• Sonuç bulunamadı

Dini Sistemlere Karşı Tutum

1.2. Aydınlanmanın Genel Karakteristiği

1.2.2. Dini Sistemlere Karşı Tutum

Aydınlanma döneminde aklın işleyişinin, yeni kurallar belirlemeye çalışma yetisiyle dini değerlerde de birtakım geleneksel kabullerin yeniden ele alınması gerekmekteydi. Bu hem aydınlanmanın gerekliliği hem de insan aklının kendisinin belirleyeceği dünya görüşü oluşturmasıyla ilgiliydi. Buna ulaşmak için gerekli ortamın Aydınlanma vasıtasıyla sağlanmasıyla birlikte artık din-Tanrı ilişkisi yeniden ele alınacak ve bu konunun devletle ilişkisindeki yeri yeniden değerlendirilecektir. Buna binaen; Avrupa’da insanın hazır bulduğu gelenek şemalarından kopup hayatının düzenini kendi aklı ile bulmaya girişmesi, Rönesans ile başladığı gibi 18. yüzyılda bu

gelişme en yüksek noktasına ulaşmaktadır. Bu durum zaten 18. yüzyıla Aydınlanma çağı denmesinin sebebidir (Gökberk, 2016: 289). Ama Aydınlanmada teorik sorunların yanında birde pratik sorunlar vardır. Burada tarihi bir vahiy dini olan Hıristiyanlık ile akıl dininin uzlaştırılması da denenmektedir. Amaç gerçek Hıristiyanlığın akla uygun olduğunu göstermektir aslında varılacak olan yerde çıkacak olan sonuç; akıl dini biricik din olarak kabul edilmesi şeklindedir. İkinci problem alanı olarak ahlak ele alınır. İnsanın doğasında ahlaka bir yatkınlık olduğu ancak insanın özündeki bu ahlaki organı bulmak ve bunun ne olduğunu araştırmanın önemli olduğu vurgulanmaktadır (Tuncay, 2008: 6).

Aydınlanma düşünürlerinden bazıları aklı temele alarak dini işleyişe baktıklarında en tehlikeli dini kurumlar olarak Roma Katolik Kiliselerini görmüşlerdir. Çünkü Aydınlanmanın aklı temele almasından ziyade bu inanış vahiy ve imanı aklın üzerine çıkarmaktadır. Ayrıca bunun paralelinde insanlara boş inançlar aşıladıkları gibi sonuçları da iyi olmamaktadır. Bunun yanında sadece karşı olunan kurum bu değildir. İnsanlara büyü ve mucize ile güvenli bir yaşam sağlamak düşüncesine sahip olan inançlar da eleştirilmektedir. Çünkü Aydınlanma yaşayışının algısına ters düşmektedir. Dolayısıyla bunları engellemek için bilim ve akıl insanlar için önemli konuma getirilmeye çalışılmıştır. Din ve dinsel inançların insanları bağlayan tutumlarından uzaklaşılması amaçlanmıştır. Böylece dinin sekülerleşmesi sağlanmıştır. Bu sekülerleşmenin sonucu olarak dini otorite, kilise yetkinliklerini özellikle kamusal alanda kaybetmeye başlamıştır. Durum böyle olunca dini inanç noktasında bireysel tercih ve bireysel pratik-eylem ön plana çıkıp hâkim olmaya başlamıştır. Aydınlanmada dinle ilişkisi bağlamında bir diğer kabul edilemeyen konu metafizik üzerinedir. Bu konuda Kar’ın ifadesi şu şekildedir: “…Dindeki hastalıklı tavrın çok daha rafine olmuş bir devamı olarak gördükleri metafiziğe ciddi şekilde saldırmışlardır” (Kar, 2014:176). Görülüyor ki, dini inanç olguları dahi olsa, ilke akıl olarak ele alınmalıdır. Akıl bu yüzden bir araç konumundadır.

Sonuç olarak aklı önemli konuma getiren, vahyi ve imanı ikinci plana iten Aydınlanmada belirli bir dine inanma şartı olmaksızın, akıl temelli inanç olması gerektiği vurgusu yapılmaktadır. Aydınlanma dini yok sayar gibi bir algı ortaya çıkmamalıdır. Özgürlüğe açık olan Aydınlanma toplumları bu konuda geleneklerin bağından kurtulmayı salıkvermektedir. O halde dönemin dini inançlar noktasında ne gibi yaklaşımlara sahip olduğunu değerlendirmek gerekir. Dönemi daha iyi tanımak

bakımından önemli olacağı gibi toplumların ortak duygulara sahip olmasını sağlayan dini yapıların şekilleri konusunda bir bakış verecektir.

1.2.2.1. Din-Tanrı İlişkisine Dair Görüşler

Kant’ın insanın ergin olmayış durumundan kurtulması olarak gördüğü Aydınlanma’da dini konular önemlidir. Bu yüzden Kar’ın ifadesiyle: “…din konusundaki ergin olmayış her şeyden daha tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır” (Kar, 2014:177). Kant’tan ziyade aydınlanma düşünürleri dini, ilerlemenin önündeki bir engel olarak görürler. Çünkü insan aklını, yetkinliğini kullanırsa ne geleneksel miraslara ne de vahye inanmaya gerek kalmayacağı görüşündedirler. Buna paralel Hıristiyanlık inancını da eleştirmektedirler. Dinin yerine aklı koymak amaç gibi görünmektedir. İnsanların dine ihtiyaç duymalarının gereksizleştiği ve bilimin ilerlemesinin önündeki bir engel olduğu kanısına varılmaktadır. Dolayısıyla Aydınlanmada bu duruma meydan okuyan bir taraf olarak yönünü belli etmektedir. Dinin baskısından kurtulduğunda yeni bir insan ortaya konulabilecektir ve bu durumda insan özgürleşeceği gibi ön yargılarından da kurtulmuş olacaktır. Kar’ın ifadesiyle, Diderot’a göre; “…din diye bilinen şey, korku ve insanın güçsüzlüğü teması üzerine bina edilmiş, yanlış kanıtlara dayalı, teologların kendi hâkimiyetlerini korumak üzere ürettikleri dokunulmaz bir bütündür. Oysa gerçek din, tabii din, insanın içsel uyumuna ve aklına ters düşmeyen; kurulu dinler gibi insanları bölmek yerine, birleştiren dindir” (akt,2014:179).

Aydınlanmada ikinci plana atılan vahiy dini yerine vahyi kabul etmeyen deizm ortaya çıkmıştır. Deizm, Tanrının varlığının keşfini akla dayandıran bir inanç sistemidir. Rasyonalist ve hümanist düşünce tarzının hâkim olmasıyla birlikte, deizm temelinde, insanın dünyayı yeniden algılayıp kendine göre dönüştürmesi söz konusudur. Böylece insanın yargılamalarındaki güvenilirlik, akılcılık, pozitivizm, bilimselcilik ve ilerlemecilik kendini göstermiştir. Ayrıca, liberalizm-özgürlük, inanç ve düşünme hürriyeti, hoşgörü ve eşitlik Aydınlanma tarihinde gerçekleşmeye başlamıştır. Bu bağlamda insanın özgürleşmesi durumu kilisenin otoritesinden, feodalite ve kapitalizm gibi sosyal baskılardan insanın kurtulup özgürleşmesini ifade etmektedir (Kar, 2014: 182).

Aydınlanmanın bir diğer karakteri olan David Hume’unda din-Tanrı ilişkisine dair getirmiş olduğu Tanrı delilleri ele alınabilir. Çünkü ona göre mucizelerle Tanrının varoluşunun delili olarak gösterilmesi Tanrının var olduğunu ispat etmek yerine, Tanrı

inancına zarar vermektedir. Diğer yandan, Tanrının evrendeki düzenliliği sağlayan olarak görülmesi ve bir amaç için yarattığı görüşünün de analojiye dayanan bir argüman olup oldukça zayıf bir akıl yürütme olduğu görüşündedir. Yani Hume’a göre evrende bir düzen varsa bunun yaratıcısı ve sürdürücüsü olarak Tanrı’nın varoluşu çıkarılmamaktadır. Böylece Tanrı’nın varoluşunu kuşkulu hale getirmekte ve paralelinde kötülük problemine geçmektedir. Buna göre evrendeki kötülüklerin kaynağı olarak tanrının gösterilemeyeceğini ve kötülüklerin var olduğu gerçekliği karşısında tanrının var olmaması gerektiğini ifade eder (Cevizci, 2015: 632).

Aydınlanma düşünürlerinden bir diğeri olan Voltaire’nin dini konudaki yaklaşımını ele alacak olursak, Voltaire deist bir yaklaşım sergilerken sonraları ikili bir yapıda düşüncesini açıklamaktadır. Ona göre dünyada gözlemlediğimiz depremler, savaşlar, cinayetler vb. kötü şeylerin olması Tanrının insanı gözetmediğinin delilidir. Tanrı mümkün dünyaların en iyisini yaratmak istemiştir ama ortaya insanın sınırlarını aşan kötülük ortaya çıkmıştır. Hâlbuki bunun bir hikmeti olmalıdır (Cevizci, 2015: 670- 680).

Denilebilir ki, din-Tanrı ilişkisinde mevcut bulunan eski kabullere dayanan dini inançların kaynakları sorgulandığı gibi, bu kaynakların güvenilirlikleri tartışılmaktadır. Kimisine göre, bir Tanrı vardır ama bu bir dinin Tanrısı değildir sadece Tanrı’dır. Kimisine göre de Tanrı yoktur. Din- Tanrı ilişkisinde kötülük problemine kapı açıldığı gibi bu problem hala daha günümüzde tartışılmaya devam edilmektedir. Bu yüzden kimine göre kötülük Tanrı ürünüdür, kimine göre değildir. Sonuç olarak dönemde dini inançlarda akıl süzgecinden geçmekte, akla uygun bir Tanrı ve din anlayışı ortaya konmaktadır. Eskilerin inandıkları geleneksel dini inançlar ve çoğunluğun kabul ettiği vahiy ve mucize temelli inançlar aklın sorgulamasıyla yeniden ele alınıp eleştirilmekte karşı argümanlar öne sürerek bu inanışların akıldışı olduğunu gösterme eğiliminde bulunulmaktadır.