doğrultusunda incelikle hareket etmeye çalışmıştır. 

Sonuç  olarak  Ağaoğlu  için  edebiyat  ve  siyaset  gibi  iki  alanda  birden  çalışmak  kötü  sonuçlar  vermemiş;  hatta  siyaset  ve  edebiyat  dünyamıza  siyaset  ve  edebiyat  kavramlarının sanatçı bir ruhta nasıl yansımalar bulabileceğini göstermiştir.   

 

 

 

ll. BÖLÜM 

1.ANA  ÇİZGİLERİYLE  TÜRK  EDEBİYATINDA  HİKÂYE  VE  SAMET  AĞAOĞLU’NUN