• Sonuç bulunamadı

1.3. Değer Kavramı

1.3.1. Değer Tanımları

Değer kavramı, düşünce tarihi boyunca felsefenin son yüzyılda ise sosyal bilimlerin problem alanlarından biri olmuştur. Bu disiplinlerin her biri konuyla ilgili olarak kendi içlerinde bile çok farklı tanım ve yaklaşımlar geliştirmiştir (Aydın, 2011; Bacanlı, 2002). Bu farklı tanım ve yaklaşımların ortak yönünü ise değer kavramının özelliğine ve işlevlerine vurgu yapılması, insan eylemlerini belirleme, meşrulaştırma ve olayları değerlendirmede ölçü olarak alınması oluşturmuştur (Aydın, 2011).

Sosyal bilimler literatürüne Znaniecki tarafından 1918 yılında kazandırılan değer kavramı kök olarak Latince “değerli olmak”, “güçlü olmak” anlamlarına gelen

“valere” sözcüğünden türemiştir (Bilgin, 1995).

Türkçe “değmek” kelimesinden türeyen değer kelimesi sözlükte “bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık” olarak tanımlanmıştır (Türk Dil Kurumu, 23 Şubat 2013). Değer ayrıca “Bir şeyin sahip olduğu yüksek vasıf, kıymet”

olarak da açıklanmıştır (Doğan, 1996: 258). Osmanlıca da ise “baha, değer, bedel, tutar, şeref, onur, itibar” anlamlarına gelen “kıymet” kelimesi ile ifade edilmiştir (Devellioğlu, 1996: 518).

Değer kavramı, felsefe tarihinin kadim problem alanlarından birini oluşturmaktadır (Aydın, 2011; Kılıç, 2011). Özellikle değer konusunu da içinde barındıran ahlâk (etik), felsefe ile yaşıt olan bir alan olarak karşımıza çıkar. Zamanla pek çok konu bağımsız bilim dallarının inceleme alanı haline gelip felsefeden ayrılmış olmasına rağmen ahlâk bugün de felsefenin en önemli konularından biri olmaya devam etmektedir (Güngör, 2010). Dolayısıyla da değer konusu felsefenin varlık, evren ve insanı anlama gayretinin temel problemini oluşturmaktadır (Kılıç, 2011).

Felsefede değer; “kişinin, isteyen, gereksinme duyan, erek koyan bir varlık olarak, nesne ile bağlantısında beliren şey” olarak tanımlanmıştır (Akarsu, 1994: 49). Diğer bir tanımda ise “olgu bilincinden sonra ortaya çıkan ve olguyu belli duyguları, arzuları, ilgileri, amaçları, ihtiyaç ve eylemleri olan özneyle ilişki içinde, belli nitelikler yüklemeyle belirlenen tavır, öznenin olana, olguya yüklediği nitelik” olarak açıklanmıştır (Cevizci, 1996: 122).

Değer, her türlü amaç ve hedefler, ilgi ve çıkarlar, tutkular, idealler; her türlü güç ve iktidar etkenleri, ün ve şan hırsı, övme ve yerme, saygı saygısızlık, inanma ve inanmama, sözünde durma veya durmama, dürüst olma ya da olmama, sevgi ve nefret gibi (maddi- manevi, olumlu- olumsuz her türlü benimsenen ve insan hayatında etkin olan ) şeylerdir” ( Mengüşoğlu, 1983: 204; akt.

Aydın, 2011: 39).

Değer kavramı, felsefede Sokrates’in “nasıl davranmamız” gerektiği ile ilgili olarak fikirler ileri sürmesiyle başladığı tarihi gelişim sürecinde geniş bir anlam alanına ulaşmıştır (Güngör, 2010). Öncelikli olarak değerlerin yapısı yani nesnel, öznel veya başka türden bir yapıda olup olmadıkları felsefenin önemli bir sorunu olmuştur. Sokrates, Platon, Spinoza, Kant gibi filozoflara göre değerler nesnel (objektif) bir varlığa sahiptir. Özellikle ahlâk değerleri insandan bağımsız olarak vardır ve bir kanı veya tercih konusu değildir. Davranış biçimleri yine insandan bağımsız olarak “doğru” veya “yanlış”tır. Nesnelciler, değerlerin farklı topluluk ve farklı zamanlarda değişkenlik arz etmesi ve farklı şeylere değer atfedilmesini ise onları algılayan birey ve toplulukların değişmesine bağlamaktadır (Arslan, 1994).

Değerlerin öznel (subjektif) olduğunu savunanlar ise özellikle evrensel ahlâki değerlerin olmadığını belirterek nesnelcilere karşı çıkarlar. Bir şeyin değeri ile o şeyin gerçek niteliği arasında fark olduğunu kabul ederler. Diğer bir üçüncü görüş ise değerin hem nesnel hem de öznel bir yapıya sahip olduğunu iddia etmektedir. Buna göre değer, “nesnelerin nitelikleri ile bu niteliklere ihtiyacı olan, onları beğenen veya arzulayan öznenin özellikleri arasında bir ilişkiden kaynaklanmaktadır. Değer ne nesnel olarak, ne de öznel olarak var olan bir şey olmayıp özne ile nesne arasındaki ilişkiden ötürü var olan, ilişkisel bir şeydir”

(Arslan, 1994: 89). Değerin kaynağında neyin bulunduğu sorusu da felsefenin ilgilendiği konulardan olmuştur. Bu konuyla ilgili genel olarak üç görüş mevcuttur.

Bunlardan ilkine göre değer kavramı tanımlanamaz. Bu görüş İngiliz filozofu G. E.

Moore (1875- 1958) aittir. Diğer görüş ise değeri hazza indirger ve değerli olanın haz vereceğini savunur. Son görüş ise değeri arzu veya tercih olarak tanımlamaktadır (Arslan, 1994).

Felsefe değer kavramını incelerken özellikle ahlâki değerleri ve ahlâk problemlerini ele almıştır. Ahlâk felsefesi; ahlâki sorunları ve ahlâki davranışları, bu davranışların iyi mi kötü mü olduğunu anlama ve açıklama çabası içerisindedir. “İyi”

ve “kötü” ahlâkın ana konusunu oluşturmaktadır (Güngör, 2010).

Felsefede değer konusunun bir dönüm noktası teşkil etmesi Kant ile birlikte olmuştur (Güngör, 2010). “Kant salt aklın, şeylerin asıl gerçekliğini bilemediğini ve Tanrı, ruh ve özgürlük gibi kavramların zihnin bilgisine kapalı olduğunu belirterek, insan bilgisinin yalnızca ahlâk yoluyla değer alanına adım atabileceğini söylemiştir”

(Altuner, 2008). Kant niyetçi (motivist) bir ahlâk kuramına sahiptir. Bir eylemin doğru veya yanlış olması, bu eylemin kendisinden ötürü yapılan niyete göre değişmektedir. Kant’a göre iyi niyete dayanan eylemler sonucu kötü bile olsa ahlâki eylemdirler (Arslan, 1994).

Çağdaş felsefe de değer kavramıyla ilgili olarak çeşitli teoriler geliştirmiştir.

Güngör bu teorileri İlgi ve İhtiyaç Teorisi, Tasvip ve Ahlâk Teorisi, Pragmatik Ahlâk Teorileri olarak sınıflandırmıştır Bu teoriler genel olarak ahlâkın temel değerini araştırmaktadır. Genel mutluluk için çalışmayı ahlâkın temel değeri kabul etme noktasında aralarında bir fikir birliği vardır (Güngör, 2010).

19. Yüzyılın sonlarına doğru değer kavramıyla ilgili felsefi tartışmalar hız kazanmıştır. Deneye dayalı araştırmalar dışındaki tüm normatif ve ahlâki düşünce ile

ilgili problemler felsefenin inceleme konusu olmuştur (Güngör, 2010). Özellikle Nietzche, Scheler, Dupreel, Le Senne gibi filozoflar değer konusuna ayrı bir önem vermişlerdir (Özensel, 2003).