• Sonuç bulunamadı

EŞ'ARÎLER'İN HÜSÜN VE KUBUH ANLAYIŞININ MESNEDİ

B- EŞ'ARÎLERİN HÜSÜN VE KUBUH ANLAYIŞI

2- EŞ'ARÎLER'İN HÜSÜN VE KUBUH ANLAYIŞININ MESNEDİ

Eş'arîlerin görüşlerini isbat etmek için başvurdukları delilleri şöyle sıralayabiliriz;

1. Bir şey/fiil, bir kişinin maksadına göre hasen olurken başka bir kişiye göre ise pekâlâ kabih görülebilir. Söz konusu maksadın değişmesiyle onlar da değişir ve farklılık gösterirler.

2. Hüsün ve kubuh hakiki olsaydı farklı şekillerde algılanmamaları gerekirdi. Oysaki durum tam tersidir. Örneğin yalan 'kabîh' şeylerden kabul edildiği halde bir suçsuz insanın veya bir peygamberin hayatını kurtarmak için söylendiğinde 'kabîh' olmaktan çıkar. Eğer 'yalan'm kabihliği zatî olsaydı hiçbir durumda değişmemesi gerekirdi. Bir hususun kötü olduğunda bütün akıllar ittifak etmiş olsa bile bu ittifakın illa da aklî zaruretten ileri geldiği söylenemez. Çünkü bu ittifak vahyin etkisi veya şüphelerden uzak durma endişesi gibi başka sebeplerle de oluşmuş olabilir.208

Muhittin Ahmet Safî’nin, İbn hazm(v.456/1064)'dan naklettiğine göre, 'yalan'm bazı durumlarda 'hasen' olduğu konusunda Mutezile ile Ehl-ı Sünnet arasında görüş birliği var. Mesela, bir zalimden/katilden kaçan bir masum'u gizleyip muhafaza etmek gibi. Eğer zalime rehberlik yapıp yerini söylerse, kabîh bir fiili işlemiş olacağı, eğer kaçan kişiyi gizleyip kurtarırsa, bu defa hasen bir fiili işlemiş olacağı konusunda görüş ayrılığı yoktur. Bunun gibi müşriklerle yapılan fiili savaşta, savaşın hile/taktikleri olarak başvurulan yalan'm Hasen olduğu herkes kabul eder.209

3. İnsanda cüzî iradenin ortaya çıkmasına sebep olan etkenler 'mahlûk'tu. Bu nedenle insanî fiiller, büyük oranda ıstırarîdir. Bu nedenle gayr-ı iradî fiillerde hüsün- kubuh aramak anlamsızdır.210

4. Şayet Hüsün ve Kubuh aklî olsaydı şeriat gelmeden önce de bir 'Aklî vacibi' terk edeni ve bir 'Aklî haramı' işleyeni azap etmek lazım gelirdi. Hâlbuki bu doğru değildir. Çünkü Allah; "...biz, bir peygamber göndermedikçe {kimseye} azap edecek değiliz."211 Demek ki teklif anlamında fiillerin Hüsnü ve/veya Kubuh'u aklî değil,

208 Çelebi, a.g.m. s, 67; es-Safî, a.g.m. s, 21; 209 Safî, a.g.m. s, 21;

210 Çelebi, a.g.m. s, 67; Gazzalî, el-Mustasfa, c, l, s, 57–58, Amidi, el-İhkam Fi Usûli'l-Ahkâm, c, l, s, 79, Teftazanî, et-Telvih ve't-Tevdih Şehu't-Tenkih, c, l, s, 172–175.

şer'î'dir.212 Çünkü Allah, peygamberleri göndermeden önce azap etmeyi kesin olarak nefyetmiştir. Nitekim mutezile gibi Hüsün ve Kubuh'un Aklî olduğunu savunan ibn Kayyım el-cevziyye bile, sevab ve azabın şer'î olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Ona göre Hüsün ve kubuh'un Aklîliği azabı gerektirmez, ancak peygamberin muhalefeti azabı gerektirir.213

Mutezile ise bu itiraza şu şekilde cevap vermeye çalışmıştır; Aklî Hüsün ve Kubuh sevab veya azabı gerektirir. Ancak bu gereklilikten sevab veya azabın fiilen vuku' bulması lazım gelmez, çünkü af da söz konusu olabilir.214

Fakat bu cevap mutezile için bir çelişki oluşturur. Çünkü bir taraftan görüşlerini böyle savunurken diğer taraftan meşhur beş temel ilkelerinden 'el-vaad ve'1- vaîd' ilkeleriyle affı menederler ve kişiyi hak ettiğine göre ödüllendirmek veya azap etmek Allah'a vacip olduğunu iddia ederler.

Mutezile ise bu çelişkiyi şu şekilde bertaraf etmeye çalışmışlardır; biz, peygamber gönderdikten sonra affı caiz görmüyoruz. Oysaki affın söz konusu olabileceğini söylediğimiz dönem peygamber gönderilmeden önceki dönemdir. Yani sevab veya azab'ın sebebi aklî Hasen veya Kabîh fiillerin işlenmesidir. Ancak Allah sevab veya azab'ı bir şarta bağlamıştır: Peygamberin gönderilmesi. İşte peygamber gönderilmeden önce de sevab/azab'ın sebebi var. Ancak sebebin varlığı sevab/azab'ın da varolacağı anlamına gelmez. Çünkü Allahın bunu bağlamış olduğu şart mevcut değil. Şart mevcut olmadığı için de af olabilir. Ama peygamberden sonra af caiz değildir.215 Böylece de çelişki söz konusu değildir.

Ancak bu açıklama tam doyurucu değil. Çünkü Allah, peygamberden önce azabın olmadığını haber verir. Olmayan bir azab'ın affı, bir başka ifadeyle 'hak edilmeyen bir azab'ın affedilmesini, mutezile hikmetle nasıl bağdaştırıyor!

5. Eş'arîlerin -yukarıda da işaret edildiği gibi- mutezileye karşı şu delili de getirirler; şeriatlerin neshi meselesi. Çünkü söz konusu nesih, ahkâmların ve hüsün ve kubuhun ahkâma nisbiyyetinin değişmesine en açık bir şekilde delalet eder. Bu da

212 Safî, a.g.m. s, 22.

213 Cevziyye, Miftahu Dari's-Saade ve Menşuru Vilayeti'l İlmi ve'l-İrade, c, 2, s, 39, Darü'l-Kütübi'l- İlmiyye, Beyrut, ts. Safî, a.g.m. s, 22–23.

214 Cevziyye, a.g.e. s, 39, Safî, a.g.m. s, 23. 215 Cevziyye, a.g.e. c/2, s: 39.

fiillerin mutlak zatî sıfatları fikriyle bağdaşmaz.216 Şayet hüsün-kubuh, helal-haram, vücûb-nedb-ibaha, taharet-necaset vb. gibi şer'î hükümler, nesnelerin ve fiillerin nefsî/zatî sıfatlarına dayansaydı bir şeriat bir şeyi basen veya kabih görürken, sonraki şeriat'in o hasenliği veya kabihliğinin değiştirmesi düşünülemezdi, helal olan bir şey haram kılınamazdı. Bu duruma genelde şu klasik örnek verilir; Hz. Âdem (a.s.)'in şeriatında kardeşlerin birbirilerine helal iken Hz. Muhammed (s.a.v.)'in şeriatında haram kılınmış olması.

Ancak mutezile genel olarak hükümleri ikiye ayırarak Eş'arîlerin bu itirazlarını defetmeye çalışmışlardır, şöyle ki; ortada iki çeşit hüküm vardır, Birincisi Aklî hükümler ki, hüsün ve kubuhları Aklî'dir. İkincisi hüsün ve kubuhları şeriatla bilinen Şer'î hükümler.

Birinci kısım, Akılların ihtilaf etmedikleri ve tecrübeden de elde edilmeyen zarûrîyyat-ı evveliyelerdir. İşte bu kısım hükümlerin hüsün veya kubuhu bizzat sıfatlarına dayanır.

İkinci kısmın hüsün ve kubuhları ise maslahat'a dayanır ve bu yüzden maslahat'm değişmesiyle, dolaysıyla farklı zamanlarda hükmü de değişebilir. Maslahat'm ve mefsedetin yönü bilinirse Akıl bunların hüsün veya kubuhunu bilebilir.217

Burada şeriatların nesihleri maslahattan dolayıdır maslahatın veçhesi/yönü bilinirse, maslahata göre değişen hükümlerin hüsün veya kubuhunu Akıl bilecektir, demek isteniyor.

Ancak her iki kısımda da ne Akıl ne de Şeriat 'vacip kılma' gibi bir işlevleri yok ancak fiillerdeki hüsün veya kubuha delaletin yönünü açıklarlar, takdim ederler.218

Mutezilenin cevaplarmdaki şu noktaya dikkat çekmek isterim; "...maslahat ve mefsedet'in yönü bilinirse ..." çünkü zaten 'bilinebilirlik' noktası tartışmanın tam merkezini oluşturur. Başka bir ifadeyle 'bilinebilecek söz konusu durum' akılla mı yoksa nakille mi? bilinebilecek? İşte tartışılan zaten bu değil midir?

216 Ebu sa'de, el-İtticahü'l-Aklî, s, 307; Şehristanî, a.g.e. s, 388.

217 Ebu Sa'de, a.g.e. s, 307; Ayrıca bkz. Kadı Abdulcebbar, el-Muğnî, c, 6, s, 63–64. 218 Ebu Sa'de, a.g.e. s, 307, Kadı Abdulcebbar, a.g.e. c, 6, s, 63–64.

Benzer Belgeler