• Sonuç bulunamadı

Dava Adamlığı ve Dostluk

2.1. TEMALAR

2.1.10. Diğer Temalar

2.1.10.1. Dava Adamlığı ve Dostluk

“Sis Çanları” öyküsünde bir davaya tutkun olmanın gerekçeleri, dava birlikteliğinin dostluğa katkısı ve bu yolda çekilen çilelerin neler olduğu anlatılır. Öykü kasabanın olumsuz yönlerinin anlatılmasıyla başlar. Öykünün kahramanı doğup büyüdüğü kasabadan anne ve babasının ölümüyle birlikte kopmuş ve yıllarca buraya uğramamıştır. Çünkü kasaba onun için nefes almakta zorlandığı, gençliğini gömdüğü bir mekândır. “Hayır, her biri iç karartan anılara dönmek istemediği için mahallelerine uğramayacaktı. Tüm bunları, kaybedilmiş hayatı, kasabaya gömülmüştü.” (OP.s.52)

Öykünün kahramanının kendi içinde yazmak ve okumak gibi bir davası vardır. Bu kasabayı ona davasını idame ettirebileceği bir mekânın bulunmaması yönüyle eleştirir. Yazma ve okuma eyleminin yapılacağı bir yer olmamasının aksine adım başı kahvelerin olması da ayrı bir sorundur.

135

Öykünün kahramanı için bu kasabada öneme sahip olan birkaç mekân bulunmaktadır. Bu mekânlar çay ocağı, kitapevidir. Çay ocağı gençlik yıllarında arkadaşlarıyla oturup sohbet ettikleri bir yer olması yönüyle önemlidir. Çay ocağında eski günlerden bir iz bulunmamaktadır. Çünkü halinden uzun zaman önce kapandığı anlaşılır.

Anlatıcı, kahramanın dostunu çoğu zaman kasabadaki caminin şadırvanında insanlara bir şeyler anlatırken, onları Müslümanlığa kazandırmaya çalışırken gördüğünü anlatır. Onun, insanlarla kurduğu sağlıklı iletişiminden bahseder. “Davası” için yaşayan biri olduğunu söyler. İnsanları kurtarma amacıyla hareket ettiğini ifade eder.

“O tümüyle rüyaları için yaşayan biriydi. Kim olursa olsun hemen karşısındaki insanla bir gönül alışverişi kurar, onun problemine çözüm, karanlığına ışık olmaya çalışırdı. Oracıkta bir düş şehri kurar, karşısındakini kurduğu şehirde ağırlardı. (…) Sanki insanları tufandan korumaya çalışır, Nuh’un gemisine yolcular seçerdi.” (OP.s.53)

Değişimin hissedildiği bir başka mekânda “Gençlik Kitabevi”dir. Dostuyla bu kitapevinde kitap ararken tanışmıştır. Kitapevi değişmiş “Class İnternet Cafe” olmuştur. Yıllar belli başlı mekânları zamana ayak uydurmaya zorlamıştır.

“Her şey nasıl da değişmişti. Ayakkabı tamircilerinin, terzilerin yerini bilgisayarcılar, cep telefonu bayileri almıştı. Gençlik Kitabevi ise “Class İnternet Cafe” olmuştu. İçinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. Dostluklar, arkadaşlıklar, gönül alışverişleri geçti gözlerinin önünden. Yeni çıkan dergiler, kitaplar, buraya uğrayan üstatlar, ölesiye dostluklar. Uzansa her şeye değebilirdi; seslere, kokulara, coşkulara…” (OP.s.53)

Yukarıdaki alıntı bizde “Ricat” öyküsündeki kitapevine okurlar açısından bakılma izlenimini uyandırmaktadır. Dikkatlice incelendiğinde zaman içerisinde değerini yitirme olgusu “Ricat”ta kitapçı üzerinden verilirken “Sis Çanları” öyküsünde bu durum kitapevi ziyaretçisi gözünden anlatılmaktadır.

Öykünün kahramanı dostunun bir davası olduğunun, onları bu davanın birleştirdiğinin bilincindedir. Anlatıcı bu durumu şu cümlelerle ifade eder. “Kitabevinde değilse, çay ocağında orada da değilse camidedir, bilirdi. Onu görünce, bu boğan, nefes aldırmayan kasabada kendilerinin de bir masallarının var olduğunu

fark ederdi.” (OP.s.54) Son cümledeki “masal” onlar için “dava”dır. “Dava”ları onların bu kasabaya dayanmalarını sağlayan bir tutamaktır.

Arkadaşlarından birinin kasabanın belediye başkanlığına aday olduğunu duyuran afişi görmesi, onda makam sahibi olmak için davalarını unuttukları düşüncesini doğurur. Ya da bir davalarının olmadığı düşüncesine kapılmasına sebep olur.

“Artık her biri milletvekili, bakan olan dostları da ayı yolu izlemişler, o coşkulu çay ocağı sohbetlerinden, makamlara, mevkilere sıçramışlardı. O da aynı yola girmişti demek. Zaman zaman kuşkuya düşerdi; o günler gerçekten yaşanmış mıydı yoksa bilincin karanlıklarında uyduruyor muydu. Sanki bir çadır tiyatrosunda hepsi “oynamış”, sonra oyun bitmiş, herkes bir yana dağılmış, geride ne bir iz ne bir ses kalmıştı.” (OP.s.54)

Dostuyla buluşunca sadece mekânların değişmediğinin onun da değiştiğinin farkına varır. Dostu zayıflamış, saçları beyazlaşmıştır. Ayrıca muhafazakâr bir yapıya sahip olan arkadaşı içki kokmaktadır. Dostu, zamanında karşı olduğu davranışları yapmakta artık bir sakınca görmemektedir. Anlatıcı tarafından hayata karşı yabancı kalışın görüntüsü “ “Kitabevi kapanmış,” dedi, “çay ocağı da. Nereye gideceğimi bilemedim.” (…) “Benim de gideceğim bir yerim kalmadı,” dedi, “etrafım boşaldı, kafam karmakarışık.” cümleleriyle ortaya konulur.(OP.s.56-57) Dostluklar kaybolmuş, geriye ise boşluklar kalmıştır.

Ercan Yıldırım, öyküde yer alan çevreye, yaşananlara yabancılaşma duygusunu ve değişimi şöyle açıklar:

“Dostluğun yitirilmesiyle birlikte Tosun, kitabın tematiği hususunda göndermelerde bulunur. Çünkü bir devir tamamen kapanmıştır. Ne insanları bir arada tutan idealist düşüncelere, imanî hassalara yer vardır yeni dünya düzeninde ne de dostluklarla kurulacak aidiyet hislerine. Zira dostlukları kuran da kopartan da, insanların varoluşsal kimliklerine nüfuz eden “bir iddia” üzerine olma kuvvetidir. Çay ocaklarında, kitabevlerinde “muhabbetlerle” çoğaltılan dostlukların, kariyerizm ve para denklemi içinde güç sahibi olmayla sonuçlanması, değiştirilmek istenen düzenin dinamikleri haline gelinmesi, “iddia”yla karakter yapısının birbirinden ayrıştığının işaretidir.”136

136

Öykünün kahramanının yazar olduğu dostunun ona söylediği “ “Boşver beni,” dedi, “sen nasılsın, yazı çizi işleri nasıl gidiyor.” ” ifadelerinden anlaşılır. Ayrıca Tosun’un öykülerine savrulmuş ve yenilmiş tiplerin konu olması, öyküdeki dostun cümlesiyle (kurmaca olarak) kendine yer bulur. “ “Artık beni de yazarsın, tam sana göre bir konu, kırgın, yenik tip.” ” (OP.s.57)

Kahramanı kasabaya bağlayan, kasabanın gelişip değişmesi için çabalayan dostu kasabaya yenilmiş ve bunu ona itiraf etmiştir. Zamanında hoş karşılamayıp karşısında durduğu davranışları yapması da kasabaya yenilmesinden kaynaklanır.

Öykünün kahramanı için kasaba bunaltan, nefes almayı engelleyen bir yer olarak öne çıkar. Ancak o, “kasabaya lanetler yağdırmanın”, kaçmanın bir anlamı olmadığının farkındadır. Bu yüzden kalmanın ve “dava”sı (dostunu eski günlerine döndürmek) için savaşmanın tam zamanı olduğunu düşünür. “Şimdi daha açık hissediyordu ki, bu karanlıkta parıltısı sönen dostu değil, biraz da kendisiydi. (…) Artık çalan sis çanlarına kulak tıkayamaz, kaçamazdı.” (OP.s.59) Bu hisle yıllardır duymadığı kendi “iç müziğini duymaya” başlar. Öykünün sonunda yer alan şu cümleler öykünün içindeki karamsarlığın umuda evrildiğinin ve başarma hissiyatının (dava bilincinin) göstergesi niteliğindedir.

“Yeniden başlayacaktı. Ta en başından, İçi içine sığmıyordu. O an etrafındaki apartmanların, parti binalarının, afişlerin, kasabanın git gide küçüldüğünü fark etti.” (OP.s.59)

2.1.10.2. Ölüm Korkusu 2.1.10.2.1. “Yağmur”

“Yağmur” öyküsünde iki yaşlı çiftin hayatlarının son zamanlarından bir kesit sunulur. Bu kesit onların yaşadığı herhangi bir gündür. Ruhlarının yorgunluğu eşyalarla ve havanın karamsarlığıyla bütünleşir. Güne ağrılarıyla ve bitkin ruh haliyle başlarlar. Anlatıcı onların bu şekilde bir ruh haline sahip olmalarını yaşları itibariyle beklentisiz bir yaşam sürmelerine bağlar.

“Eşyalardan eşyalara geçen bir yorgunluk, bir bitkinlik havası seziliyordu. Eşyalar ve karı koca uyum içindeydiler; halsiz ve yorgun. Tıpkı eski bir siyah beyaz filmin buğulu, hışırtılı bir sahnesi gibi, insanları seçilemeyen flu bir tablo gibi; silik ve kıpırtısızdılar. İkisi

de kendi içine gömülmüştü. Hissettikleri tek şey, derin bir boşluk duygusuydu. Belli ki insan bu yaşta dinginliği, loşluğu ve yumuşaklığı arıyordu.” (OP.s.69)

Yaşlı çiftin hayattan bir beklentisi kalmamıştır. Bu nedenle evden dışarı çıkıp dolaşmak yerine rahatı ve uyumu benimserler. Evin penceresinden dış dünyayı izlemeyi seçerler. “Ama onlar dışarıyı merak etmiyor, perdelerin arkasına gömülmüş ıssız, titrek bir hayatı yaşıyorlardı.” (OP.s.70) Bununla birlikte evin loşluğunda oturup Vivaldi’nin nağmelerini dinlemek de onlar için farklı bir rahatlık duygusunu çağrıştırır.

Anlatıcının Vivaldi’ye öyküsünde yer vermesi, piyanolarının olması kahramanlarının musikişinas ve kültürlü bireyler olduklarını gösterir. Fakat bu bireyler hayatı anlamlandırma ve hayatın bir denge üzerine kurulduğunu kavrama noktasında sıkıntı çekmektedirler. Ya da kaçınılmaz sonun gelmesinden korkmaktadırlar.

Birbirlerine bir ömür verdikleri için artık bir olmayı başarmışlardır. Yapacaklarını, söyleyeceklerini anlamak için bir bakış yeter olmuştur. Bu yüzden konuşmaktan bile kaçınır hale gelmişlerdir. Abdullah Harmancı, bu öyküde anlatılanları “iki yaşlı karı kocanın bütün bir geçmişlerini hatırlayıp hüzünlenişleri” olarak yorumlar.137 Ayrıca öykünün karamsar havasına “ “Yağmur” öyküsünde iki yalnız ihtiyar anlatılıyor ve öyküyü baştan sona saran karamsar hava hiç de “havada” kalmıyor.” düşüncesiyle yaklaşır.138

“Birbirleriyle konuşmuyorlardı. Bazen bütün bir gün konuştukları kelime üçü beşi geçmiyordu. Bu kırgınlıktan değil, yorgunluktan ve ümitsizliktendi. (…) İçi boşalmıştı kelimelerin, konuşmalar anlamını yitirmişti. Bakışlar her şeyi anlatmaya yetiyordu. Gündüzler gecelere koşuyordu, geceler gündüzlere. Ama bütün bunların onlar için bir anlamı yoktu. Uyanık kalmak ya da uyumak onlar için hiçbir anlam ifade etmiyordu.” (OP.s.70-71)

Yaşlı çift, yaşlarının getirdiği imkânsızlıklardan dolayı sıkıntılar çeker. Artık romatizmalar, kalp sıkışmaları ve öksürükler vücutlarını sarmıştır. Bu nedenle her istediklerini yapamaz hale gelmişlerdir. Bu durum aynı zamanda birbirlerine muhtaç olmalarına sebep olur. Yaşlılık belirtisi olan birçok görüntü ve his ortaya çıkar. “Saçlar aklaşmış, yüzler sarkmış, deriler beneklenmişti.” adeta “Hayat öz suyunu

137

Harmancı, a.g.e., s.85.

138

çekip almıştı onlardan.”. (OP.s.71) “Hayatın onlardan öz suyunu çekmesi” gençliklerinde gezdikleri yerleri gezememelerine neden olmuştur.

“Geçmişe, yaşanmışlıklara, içlerinin derinliklerine dalıp dalıp gidiyorlardı. Birlikte başlayıp birlikte bitirdikleri tek bir şarkı bile kalmamıştı. Hafıza yaralanmış, yürek yorulmuştu. Hareketler yavaşlamış, incelmiş, tedirginleşmişti.” (OP.s.71)

Adam, her şeyin evlerinin salonunda başladığını ve orada biteceğini (bittiğini) düşünür. Zamanın su misali akıp geçtiği (geçmediği), yaşananların yanılsamadan ibaret olarak kaldığı, “hayatın yitip gittiği” düşüncesini savunur. Anlatıcı, yaşlı çift için zamanın “bütün tortusuyla” tam ortaya yere oturduğunu ve en başa döndüklerini ifade eder. Aynaların her insanda olduğu gibi bu yaşlı çifte de “acımasız” davrandığını söyler.

“O ilkyaz esintilerinin, boğaz akşamlarının, hepsinin bir yanılsama, sadece ve sadece bir yanılsama olduğunun farkına varmışlardı. Hırsların, gösterişlerin, ışıkların arasında hayatın yitip gittiğini görüyorlardı. Ama zaman geçip gitmemişti. Hayır, zaman geçip gitmemişti. Dönüp geri gelmişti. Hem de bütün tortusuyla gelip oturmuştu orta yere.” (OP.s.72)

Anlatıcı, adamın düşünceleri üzerinden insanın bir tablo kadar bile gerçek olmadığını, insanların bir bir dünyayı terk ederken eşyaların kaldığını anlatır. İnsanların bu durumu (sonlarını) bilmelerine rağmen “yaşamın parıltısına aldanmalarını” sorgular. Öykü içerisinde “ölüm korkusu” temasının üst düzeyde ortaya çıktığı iki paragraftan birisi bu paragraftır. İnsan ve gerçeklik düşüncesi üzerinden hayatın gelip geçici olduğu vurgulanır.

“Adam kahvesini yudumlarken tam karşısındaki tabloya takıldı gözü. Çok sevdiği bir dostu getirmişti, düğün hediyesi olarak. “İnsan bir tablo kadar bile gerçek değil,” diye düşündü. İşte tablo orada yıllardır asılı duruyordu. Dostu ise çekip gitmişti bu dünyadan. Peki insan bu kadar güçsüzken ve sonunu, her şeyi biliyorken nasıl olur da her parıltıya aldanabilirdi? Hayır, insan, gölgesi kadar bile gerçek değildi, bir tablo kadar bile var değildi. İşte tablo oradaydı, ya dostu?” (OP.s.72)

Adam “yağmurun” sürekli yağmasından dolayı her şeyin çürüyeceğini ifade eder. Sonrasında “kül tablası”na bakarak “kül tablası” üzerinden hayatla ilgili bir bağlantı kurar. Sigaraların kül tablasında söndürülmesini, günlerin söndürülmesi

olarak algılar. Hayatın gelip geçiciliğini bir kez daha vurgular. Hayatı (ömrü) “boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası” olarak görür.

“ “İşte hayat bu," diye düşündü tıka basa dolu kül tablasına bakarken. "Üzerinde günler söndürülmüş bir bir. Kimi yarım bırakılmış, kimi sonuna kadar içilmiş. Filtrelerinde ruj izleri, dudak kanamaları. Küllere boğulmuş izmaritler. İşte ömür bu; boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası.” ” (OP.s.73)

Yağmur yağdığı zamanlarda kızının adama çocukken sorduğu bir soru adamın aklına gelir. Öyküde hayatın geçiciliği, doğanın ve yaşamın bir denge üzerine kurulduğu düşüncesinden hareketle “ölüm korkusu” üçüncü kez vurgulanır. Yıllar önce yaşanan diyalog adama hayatı anlamlandırma noktasında yardımcı olur. Hayat bir denge üzerine kuruludur, bu nedenle doğar, yaşar ve ölürüz düşüncesi ağır basar. Yaşlı çiftin hayattan bir beklentisi yoktur, ancak her insan gibi onlar da hayatı bırakıp gitmek (ölmek) istemezler.

“Duman dağılınca karşıdan karşıya geçmekte olan küçük bir kız çocuğunu fark etti. Bu arada karısı da yanına gelmişti. Yağmur iyice hızlanmıştı. "Hatırlıyor musun?" dedi, karşıdan karşıya geçmekte olan çocuğa bakarak. "Dilara üç ya da dört yaşındaydı. Yine böyle yağmurlu bir gündü. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Gündüz olmasına rağmen hava neredeyse kapkara olmuştu. Önce tam karşılarda bir aydınlanma oluyor, arkasından gürültülü bir şimşek çakıyordu. Ürkütücü bir atmosferdi. Âdeta her yanı seller götürüyordu. Dilara yağmurdan tedirgin olmuş "Baba," demişti bana sokularak, "bu yağmur ya hiç durmazsa?" Ne diyeceğimi şaşırmış, sadece gülümsemiştim." Sonra sustu. Gözleri dolmuş, sesi çatallaşmıştı. Sigarasını çekerken ellerinin titrediğini gördü hanımı. Yağmur iyice hızlanmış, şimşekler çakmaya başlamıştı. "Bu yağmurlar hiç dinmeyeceğe benziyor," dedi bilinçsizce. "Her şey çürüyecek." Derin bir sessizlik oldu. Rüzgâr yol boyu sıralanmış ağaçları sallıyordu.

Bir süre hiç konuşmadan pencereden yağmuru seyrettiler.

Yeniden yerlerine oturdular. "Korkuyor musun?" dedi karısı. Göz göze geldiler. Adam cevap vermedi. Sonra mahcup ve kırgın bakışlarını birbirinden kaçırıp yere indirdiler.” (OP.s.74)

2.1.10.3. Umut

“Bekleyiş Fragmanları” öyküsünde yaşlı kadının, yaşlı adamın ve bir çocuğun ‘umut’lu bekleyişleri anlatılır. Üç farklı öykü kahramanını birleştiren, umutlu bekleyişleridir.

Betül Ok, Post Öykü dergisindeki yazısında bu öyküyle ilgili olarak sinemasal bir anlatımın kullanıldığını ve anlatıcının aynı anda üç farklı yerde göründüğünü söyler. Ok, öyküde ümit ve ümitsizlik arasında bir bağ kurulduğunu ve bu durumun sonucunda hayata ulaşıldığını ifade eder.

“ “Bekleyiş Fragmanları” sinemasal bir anlatım tekniğine sahip. Yazar, anlatım sırasında aynı anda birden fazla yerde görünüyor. Gördüklerini okuyucuya anlatıyor. Bütünsellikle gerçekleştirdiği bu anlatı sırasında ümit ve ümitsizlik arasındaki bağlantılar, sorgulamalar aslında hayatın tam da bu olduğunu bize söylüyor.”139

Kahramanların umutlu bekleyişlerinden başka birbirleriyle olan benzerlikleri aynı saatte, aynı dakikada kurtarıcılarını beklemeleridir. Üç kahramanın bekleyiş zamanı 09.45’tir. Öykü onların bu durumunun anlatımıyla başlar.

“Limanda bir kadın, huzurevinde bir adam, yetiştirme yurdunda bir çocuk, şehrin bu telaşından uzak ve birbirinden habersiz aynı duygularla sadece bekliyorlardı.”(AH.s.99)

Öykü boyunca kahramanların umudu hep taze tutulur. Umutları hiçbir zaman yılgınlığa düşürülmez. Okur, kahramanların inançlı bekleyişlerinin olumlu sonuçlanacağı düşüncesini öykünün başındaki ifadelerle benimser. Aynı inançlı ifadeler öykünün sonunda laytmotif olarak tekrar edilir.

“ “Bu gemiyle gelecek”, dedi limandaki kadın,

“Bu yağmurla gelecek”, dedi huzurevindeki yaşlı adam,

“Bu Pazar gelecek”, dedi yetiştirme yurdundaki çocuk.” (AH.s.99)

Önce deniz kıyısındaki kasabada kızını bekleyen yaşlı kadının öyküsü anlatılır. Kadın yıllardır deniz kıyısında kızını bekliyor gibidir, kıyafetleriyle ortam uyum içindedir. Her sabah buraya, limana gelip kızının geleceği umuduyla gemileri gözler. Kızı onu bu limanda terk etmiştir. Limandaki balıkçılar ve esnaf onu tanır. Kızını onlara her soruşunda görmedik cevabını alır.

139

“Her sabah hep aynı saatte buraya, kızını kaybettiği yere, limana gelir, martılara, ufuklara, denize bakar, bir gün kızı dönüp gelecek umuduyla, yılmadan, vazgeçmeden, ısrarla, sabırla beklerdi. Bir gün buraya gelmese, onu yeniden, bir kez daha kaybedecekmiş gibi bir duyguya kapılırdı. Bu yüzden her gün buraya, tam da kızının onu terk ettiği yere, limana gelir, akşama kadar gelen gemileri gözlerdi.”(AH.s.100)

Yıllar kızının yokluğuyla geçse de bir gün geleceğine “imanı gibi” inanan kadın “yıllara aldırmadan”, yaz kış demeden, ufuktaki gemilere bakar. Yaşlı kadın için “hayatın tek amacı beklemek”tir. On beş yaşında evlendirdiği kızı gittiği evde mutlu olamamış ve annesine gelmek istemiştir. Ama annesi “ölün gelir ancak” diyerek gelmesini uygun bulmaz. Kızı ise “gidiyorum” der ve o günden sonra kızından hiçbir haber alınamaz. Ama o, kızının bugün geleceğini düşünür.

“Uzaktan bir gemi gözükmüş, denizde sarsıntılarla limana doğru geliyordu. Ayağa kalktı. İçinde bir umut kıpırtısı oldu. Gözleri yaşardı.”(AH.s.101)

Umutla bekleyen bir diğer kahraman ise yaşlı adamdır. Yaşlı adam kendini huzurevinden kurtaracak oğlunu bekler. Oğlunun yağmurlu bir günde geleceği umudunu taşır. Bugün yağmurlu bir gündür.

“Yağmurlu günlerde umudu daha da büyüyordu. Çünkü mutlaka yağmurlu bir günde gelecekti, bundan emindi.” (AH.s.101)

Yaşlı adam her gün bavulunu hazırlar. Her gün yıllardır kaldığı huzurevinden kendini kurtaracak oğlunun geleceğini umar. Pencereden dışarıyı gözler. Yaşanmışlıkları ona nefes aldırmaz ve hep geçmişi düşünmesine neden olur. Huzurevinden ayrıldığında yaşanmışlıklarına, geçmişine dönebileceği düşüncesiyle mutlu olur.

“Her şey nasıl geçmişti anlayamıyordu oysa daha dün olup bitmiş gibiydi. Hayat birden yalnızlığa sürüklenmiş, etrafı boşalmış, kendini burada bulmuştu. Ama şimdi tüm yaşanmışlıklar birikmiş bir anılar yumağı üstüne geliyor, nefes aldırmıyordu ona.” (AH.s.102)

Oğlunun kendini huzurevinden, ölümü bekleyen insanların arasından çekip kurtaracağı, hayata dâhil edeceği düşüncesindedir. Bu yüzden her sabah gitmek, huzurevinden ayrılmak için hazırlanır. Ancak o da yaşlı kadın gibi yıllardır bu beklentisinin sonucunu alamamıştır. Yağmurlu bir günde huzurevinden ayrılacağına inandığı için oğlunun bugün geleceğine olan inancı tamdır.

“Ama yıllardır hiçbir yağmurda gelen olmamıştı. O ise inancını hiç kaybetmemişti. Burada ölmemeliydi, bu yağmurlarla birlikte hayata karışmalıydı.” (AH.s.103)

Umutla bekleyen üçüncü kahraman ise bir çocuktur. Babası ölünce annesi yıllar önce “Bir iş bulayım, bir de ev, seni yanıma alacağım.” diyerek onu yetiştirme yurduna bırakır.(AH.s.103) Lakin yıllar geçer ama annesi gelmez. O, annesinin bir Pazar günü geleceğini umar ve bugün günlerden Pazar’dır.

“Bir çocuk niye soğuğa ve karanlığa bırakılır anlayamıyordu. Hayat, sanki bir tek o ağırlık yapıyormuş gibi, tüy gibi çocuğu kıyıya süpürmüştü. Bir fazlalık gibi getirip yurda yerleştirmişti. Oysa anne yarası kapanmıyordu çocuklarda, anneler bunu bilmiyordu. Dört kişilik odalarda, her biri kendinden daha yalnız insanların içinde uyumak için kafasını yastığa koyduğunda, gidecek hiçbir yeri olmadığını görüyor, kendine, içinin en derin boşluğuna düşüyor, rüyalara dalıyordu.” (AH.s.104)

Yukarıdaki ifadeler “Mürekkep Lekesi” öyküsündeki hâkimin çocukluk günlerinde yaşadıklarıyla benzerlik gösterir. Öyküdeki “rüyalarına doğru yürüyordu, incecik bir sıcaklık önce vücuduna sonra üşüyen ellerine uzandı, içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti” şeklindeki ifadeler okurda umut uyandırır.

Öykünün sonunda yer alan birini (yaşlı kadın için kızını, yaşlı adam için oğlunu, çocuk için annesini) karşılama ifadeleri, beklediklerinin geleceği düşüncesini çağrıştırır. Umutlu bekleyişin mutlulukla sonuçlandığını düşündürür.

“Çocuk yağmurdan korunmak için girişe doğru hızlandı. İhtiyar kadın güçlükle bozuk şemsiyesini açtı.

Huzur evindeki yaşlı adam camdan süzülen damlalara bakarken gözleri doldu. “Bu Pazar gelecek”, dedi çocuk,

“Bu gemiyle gelecek”, dedi kadın,

“Bu yağmurla gelecek”, dedi yaşlı adam.” (AH.s.105)

İsmail Isparta, Betül Ok’a benzer bir biçimde bu öykünün sinemasal tarzda yazıldığını ifade eder. Ona göre kızını bekleyen kadının, annesini bekleyen çocuğun ve huzurevinde bir yakınını bekleyen adamın bekleyişleri resmedilmiştir.140

140

İsmail Isparta, “Birdenbire, Ansızın Hayat”, http://www.yenisafak.com/kitap/birdenbire-ansizin- hayat-664613 (Yeni Şafak Kitap Eki, Erişim tarihi 06.06. 2017)

Öyküdeki ifadeler bu durumu yansıtır. Öykü, yazılış biçimi, adı ve anlatımı yönünden “Taşra Fragmanları” öyküsüyle benzerlik gösterir.

Benzer Belgeler