• Sonuç bulunamadı

Y. Ö.K DÖKÜMANTASYON MERKEZİ TEZ VERİ FORMU

2.3 Dünya Görüşü ve Sanat Anlayışı

“Benim gibi kompozitörlerin hatırlanmayı beklemeye hakları yoktur. Ben bazılarının çağdaş dediği acaip modalara uyan bir insan değilim; Avrupa sanat muhitinden tamamıyla uzak bir yerde yaşıyorum; yazılarımın tanınıp beğenilmesi konusunda bu yaşıma kadar en küçük bir hareket ve teşebbüs yapmış değilim. Hatırlanırsam ancak hayret ederim” demesi ne kadar ilginçtir. Saygun aynı mektupta şöyle devam eder: “ Benim için sanat adamı hiçbir maddi endişeye hayatında yer vermeyen ve başkaları tarafından gelecek övgülü sözler ile kendini ‘vanité’ çukuru batağı içinde boğulmaya bırakmayan ve daima , gücü yettiğince, ‘iyi’yi, ‘güzel’i, ‘gerçeği’ arayan, ona ulaşmaya çalışarak ‘İnsan’ olmanın faziletini duymaya ve duyurmaya ömrünü veren kişidir. Ben bütün hayatımda bu yolda yürüdüm. Bu söylediğim ‘ideal’e doğru bir iki eser verebildi isem ne güzel…”38

İşte hayatının gizeminin anahtarı olan bu sözler birkaç satırla da olsa bizlere Adnan Saygun’un kişiliğini, felsefesini, ömrünün son yıllarında içine düşmüş olduğu ruh halini, inandığı, uğrunda çalıştığı ideal ve en önemlisi bestecilik vasıflarının yanı sıra ne kadar derin ve ince düşüncelere sahip, içine dönük, kendi dünyasında yaşayan bir filozof olduğunu göstermektedir. Bu satırlar aynı zamanda hayatı boyunca anlaşılamamanın sıkıntısını çekmiş ve artık yaşlı, çevresine kırgın ancak bildiği yolda yürümeye hala kararlı, inatçı bir insanı da ele vermektedir.

Saygun’u anlamak için mektubundaki satırların arasından onun sanat yaşamına yön vermiş bazı önemli temel unsurları belirten sözleri bulup çıkartmak ve bunları ele almak faydalı olacaktır. Nitekim “acayip modalar”, “yazılarımın beğenilmesi konusunda teşebbüs yapmadım”, “iyi’yi, güzel’i, gerçeği aramak” ve “İnsan olmak” ifadelerinin altında derin anlamlar yatmaktadır. Saygun gerçekten de yirminci yüzyıl akımlarından, on iki ton, elektronik veya bilgisayarlı müzik gibi sistem ve çalışmalardan kendisini uzak tutmuş bir bestecidir. Geleneklere bağlı bir müzisyen olarak karşımıza çıkan Saygun bu akımları açık bir dille eleştirmekten de geri kalmamıştır. Ancak onun felsefesine göre herkes serbesttir ve istediği yolda yürümekte hürdür, fakat haklı olarak kendisinin bu akımları takip etmek zorunda olmadığını hissetmiştir. Saygun hiçbir zaman eserlerini tanıtmak için uğraş vermediğini söylemektedir. Bunu söylediğinde seksen iki yaşında olduğu

38

unutulmamalıdır; çünkü doğal olarak da gençlik yıllarında eserlerini dünya repertuvarlarına sokmak için uğraşmıştır. Yunus Emre oratoryosunun Amerika Birleşik Devletleri’ndeki icrası için bile aralıklarla da olsa sekiz yıl çalışmıştır. Eserin 1947 senesinde Paris’teki icrası yine onun çabaları sonucunda gerçekleşmiştir. Saygun’un kendisine yurt dışında bir yayınevi bulmak için senelerce uğraşmış olduğu da unutulmamalıdır. Bunlar bir besteci için olağan faaliyetlerdir, ancak Saygun’un mektupta kastettiği, büyük olasılıkla, ömrünü eserleri tanınsın, duyulsun diye kapı kapı dolaşmaya vakfetmemesi, aksine eserleri çalınsa da çalınmasa da beste yapmayı sürdürmüş olmasıdır. Zaten Saygun’un vanité olarak nitelendirdiği de, kendisinin her zaman uzak durduğu, böylesine boş amaçlar taşıyan bir hayat tarzı olsa gerektir.

“İyi’yi, güzel’i, gerçeği aramak “ ve “İnsan olmak”. Saygun’un müziğinde bu felsefeleri bulmak için fazla uzaklara gitmek gerekmez; Yunus Emre ve Kerem gibi eserler bu düşünceleri kucaklayan ve diğer insanlara iletmeye çalışan örnek yapıtlardır. Zaten Saygun’un eserlerinde insanın her an bir keşif yolculuğuna çıkması söz konusudur. Yunus Emre, insanın ilahi tanrıyı ararken kendi öz benliğine ulaşmasının yolculuğunu anlatır. Bir halk efsanesinden uyarlanan Kerem de benzer bir yolculuğun ifadesidir. Orkestra müziğinde yer yer ilahiye benzeyen çizgiler de bu derin mistik felsefenin uzantısıdır şüphesiz. Behçet Kemal Çağlar’ın Karanlıktan

Aydınlığa isimli şiirinden bestelenen Eski Üslupta Kantat ise, hem Saygun’un müzik

formları açısından geçmişe bağlılığını göstermekte, hem de bir milletin çağdaşlaşma, aydınlığa ulaşma sürecini anlatmaktadır. Yetmiş üç yaşında bestelediği Atatürk’e ve

Anadolu’ya Destan da insanlara bir şeyler gösterebilme, örnek olma arzusuyla

kaleme alınmış bir yapıttır. Aslında o yolda gerçek anlamda ve ilk önce yürüyen kişi, kendisinin de ifade ettiği gibi Saygun’dur.

Saygun her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu döneminde doğmuşsa da Cumhuriyeti derhal benimsemiş, ilk oluşum yıllarının heyecanını ömür boyu hissetmiş ve sürekli olarak eserlerinde yaşatmıştır. Paris’te gittiği Schola Cantorum’daki eğitim sisteminden etkilenmiş, orada gördüğü yöntemleri yurda dönüşünde tayin edildiği Musiki Muallim Mektebi’nde zor şartlara rağmen

uygulamaya çalışmıştır. Schola Cantorum ve bilhassa Vincent d’Indy, onun müzikal ifade dili üzerinde kalıcı etkiler bırakmıştır. Alman ekolüne, Wagner ve César Franck’e hayran olan Paris’teki hocası gibi Saygun da ciddi ve alay kaldırmaz bir bestecidir; doğal olarak müziği de ciddiyet ve ağırlığını her zaman korur. Bir Cemal Reşit Rey’in eserlerinde yer yer görülen nükteli ifade veya operet tarzı Saygun’un felsefesinden çok uzaktır. Nitekim Saygun’u, Mozart’ın Rondo a la Turca’sından kısa bir pasaj alarak İstanbul Türküsü Üzerine Çeşitlemeler’e ekleyen Cemal Reşit Rey gibi neşeli ve şakacı bir eda içerisinde hiçbir zaman göremeyiz.

Saygun aynı zamanda milli duyguları güçlü bir bestecidir. Eserleri Türk toprağına, Türk halk ve makamsal müziğine kökten bağlıdır. Zaten bütün dramatik eserleri, konularını Türk efsanelerinden almalarının yanı sıra müzik dili açısından da bestecinin oluşturduğu kişisel sentezin, yani Anadolu’nun özünden çıkartılmış makamsal/armonik ifadenin içinde yoğrulmuşlardır. Atatürk’e karşı duyduğu sevgi ve inanç ise Saygun’un yaratıcılığını derinden etkilemiştir. Köroğlu operasını onunanısına ithaf eden sanatçı, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan adlı epik koro eserinde Kurtuluş Savaşı’nı işlemiş, Atatürk ve Musiki başlıklı kitabında Ata’nın müzik devrimlerinin geçmişini ve geleceğini de ele almıştır.

Bartok’un Macar ruhunu yansıtmasına koşut olarak Saygun’da kendi ulusal içerikli yapıtlarında Türk ruhunu yansıtmayı ilke edinmiştir. Ancak Saygun pek çok makalesinde sanatın kökünden ayrılmadan gelişeceğini yinelemiştir. Böylece Bartok’un Macar ruhundan yola çıkması ya da kendisinin Türk ruhundan yola çıkması sonuçta evrensel bir dile varılan yolculuklardır.

Yazdığı kitaplardan bir de “Halkevlerinde Musiki’’dir. Bu kitapta opera sanatına yaklaşımını şöyle dile getirmiştir; “Musiki temelinden kastedilen opera değildir. Esasen unutulmamalıdır ki; opera sanatın en yüksek ve mükemmel bir şekli olmayıp sadece bir nev’inden ibarettir. Bahasus opera denilen şeyin, bir milletin karakterine ne suretle uyacağını uzun uzun düşünmek gereklidir. Sanat hamlelerinin

her devirde şarkta da, garpta da daima Halk’tan kuvvet aldığını asla unutmamak gereklidir.”39

Saygun, opera sanatını icra etmek için sahne müziği; orkestra üyeleri, halk türküleri, halk oyunları ve eğitimli ses sanatçılarının gerekli olduğunu düşünmektedir. Sonucunda ise konuşmalı opera meydana gelir. Operanın olgunlaşması için yılların birikimine gerek olmadığını, önemli olanın müzikli sahne eseri olduğu ve operayı oluşturan tüm unsurların üstün bir kabiliyet ve emekle yapılması gerektiğini, ayrıca operanın oluşturduğu sanatsal etkiyi müzikli sahne eserinin de sağlayabileceğini vurgulamıştır. Örneğin Sayguna göre Carmen bir opera komik, Peer Gynt bir sahne musikili şarkılı eserdir.

Saygun besteleme yönteminde her zaman kendi kuralları içinde yürüyüp soyut nesneler ortaya çıkarmayı değil, müziğin dinleyenlerce iyi kavranmasını sağlayacak bir ortam yaratmayı ön planda tutmuştur.

Benzer Belgeler