• Sonuç bulunamadı

vakıflarını muhafazakar, iaşeci ve neo-liberal politikalar üreten siyasi çevreleri desteklemek için kullanıldığı bir sır değildir.”

(Özdemir ve Yücesan-Özdemir, 2009:331) Yani Türkiye’deki sosyal yardım anlayışı da politik sürdürülebilirlik için klientelisttir; neo-liberal politikalar güdümündedir. Bu anlamda yoksullukla mücadeleye ilişkin politikalar yoksulun düşük ücretle emek piyasası tarafından içerilmesine odaklıdır ve sosyal hak anlayışından uzaktır. Türkiye’de de ihtiyaç tespitine dayanan ve en muhtaca yönelik evrenselci anlayıştan uzaklaşan ‘yönetişim’

modelinin uygulandığı STK’ların artan sayı ve değişen işlevleri ve yerelleşme uygulamaları AKP döneminde giderek artmıştır 2001 krizinden sonra gündeme gelen ve bir Dünya Bankası projesi olan ŞNT uygulaması bu anlayışa örnektir.

TÜİK’in 2011 Ocak verilerine göre çocuk yoksulluğunun ciddi boyutlarda olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Hanehalkı 7 ve üzerinde olan ailelerde bireylerin yoksulluk oranı Türkiye ortalamasına göre %40.05, kırsal bölgelerde ise %54.06’dır.

Aynı şekilde 2009 yılına göre bu oran %40.05’tir. ilkokul çocuklarındaki yoksulluk oranı 2009 verilerine göre kız çocukları için %16.9; erkek çocukları için ise

%13.8’dir (Bursalı,2011:128-129). Bu oranlar, ŞNT programın savunulan yerindeliği ve başarısını sorgulatmaktadır. Kısaca, Türkiye’deki sosyal politika hikayesinin çok geç başlayan ve gelişmekte olan bir ülke olarak neo-liberal politikalarla uyumlu olarak evrilen bir soluğu olmuştur.

artan ilgisine ilişkin üç kırılma noktası olduğunu belirtmektedir ve bu kırılma noktalarını 1970’li,1980’li ve 1990’lı yılların başları olarak sıralamaktadır.

1970’li yılların başları, hızlı sermaye birikimi ve sanayileşmeye dayalı büyüme modelinin gelir dağılımı bozduğu ve yoksulluk sorununa kalıcı bir çözüm bulunamadığı bir dönem olmuştur. Dünya Bankası bu nedenlerden dolayı “Temel İhtiyaçlar ve Büyüme ile Birlikte Yeniden Dağıtım” stratejilerine odaklanılırken,1980’li yıllarda ise pek çok ülkede uygulamaya konulan yapısal uyum ve istikrar programları ile neo-liberal politikalar yaygınlaştırılmış, yoksul sorunu dışlanmıştır (Şenses,2009:39). Dünya Bankası 1980 yılında yayınladığı Dünya Kalkınma Raporunda yoksullukla mücadele ve insani gelişmeye atıfta bulunmuş olsa da uygulamada ne yoksullukla ne de uzun dönem gelişme sorunlarıyla ilgilenmiştir (Şenses,2009:40).

1990 Dünya Kalkınma Raporu ise Dünya Bankası’nın yoksulluğa olan ilgisinin, yapısal uyum politikalarının yoksulluk üzerindeki olumsuz etkileri anlamında, geri geldiğini göstermektedir. Ancak 1970’li yıllarda yapılan çözüm önerilerine dönüş niteliğinde olmuştur. Bu dönemde temel ilgi özelleştirmenin yarattığı işsizlik sorunundan, yapısal uyum programlarının olumsuz sonuçlarından etkilenenler için güvenlik ağı oluşturulması üzerinedir (Şenses,2009:41). Bu bağlamda, 1990 Dünya Kalkınma Raporu, 1991 Yoksulluğu Azaltmak İçin Yardım Stratejileri, 1992 Yoksulluğun Azaltılması El Kitabı, 1993 Dünya Bankasının Yoksulluğu Azaltma Stratejisi: Başarılar ve Yapılması Gerekenler adlı çalışmaların ve özellikle 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporunun yoksullukla ilgili yoksulluğa verilen önemin arttığının ispatı olarak sunulmuştur(Şenses,2009:41-42). Dünya

Bankası’nın yoksulluğa olan ilgisinin arttığı doğrudur. Ancak önemli olan bu ilgiye karşılık sunulan çözüm önerilerinde farklılaşma olup olmadığıdır.

Uygulanan yapısal uyum ve istikrar programlarının olumsuz sonuçlarının fark edilmesi ve giderilmesi bağlamında bir şeyler yapılması yerinde olmakla beraber, yoksulluk sorunu ele alınışında ana çizgide büyük bir değişim olmamıştır. 1990’lı yıllarda yoksulluk sorununun azaltılması için yoksul kesimin temel hizmetlerden yeterince faydalanamadığı savunulmuştur. Dünya Bankası’nın 1996 yılında öne sürdüğü sağlık, gıda, eğitim ve sosyal korumaya ilişkin yaklaşımını temellendirdiği

‘insani gelişme ağı’ söylemi temel hizmetlere olan ilginin artışının bir göstergesidir.

Dünya Bankası bir yandan piyasa başarısızlıklarını kabul edip aşırı piyasacı uygulamaların törpülenmesi gerektiğini öne sürerken bir yandan da kaynakların kısıtlılığı argümanına sığınarak kamu sektörünün koruyucu sağlık hizmetleri gibi dışsallığın en fazla olduğu alanlara müdahale etmesi gerektiğini söylemekte ve kamu hizmetlerinin sunumunda özel sektör, STK ve kamu işbirliğini önermekte, düşük gelirli ülkeler içinse hedeflemeyi çözüm önerisi olarak sunmuştur (Deacon,2011:112-113). Bu bağlamda, Banka’nın sosyal korumaya ilişkin bir şeylerin yapılması gerektiği tespiti yerindedir. Ancak buna ilişkin çözüm önerisi tartışmalıdır. Çünkü Dünya Bankası sosyal koruma için “toplumsal hayata katılımı sağlama mücadelesi”ne destek verme iddiasındadır ve bunun “risk yönetimi” ile sağlanabileceğini savunmaktadır (Deacon,2011:114).

“Risk Yönetimi”, Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadeleye daha çok önem verdiğini ve yoksulluğa yeni bir bakış açısı getirdiğini iddia ettiği 2000 / 2001 Dünya Kalkınma Raporunda sunulan “yoksulluğu azaltma stratejisi”nde ele alınmaktadır. Bu strateji, “fırsatları arttırma” yani ekonomik büyüme;

“güçlendirmeyi olanaklı kılma” yani kurumlar için hesap verilebilir ve şeffaf yapı;

“güvenliği arttırma” yani insani sermaye yatırımından oluşmaktadır. Yoksullukla mücadelede güvenliği arttırma söylemiyle eklemlenen yeni strateji “sosyal risk yönetimi”dir (WorldBank,2001:6-7; akt. Çulha Zabcı,2009:91). Öne çıkarılan sosyal riskin, yani toplumsal tepkinin, yoksulun yönetimidir. Bu anlamda, Dünya Bankası’nın sosyal riski nasıl tanımladığını ve nasıl bir çözüm önerisi yaptığını hatırlamakta fayda vardır: Dünya Bankası’na göre sosyal risk “suç, bölgesel şiddet, terörizm, çete eylemleri, ülke içi çatışmalar, savaş ve sosyal ayaklanma" olarak sayılmaktadır (WorldBank,2000:136; akt. Çulha Zabcı, 2003:223).

Asıl ilginç olan ise, gerekli sosyal güvenlik önlemlerini almada geç ve yetersiz kaldığı iddiasıyla, sorumlu tuttuğu hükümetlere, sosyal riski yönetebilmesi için yaptığı çözüm önerisidir. Çünkü bu çözüm önerisi, işsizliği ve toplumsal patlamayı yaratan liberal söylem için biçilmiş kaftandır ve neo-liberal politikaların tasarladığı sosyal güvenlik sistemini odak almaktadır. Yani sorunu yaratan nedenler, çevrilip yaraya merhem yapılmaya çalışılmaktadır. Sosyal risk yönetimi için, hükümetlerin “baş etme stratejisi” olarak uygulayacakları, ilk önce, işsizlere kısa vadeli istihdam ve teknik beceri edinme olanakları, ikincisi yapılacak transferler, üçüncüsü ise ilk ikisi işe yaramadığı takdirde, hanehalkının tüketiminin azaltılması ve emek arzının artırılmasıdır (WorldBank,2000:142; akt. Çulha Zabcı, 2003:224) Anlaşılacağı gibi, yoksulun durumunun iyileştirilmesi ve yoksulluk durumundan kurtarılması için değil, bu kesimin emek piyasası tarafında içerilmesine ve toplumsal patlama riskinin azaltılmasına yönelik bir politika sunulmaktadır.

Ayrıca bu politika sunumu, Dünya Bankası’nın ironisini de göstermektedir.

azaltılan kamu harcamaları, bu ülkelerde sağlık ve eğitim sisteminin çökmesine neden olmuştur. Fakat daha sonra Dünya Bankası, yoksulluğu azaltma stratejisi olarak eğitim ve sağlığa yönelik projeleri sunmuş ve krediyle desteklemiştir. Ancak, bu sefer de, sağlık ve eğitime ilişkin projeleri yürütebilmek için alınan krediyi faiziyle ödemek durumunda olan bu ülkeler, borcu ödeyebilmek için kamu harcamalarını tekrar kısmak zorunda kalmaktadırlar (Çulha Zabcı, 2003:219).

Sonuç olarak, Dünya Bankası, IMF, ILO, OECD gibi uluslararası kurumların sosyal politikaya yönelimleri olmuştur (Deacon,2011).Bunlar şu şekilde sıralanabilir:

IMF, Dünya Bankasının yapısal uyum programlarının toplumsal boyutuna daha çok değindikçe, uygulanan programların sonuçları üzerine kalmasın diye sosyal politikaya ilişkin tartışmalara yetişmiş (Deacon,2011:115),

ILO 1999’da, 21. yüzyılda ekonomik ve sosyal güvenlik, 21. yüzyılda küresel çalışma esnekliği bağlanımında vatandaş güvenliğine katkıda bulunabilecek evrensel politikaları dile getirmiş (Deacon,2011:118),

OECD 1994’de kamu sosyal harcamalarının kısılması gerektiği savunusunun tam tersini söylemeye başlamış ve küreselleşmenin sosyal koruma ihtiyacı yarattığını vurgulamıştır (Deacon,2011:119).

Özellikle Dünya Bankası’nın başını çektiği bu yönelimde küresel sosyal haklardan bahsedilmekte, fakat kamusal sunum temel hizmetlerin sunumuna indirgenmektedir. Bu anlamda, bu yaklaşım küreselleşen ortamda artan riskler ve belirsizliklere karşı bireyin kendini güvence altına alma sorumluluğunu devletin üstleneceği bir yaklaşımı savunmamaktadır. Yani Dünya Bankası’nın ve diğer

uluslararası kurumların, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına olan ilgisi artmakta, fakat küreselleşmeyi sınırlayıcı dahi bir politika önerisi yapılmamaktadır.