• Sonuç bulunamadı

1. YAKIN İLİŞKİ (İNTİMATE RELATİONSHİP)

1.3. Depresyon ve İlişkisel Depresyon

Depresyon sözcüğünün Latince kökü “depresus”dur; aşağı doğru bastırmak, çekmek, bitkin, gamlı, kederli, meyus etmek, cesaretini kırmak, donuklaştırmak, durgunlaştırmak anlamına gelir. Depresyon karşılığı Türkçede ruhsal çöküntü ya da çökkünlük kullanılmaktadır (Köknel, 1992).

Normal günlük yaşantıda, duygusal yaşamımızda önemli değişiklikler izlenir. Mutsuzluk, hüzün, engellenme, cesaretin kırılması normal insan duygularının bir bölümüdür. Buna benzer şekilde öfori (aşırı neşe) ve elasyon (coşma) da izlenebilir. Ancak bu tür oynamalar genel olarak kısa süreli olup kişinin tüm yaşantısını önemli

ölçüde etkilemez, gerçeği değerlendirmeyi bozmaz ve benlik saygısını da değiştirmez. Bu tür duygudurum oynamaları uyku, iştah ve motor aktivite bozukluklarına da neden olmaz. Bu nedenle de hastalık olarak kabul edilmez (Yüksel, 2000).

Hemen herkes zaman zaman depresyon yaşar. Çoğumuz kendimizi üzgün, uyuşuk hissettiğimiz ve hiçbir etkinlikle –keyifli de olsa- ilgilenmediğimiz dönemler yaşamışızdır. Depresyon, yaşamın getirdiği stres yaratan birçok duruma gösterilen normal bir tepkidir. Çoğu kez depresyon olarak yorumlanan durumlar arasında, okulda ya da iş yaşamında uğranılan başarısızlık, sevilen birinin kaybedilmesi, hastalık ya da yaşlılığın kişinin kaynaklarını tüketmekte olduğunun anlaşılması gibi durumlar sayılabilir. Depresyon, ancak yaşanan olayla orantılı olmadığı zaman ve çoğu insanın iyileşmeye başlayacağı noktayı aşarak sürmesi halinde anormal kabul edilir (Atkinson ve diğerleri, 1996).

A. T. Beck ve arkadaşları tarafından geliştirilmiş olan bilişsel görüşe göre çökkünlüğün nedeni temelde bir duygulanım bozukluğu değil, bilişsel bozukluktur. Duygulanım bozukluğu ikincildir. Çökkünlüğe yatkın kişilerde yaşamın ilk dönemlerinden başlayarak, yerleşmiş olan a) kendisine, b) geleceğe ve c) dış dünyaya karşı olumsuz kavramlar vardır. Bu olumsuz kavramlar (Beck’e göre ‘şemalar’) giderek olumsuz yargılara, düşünmelere ve tutumlara neden olur. Kişi her olayda önce olumsuz yönleri algılar ve düşünür. Örneğin; evlilikte bir şeyin bozuk gitmesiyle, çocuklukta yerleşmiş olumsuz kavramlar hemen zincirleme olarak uyarılır ve kişi artık evliliğinde her şeyin kötüye gideceği, kendisinin değersiz ve sevilmeyen bir kişi olduğu, geleceğin karanlık, dünyanın bomboş olduğu konusundaki yargıları harekete geçer. Bu kişiler yaşam olayları karşısında olumsuz ve karamsar senaryolar yazarlar. Böylece olumsuz düşünme ve kavramlardan duygulanım bozukluğu ortaya çıkar (Öztürk, 1988).

Lehmann (1985), depresyonun genel belirti üçlüsünü, hüzünlülük, psikomotor yavaşlama ve bilişsel inhibisyon ya da düşünme kıtlığı; depresyondaki psikolojik belirti üçlüsünü ise çökkün duygulanım (mutsuzluk, suçluluk, değersizlik, ruhsal acı), dürtü inhibisyonu (enerji kaybı) ve anksiyete (sıkıntı) olarak belirtirken; Hamilton (1989), depresyonun temel ve en tipik özelliklerinin çökkün duygulanım, suçluluk ve intihar düşünmesi olduğunu bildirmektedir (Akt. Aşkın, 1999).

Bazı insanlar, bir başka insanla samimiyet ve içtenlikle ilişkiye girme yeterlikleri konusunda güven eksikliği hissederler. Bu bağlamda, ilişkisel depresyon, kişinin ilişki

imkânlarını sürekli olarak olumsuz bir tarzda değerlendirmesi ve yakın bir arkadaşla anlamlı ve içten yollarla ilişki kurma kabiliyeti açısından kendisini çökkün hissetmesi eğilimidir (Snell ve Finney, 2002).

Yapılan yazınbilim taramasında depresyonla ilgili birçok çalışma olduğu (Rask, 1997; Layne, Porcerelli ve Shahar, 2006; Beatson ve Taryan, 2003), ancak ilişkisel depresyon konusunda çok az çalışmanın yapıldığı (Hamarta, 2004) görülmüştür.

Granek (2006) depresyon geçirdiği klinik olarak tanımlanmış, 18-30 yaş arası 6 üniversite mezunu ile yüz yüze görüşme yöntemiyle yaptığı araştırmada, katılımcıların önemli ilişkileri sona erdiğinde kendilerini çökkün hissettiklerini söylediklerini belirtmiştir. Katılımcılar sürekli olarak gerek kaybetme, bağlantının kopması, yalnızlık, sosyal destek bulma yetersizlikleri, gerekse de diğer insanlarla arkadaşlık ve geribildirim eksikliği gibi, bir başka kişiyle ilişkileri bağlamındaki deneyimleri hakkında konuşmuşlardır. Katılımcıların beşi depresyonunu uzun süreli romantik ilişkisinin sona ermesine, birisi de anne babasından ayrılmasına bağlamıştır. İlişkilerin sona ermesi, sevdikleri insan tarafından reddedilmelerinin yoğun şok ve acı vermesine neden olmaktadır. Granek’in yaptığı bu çalışma, katılımcı sayısının azlığı nedeniyle tüm depresyonlara genellenemese bile, ikili ilişkilerin önemini göstermesi ve depresyona ilişkisel bir temelde bakılması gerektiği konusuna dikkat çekmesi nedeniyle önemlidir.

Pollina ve Snell (1999), başa çıkma stratejileriyle ilgili yaptıkları çalışmada, ilişkisel depresyonun kaçınan stratejiler ve özeleştiriyle (self-criticism) ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Bu aynı zamanda ilişkiye ve kendine daha az güven duyulduğunu da göstermektedir.

Snell ve Finney (2002), ilişki doyumunun ilişkisel benlik saygısıyla direkt ilişkili olduğunu; benlik saygısının hem ilişkisel depresyonla hem de ilişkisel kaygıyla ters ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Başka araştırmalar da ilişkisel benlik saygısının hem ilişkisel depresyonla hem de sosyal anksiyeteyle arasında negatif ilişki olduğunu ve ilişkisel depresyonun da ilişkisel saplantılı düşünme ile pozitif ilişkili olduğunu göstermiştir (Snell ve Finney,2002).

Doyum sağlayıcı bir ilişkiye sahip olmanın Afrikalı-Amerikalı kadınlardaki depresyon düzeylerini azalttığı; evli kadınlardaki depresyonun bekarlardan anlamlı düzeyde daha az görüldüğü bulunmuş, bu durum da evli kadınların kendilerini

evlenilecek kadar ‘değerli’, bekarların ise ‘değersiz’ görmesi ile açıklanmıştır (Jackson, 1993).

Snell, Schicke ve Arbeiter (2002) yaptıkları araştırmada, yakın ilişkilerine şefkatli ve düşünmeli açıdan yaklaşan kadın ve erkeklerin daha fazla ilişki doyumu ve daha az ilişkisel kaygı ve ilişkisel depresyon gösterdiklerini belirtmişlerdir.

Jepsen ve Snell (2002), erkekler ve kadınların yakın ilişki içinde oldukları kişileri etkilemek için kullandıkları, duyguları hileli kullanma stratejilerini tanımlamak üzere yaptıkları araştırmada, insanların kullandığı 12 hileli duygu (depresyon, neşe, kıskançlık, kaygı, kızgınlık, sakinlik, duyarsızlık, korkmuşluk, kafası karışmışlık, utanma, panikleme ve cana yakınlık) stratejisini ölçecek Multidimentional Emotional Manipulation Questionnaire (MEMQ) geliştirmişlerdir. Bu çalışmanın sonuçları yakın ilişkilerinde daha doyumlu olan kişilerin, yakın ilişkide oldukları ve sevdikleri kişiler için bir şeyler yapmak istediklerinde, muhtemelen o kişinin depresyon, kaygı, kızgınlık, korkmuşluk, kafası karışmışlık ya da panikleme gibi duyguları daha az kullanmalarını beklediklerini göstermiştir. Bunun tam tersi olarak da, yakın ilişkileri hakkında nispeten depresyonda olan kişiler, bu hileli duygu taktiklerinin 12 tanesinden 9’unu kullandıklarını belirtmişlerdir. Sosyal açıdan istenilmeyen, duyguların hileli kullanılmasıyla ilgili olumsuz tekniklerin kullanılması hem kadınların hem de erkeklerin yakın ilişkilerinin toplam kalitesiyle ters ilişkilidir. Yakın ilişkide oldukları kişileri, kendileri için bir şey yapmaları konusunda aldatmak için olumsuz duygusal durumları kullananlar, daha az ilişki doyumu ve daha yüksek düzeylerde ilişkisel kaygı ve ilişkisel depresyon bildirmişlerdir (Jepsen ve Snell, 2002).

Joiner ve Schmidt (1995), erkeklerin mükemmeliyetçiliğiyle (perfectionism) hem olumsuz yaşam stresleri hem de depresyon arasında direkt bir ilişki bulmuşlardır (Akt. Haney ve Snell, 2002).

Benzer Belgeler