• Sonuç bulunamadı

Şükrü Erbaş, 1953’te Yozgat’ta doğmuştur, şair kendi anlatımıyla hayatının en kısa özetini hep çocukluğuna ve ilk gençliğine dairdir: Annem, “Bağlar kaynarken doğdun.” derdi.8 Bunun anlamı, üzümden pekmez yapma zamanıdır.

Ortaokula giderken dedesinin evinde, odalardan birinin tavan tahtasında okur doğum tarihini: 7 Eylül 1953.Ancak nüfus cüzdanında, hemen hemen bütün köy çocuklarının olduğu gibi farklı bir tarih vardır: 1 Ocak 1954. Ailesi çiftçilikle geçimini sağlar. Buğday tarlaları, elma bahçeleri, üzüm bağları vardır. Çocukluğu ve gençliği, lise bitip işe başlayana kadar bu ortamda geçen şair; tarla sürme, bahçeleri sulama, elma toplama, ekin biçme gibi işlerde çalışır, onun için bu şehrin yazı ayrı yorgunluk, kışı ayrı yalnızlıktır. Radyoyla ilkokul yıllarında tanışan Erbaş, televizyonla 21 yaşında tanışır ancak halk hikâyeleri, masallar, türkülerle büyür. Gaz lambasının, dünyayı küçücük odalara sığdırdığı, uykuları korkulu bir hayale çevirdiği zamanlardır. Akşamlara kadar toprak yollardan, buğday tarlalarından, yalınayak çocukların meraklarından kalkan tozlar, sabahlara kadar ince bir yorgan gibi yatakları örter. Puhu kuşları taşların başına, delice kuşları bahçedeki akasya ağacına konarı, hele yıldızlar, şairin çocukluğunun vazgeçilmezleridir.

Şair bu konudaki izlenimlerini şöyle aktarır:

“Hangimiz bilebilirdik bir ömür ışıyıp duracaklarını. Yazı iki kere sarıya boyayan harman yerleri, birer güneş ocağıydı. Yorgun atlar, sineklere yenik düşmüş öküzler, traktörlerden hatırlıydı henüz. Dünyanın bütün ırmaklarından büyük olan Saray Çayı, bedenimizin ilk karıncalı aynasıydı. Köyün içinden geçen Ankara- Sivas yolu, gündüzleri ayrı uzaklara giderdi, geceleri ayrı... Uzak kasabaları köy köy gezdiren çerçiler mi getirmişti ilk plastik kapları? Ya o transistorlu radyo, geceleri yalnız uzun dalgayı çeken. Kahire o zamanlar girdi evimize, İstanbul o günlerde, Ankara, Erivan o yalnızlıkta. ‘Sierra söylerken bülbüller susar’

8 Tarafımca şairle yapılan röportajdan alınmıştır. (10.04.2015 tarihinde yapılan bu görüşmenin kayıtları saklıdır.)

diye kendini öven radyomuz kuşkusuz radyoların birincisiydi ve babama bir inek parasına mal olmuştu!”9

Şaire çocukluğunun akşamları, sesleri banka kredisinin faiziyle yükselen babalarla, etekleri yemek derdine düğümlenmiş annelerle gelen biçilmiş ekin kokuları gibidir. Güz, altın salkımlarında yaz güneşleri, üzüm kağnılarından bir büyülü zamandır. Okul zamanına birkaç masal, birkaç kısas-ı enbiya hikâyesi, bir kaç bahçe yolma kalmıştır.

Dedesi henüz ölmemiş, babası gençtir. “Dağlar dilsiz ustalardır ve suskun öğrenciler yetiştirirler.”10 diyen Goethe’yi okumadan, -kendi deyimiyle kuyuların dilini- bu iki insandan öğrenir. Annesi, ahırdaki ineklere, bahçedeki domateslere biberlere ve çocukların açlıklarına iliklenip çözülen bir sedef düğmedir. Evlerden birer tanrı suretinde çıkıp, daha yalnız birer tanrı olarak dönen erkekler, kahvelere camilerden daha sadıktırlar ve “ajans haberlerini” çocuklarından çok merak ederler.

Şair, hiçbir şey yapmadan, günde on kez hükûmet yıkıp hükûmet kurmayı;

yüksek sesli devlet sevgisinin, ters yüz edilmiş bir yalan olduğunu; kendinden başka kimseye inanmamanın mağrur yalnızlığını; sevmek arzusuyla aldanma korkusunun nasıl bir cehennem yarattığını; duvar diplerinde tanrı diye yağmura nasıl dua edildiğini hep onlarda görür. Yıllarca küfrettikleri devrimcilere, Deniz- Yusuf- Hüseyin’in idamlarından sonra, derin bir mahcubiyet ve saygıyla onların nasıl ağladıklarını da görür:

Erbaş, “Ben, bir başkasıdır.”11 diyen Rimbaud’yu henüz bilmiyordur. İnsanın

‘ben’inin, dünyanın bütün insanlarından, doğanın bütün varlıklarından oluşan bir mucize olduğu, o günlerden kalma bir gizli bilgi olmalıdır: İshak Amca, Seton Amca, Ohannes Amca, Dudu Teyze, Minas, Daniel, Urıpen, Mikail, boyalı yumurtalar(Paskalya) komşularıdır. Şair bu anısına dair hissettiklerini şöyle aktarır:

Ben bugünkü yaşımda, onlar o günkü yaşlarında, iyi yürekli bir tanrının zamanında buluşsak bir gün, şimdi üstünden asfalt yol geçen maşatlıkta, nasıl bir keder, nasıl bir sevinç olurdu acep…”12

9 A.g.m.

10 A.g.m.

11 A.g.m.

12 A.g.m.

7

Yozgat coğrafyasında yağmurlar, bulutlar ipe dizilmiş boncuklar gibi iner yere ve şairin ayaklarından sırtına doğru yağan çamura döner bir solukta, sonra karın uzun, beyaz tarihi, çöl ve deniz, kitapların uzak masallarıdır ve kar Yozgat coğrafyasının alınyazısıdır. Evler, bahçeler, dağlar ve yataklar, hele de ayın halkalandığı gecelerde, bir ıssızlık çanı gibi sesler verir, sesler alır. Şair çocukluğunda toprağın sadece iki uzun rengi vardır: sarı ve beyaz. Kadınlar, erkekler, çocuklar, bu iki rengin sarkacında, bir baş dönmesi halinde yaşarlar ve ölürler.

Seslerin harflere döndüğü bir yer olduğunu çok sonraları anlayacağı bir yeni dünyadır okul: siyah önlük, kurşun kalem, bir küçük tahta, çanta, karatahta ve tebeşir. Bir taraftan Amerikan yardımı süt tozunun, belleğini bugün bile ayağa kaldıran bulantı günleridir. Öğretmeni her şeyi bilmekte, bu arada şair de öğrendiği her yeni cümleyle, küçücük hayatını hem biraz daha sevip hem de o hayattan biraz daha uzaklaşacağını, o yaşlarda yıkıcı bir şekilde öğrenmektedir. Haritalar, bugün bile bir giz gibi şairin aklını alır.13 Uzun kış gecelerinin masalları, şehirler yollar ırmaklar dağlar ovalar olarak, sınıfın duvarında asılı duran fişlerden ibarettir.

Bir gün, şair henüz üçüncü sınıftayken, bir sandık dolusu kitapla tanışır:

Denizler Altında 20.000 Fersah, Tom Sawyer’in Maceraları, 80 Günde Devr- i Alem, Hz. Ali ve Hayber Kalesi, Kerem ile Aslı, Pollyanna, Pinokyo… Şair artık Jules Verne’dir, Mark Twain’dir. Issız Ada’yı kuran Robinson Crusoe değil, şairdir. Köy, geniş hayal dünyası altında küçüldükçe küçülür. Şair, 68 kuşağına doğru büyümektedir.

Şair kendisini arabasını yıldıza bağlamış bir dinozor, öfkesini bir saniye bile ertelemeyen bir aceleci, bir mitingde hâlâ gözleri dolan bir solcu, yenilgisini ayrıcalık sayan bir inanmış, bir yerde biraz fazla kalınca sıkılan bir kararsız, dünyadan aldığını hece hece bu dünyaya geri veren, ömrüne sahip çıkmaya çalışan bir insan olarak tanımlar.14

13 A.g.m.

14 Şükrü Erbaş, Bütün Yazılar-3, Eşik Burcu/Söyleşiler, s. 44/Hayati Baki, Edebiyat ve Eleştiri, Temmuz – Ağustos 1999, Sayı: 43 – 44.

Şair doğduğunda baba memurluk yapmaktadır, çocukluğu ve gençliği bir babanın gölgesiyle eğrilir, çok kızgın ve otoriter bir babaya sahiptir şair ve eserlerinin tümünde bu sessiz ama can yakan, yıkıcı gölge yer edinmiştir:

Toplumsal yapımızın minyatürü bir aile içinde büyüdüm. Sert, ataerkil. Erkek tek egemen, kadın katlanmak zorunda olan, ezik insan yetiştiren bir yapı. Çok az insanın sonra sonra ağırlığından kurtulmayı başarabildiği bir buruk duygu yükü. Öylesine bir genel geçerliliği vardı ki bu yapının, benimle birlikte toplumun çok değişik sınıf ve kesimlerinden insanların duygu dünyalarına, yaşama biçimlerine kolayca denk düşüyor, örtüşüyordu. Ben de sanıyorum bundan ötürü, bir genelev kadınında da, Sinema Kapıları'nda bir çocukta da kendi çocukluğuma ilişkin imajları kullanmaktan korkmadım. Hatta bu biraz da kendiliğinden oldu.” 15

Şairin babası şiirlerine epeyce girmiştir. Son derece sert bir insandır. Evden gidince sevinir, gelince bir susma nöbetiyle karşılaşır ev, herkes bir yerlere kaybolur.

Yemeğini ayrı yer, yüzünü yatakta yıkar. Kalkıp giyinmeye başlaması, tam bir törendir. Şair, evin ilk çocuğudur. Bunun peşin cezası, hemen her şeye onun koşmasıdır elbette, hemen bütün dayakları onun yemesidir. Annesi de onunla birlikte epeyce dayak yemiştir-tabii ayrıca yediği dayakların dışında-! Erbaş, onca korkuya rağmen lise 2'de (1969) evden kaçar. Dört gün sonra amcası ve dayısı onu İstanbul'dan alıp getirirler. Ertesi yılın güz aylarında nişanlanır. Böylece babası, şairin evden kaçmasını ve Yozgat'ın dışına çıkmasını kendince önlemiş olur.16

Bu hadise, şairin babasına ilk başkaldırışıdır:

“Lise ikinci sınıftayken evden kaçtım, kafama koymuştum, İstanbul’a gidecektim ancak otogarda köyden tanıdıklar beni fark etmişler, İstanbul’a diye kandırıp eve geri götürdüler. Bu olaydan sonra babam bana karşı olan davranışlarında biraz daha ılımlı olmaya başladı ki zaten bir daha kaçmama teminatıma karşılık bazı şartlar ileri sürmüştüm. Birincisi artık bana vurmayacaktı, ikincisi kahveye gitmeme izin verecekti, üçüncüsü haftalık 2.000 lira harçlık verecekti, bunun yarısıyla Birinci markalı sigara alacaktım ve babam şartlarımı kabul etti çünkü artık beni kaybedebileceği fikrine sahipti.”17

Şükrü Erbaş, ilköğrenimini bu kentte yaptıktan sonra zorlu ekonomik şartlar içinde liseyi de bitirir, lise ikinci sınıftayken şimdi eşi olan Hatice Erbaş’la görücü

15Şükrü Erbaş, Bütün Yazılar-3, Eşik Burcu/Söyleşiler, s. 65./ M. Mahzun Doğan, Varlık Dergisi, Haziran 1987, Sayı: 957.

16A.g.m.

17 A.g.m.

9

usulü tanıştırılır ve çok beğenir, liseyi bitirir bitirmez evlenirler. Şairin evlilik fikri üzerine ilk ve tek deneyimi böyle gerçekleşir: “Annemler beni evlendireceklerini haber verdi, kız kimmiş, dedim. Karşı komşunun kızı Hatice olduğunu söylediler.

Önce, hayatta evlenmem, dedim. Sonra bir gün kafama esti gösterin şu kızı, merak ettim dedim, gördüm, tamam isteyin, dedim, sonra evlendik.” Bu evlilikten iki çocuk dünyaya gelir: Barış ve Esin.

Liseyi bitirmesinin ardından hemen memurluğa başlar 1972 yılında girdiği TMO Genel Müdürlüğü’nden 1998 yılında emekli olur ancak şair üniversite eğitimi almak istemektedir, bu arzusu öylesine baskındır ki ikinci ‘ana rahmim’ diye tabir ettiği Ankara’ya da bu isteğin bir sonucu olarak tayin olur ve 1974’te Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümüne girer, burada eğitimini tamamlar. Bu dönemde, gündüz memurluğa giderken, mesai bitiminde derslerine devam etmektedir.

1.2. Eğitimi

1.2.1. İlköğretim, Lise ve Edebiyata Yöneliş Yılları

Şükrü Erbaş’ın şiirle, politikayla ilgilenmesi liseye başladığım yıllarda olur.

Zamanın ruhu son derece politiktir, bir avuç taşralı çocuğun kalbi, yaşadığı hayatın kaçınılmaz sonucu olarak, o günlere kadar okuduğu kitapların, dinlediği masalların doğal sonucu olarak baştan sona mazlumdan yana çarpmaktadır. Duygusunu, sevgi ya da öfke, karşısındakine söyleyememenin varacağı yer, bir başka çıkış yolu bulmaktır, şair tam da bu noktada evrilmeye başlar. O ilk gençlik yıllarının, o bir günde dünyayı değiştirme heyecanı veren “devrimci” hareketlerin, baştan ayağa hayal kesilmiş çocukta yaptığı da budur: Şiire ve devrime başlamak... O da bütün kıstırılmış taşra çocukları gibi bütün kalbiyle bu iki yolu seçer. Lise bitince evlenir.

Şairin edebiyatla tanışması, adeta doğrudan yoksulluğun içine doğmasıyla başlar. Şükrü Erbaş daha yola çıkarken içine girdiği dünyanın acılarının “küçük acılar” olmadığını anlamaya başlamıştır. Gördükleri de, duydukları da onun çok daha büyük acılara tanık olması, o acıları dile getirmenin bir yolunu bulması gerektiğini

zaman içinde ona öğretir… Bu işi elbet sözcüklerle yapılacağını fark eder.

Sözcükleri, herkesin bildiği gibi düzyazının cümle kuruluşundaki dolaysız bir anlatımla değil, bir ressam ya da bir besteci gibi imgeler yaratarak, sözcükler arasında ezgisel bir uyum kurarak ve ana dilindeki halk deyimlerinin zenginliğinden ve usta bellediği başka yazarların inceliklerinden de yararlanarak bunu yapar.18

Yozgat’ta bulunan Ermeni ve Rum ustalardan kalan bir kaç taş yapı, ahşap konak dışında, coğrafyasını, iklimini, kültürünü paraya çeviren kimliksiz bir

“büyüme”, onun da belleğini, böylece, geçmişsiz geleceksiz bir zamana hapseder.

Şaire göre herhangi bir taşra kentinden Yozgat’ı ayıran, nazar boncuğu gibi orada duran Çamlık, Saat Kulesi, Çapanoğlu Cami ve birkaç eski yapıdır. Bahçe içinde evler, ahşap konaklar artık yoktur. Ülkü Kırtasiye vardır ama şairin kuşağını yetiştiren kitaplar yoktur, Abbas Sayar yoktur. Gülten Akın, on yaşında alıp gittiği Yozgat’la adeta bir uzak zamandır. Kısaca Ethem Baran’ın öykülerindeki Yozgat yoktur. Yeni kuşaklar için Tol Çarşı tarih bile değildir. İçkili lokantalar bir suç gibi kenarlarına itilmiştir. Geleneksel meyhaneler, çalgıcı kahvehaneleri yoktur. 1974’te bir avuç “devrimci genç” in kurduğu Halkevi yoktur. Şairin sık sık kullandığı:“Her şey daha çok zaman olsun diye hızlandı, zaman ise gittikçe azalmakta.” diyen Canetti’nin acısı, Yozgat’ın da yazgısıdır. 19

1.2.2. Üniversite

Şükrü Erbaş’ın eşinin babasının maddi yardımlarıyla, baba saltanatını yıkmayı göze alarak, liseden sonraki dördüncü yıl Gazi Eğitim Enstitüsüne girer.

O yıllarda Gazi'nin gece bölümü vardır, aynı zamanda çalışmak zorunda da olan şair, birisi bir yaşında, birisi iki yaşında iki çocuğu vardır, güç bela Ankara'ya tayinini yaptırır. Gündüz iş, gece okul, hafta sonları devrimci eylemler, mitingler, siyasi çalışmalar ve şiir devam eder.

18 Cevat Çapan, Şükrü Erbaş’ta Yaşantının İmgelere Dönüşmesi, s. 106.

19 A.g.m.

11

Şükrü Erbaş’ın 1973-74'lerin Ankarası’dır, Türkiyesi’dir. Geçim sıkıntısı şiirden de devrimden de ağır basıyordur ama gençlik ve gelecek heyecanı müthiş bir dayanma gücü vermektedir. Üç yıllık okulu beş yılda ancak bitirir. Okulu bir yıl boykot, bir yıl Bakanlık kapatır.