• Sonuç bulunamadı

2.4. NEOLİBERAL KALKINMA İKTİSADI

2.4.3. Neoliberalizmde Yapısal Ayarlamalar

2.4.3.2. Dünya Bankası

Dünya Bankası’nın kurucu üyeleri başlangıçta, Banka’nın kuruluş ve işleyişini düzenleyen “Articles of Agreement” başlıklı Ana sözleşmesini kabul etti. Ancak 11 madde ve 2 Ek’ten oluşan söz konusu Ana sözleşme, Banka’nın zaman içinde değişen rolüne ve fonksiyonlarına bağlı olarak günümüze kadar çeşitli değişiklere uğramış bulunmaktadır. Ana sözleşmenin 1. maddesi Banka’nın kuruluş amacına ayrılmıştır. Maddede yer alan hükümlere göre Banka’nın kuruluş amacı özetle (Kaya, 2008: 05-06):

 Üye ülkelerin savaşın oluşturduğu yıkıntıların düzeltilmesi de dahil olmak üzere, kalkınma ve yeniden yapılanma çabalarına, verimli sermaye yatırımları kanalıyla yardımcı olmak, gelişme yolundaki

94

ülkelerin kaynaklarının ve verimli imkanlarının geliştirilmesini özendirmek,

 Özel yabancı yatırımları garanti vermek ya da krediye katılımda bulunmak yoluyla desteklemek; özel sermayenin yetersiz olduğu yerlerde kendi kaynaklarını kullanmak suretiyle destek sağlamak,  Uluslararası ticareti geliştirmek ve ödemeler dengesi istikrarını

sürdürebilmek için kalkınma amaçlı uluslararası yatırımları özendirmek,

 Başka kanallardan sağlanan kredileri yeniden düzenlemek ya da garanti etmek suretiyle daha yararlı ve acil projelerde öncellikle kullanılmasını sağlamak,

 Savaş döneminden barış dönemine geçişte mümkün olan en uygun koşulların sağlanmasına yönelik uluslararası yatırımları yönetmek biçiminde ifade edilmektedir.

DB kuruluş amaçlarının, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın onarılması hedefleriyle örtüşmesine rağmen günümüzde durum çok farklıdır. Bu farklılaşmayı DB kendi dokümanlarında da ifade etmektedir. Günümüzde DB, savaş sonrası Avrupa’ya yardım eden kurumdan çok farklıdır. Bütün çalışmalarını yoksulluğun azaltılmasına odaklanacak şekilde biçimlendirmektedir. Eskiden mühendislerden ve mali analistlerden oluşan homojen yapıda personele sahip iken bugün, %40’ı ülke temsilciliklerinde bulunan ekonomistler, kamu politika uzmanları, sektör uzmanları ve sosyal bilimcilerden oluşan farklı disiplinlerden gelen farklı nitelikleri bulunan çalışanları vardır.

DB’nin görevi, ülkelerin belirli sektörlerde reform yapmalarını veya belirli projeleri uygulamalarını (örneğin okullar ve sağlık merkezleri kurma, su ve elektrik sağlama, hastalıkla savaş ve çevreyi koruma) sağlamak üzere teknik ve mali destek vererek, uzun vadeli ekonomik kalkınmayı ve yoksulluğun azaltılmasını teşvik eder. DB’nin desteği genellikle uzun vadelidir ve finansmanı hem üye ülkelerin katkılarıyla, hem de tahviller basımı ile yapılır. DB personeli genellikle belirli konularda, sektörlerde veya tekniklerde uzmandır.

95

Daha büyük, daha geniş kapsamlı ve daha karmaşık bir yapıya sahip olan DB birbiriyle yakından bağlantılı beş kalkınma kurumunu kapsayan bir grup haline gelmiştir. Dünya Bankası denilince ilk akla gelen Uluslararası Yeniden Yapılandırma ve Kalkınma Bankası (The International Bank for Reconstruction and Development– IBRD) olmakla birlikte, gerçekte bu deyim, Uluslararası Kalkınma Birliği (The International Development Association–IDA), Uluslararası Finansman Kurumu (The International Finance Corporation–IFC), Çok taraflı Yatırım Garanti Ajansı (The Multilateral Investment Guarantee Agency–MIGA) ve Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıklarının Çözüm Merkezi (The International Centre for Settlement of Investment Disputes–ICSID)’nden oluşan 5 ayrı kurumu ifade eder. Bu kurumların bir grupta toplanması (Öztürk, 2006: 38);

 Tümünün başkanlığını Dünya Bankası (IBRD) Başkanının üstlenmiş olmasının,

 Yönetim, amaç ve fonksiyonları bakımından DB ile doğrudan ilişkili bulunmasının ve

 Diğer kurumlara üye olabilmek için öncelikle DB’ye üye olma zorunluluğunun getirdiği pratik bir sonuçtur. Bir başka deyişle, bütün bu kuruluşlar kaynak ve hesapları bakımından birbirinden bağımsız olmakla birlikte, üyelik, amaçlar ve yönetim iliksileri açısından DB şemsiyesi altında toplanmışlardır.

Ana sözleşme gereğince DB üyeliği, IMF üyesi olan her ülkeye açıktır. Başka bir deyişle DB’ye üye olmak isteyen ülkenin öncelikle IMF’ye üye olması şarttır. 2006 yılı itibarıyla DB’ye üye ülke sayısı 184’e ulaşmış bulunmaktadır. Türkiye ise kuruma 1947 yılında üye olmuştur. DB, üye ülkelerle ilişkisini kamu kesimi üzerinden kurar. Bunun iki temel nedeni vardır; birincisi, Ana sözleşme gereğince, Kurum, sadece üye ülke hükümetine veya hükümet garantisi altında bir kamu kurumuna borç verebilir. İkincisi ise, kurumun çalışmalarını yürütmek için ihtiyaç duyduğu bilgilerin çoğu, kamu kesiminin elinde bulunmaktadır. Ana sözleşme’nin III/2’inci maddesi uyarınca, üye ülkeler de, kurum ile ilişkisini, “mali ajan” tayin ettiği Hazine, Merkez Bankası veya benzeri mali yönetimin üst düzey kurumlarından biri ile yürütmek zorundadır. Ayrıca üye ülkeler, merkez bankasını veya bu görevi

96

yürüten başka bir kurumunu, kendi parası cinsinden olan sermaye yükümlülüğünü muhafaza etmek için “muhafaza kurumu” olarak tayin etmek ve bunu kuruma bildirmekle yükümlüdür (Öztürk, 2006: 44).

1980’li yıllar boyunca Banka çeşitli yönlere çekildi. Bu yılların başlangıcında, Banka, makroekonomik konular ve borç erteleme sorunlarıyla yüz yüze iken, 1980 yılların sonunda sosyal sorunlar ve çevre problemleri temel sorunlar sayıldı ve sivil toplum sözcüleri giderek artan bir şekilde Banka’yı belli bağlı projelerinde kendi politikalarını göz ardı etmekle suçladılar. Banka bu gün, küresel politika arenasında eskiden hiç olmadığı kadar önemli bir rol oynamaktadır. Bu ifadeden açıkça anlaşıldığı gibi, bugün gelinen noktada, Banka, belirli bir amaçla kurulmuş herhangi bir uluslararası mali kurum olmanın ötesinde, yoksulluğun azaltılmasından çevre sorunlarına, kamu sektörünün küçültülmesini hedefleyen özelleştirme uygulamalarından uluslararası yatırımların özendirilmesine uzanan bir dizi konu hakkında birinci elden düşünce üreten ve bunların uygulanmasına katkıda bulunan, asıl önemlisi, küresel politikaların oluşturulmasında önemli bir aktör olan kendine özgü bir kurum niteliğindedir (Kaya, 2008: 07).

DB çevrelerinde genellikle hızlı nüfus artısı ve hükümetlerin bunu kontrol etmek için yeterince fon ayırmamasını başarısızlığın temel nedeni olarak görme eğilimi bulunmaktadır. Oysa uzun yıllar yoksulluğu azaltma çabalarının neden başarısız kaldığı konusunda çok sayıda çalışma yapmış olan DB iktisatçılarından William Easterly (2001), yüksek nüfus artışının bir efsane olduğunu, esas doğum kontrolünün, ekonomik kalkınmadan geçtiğini belirtmektedir. Burada yoksulluğun önlenmesi açısından iki önemli tespit yapılmalıdır. Öncelikle Easterly’in (2001) belirttiği gibi tüm tarihi örneklerde nüfus artısı kalkınmayla birlikte azalmıştır. Bunun dışındaki yöntemlerle, diğer bir ifadeyle gelir ve eğitim imkanlarını geliştirmeden nüfus artısını kontrol çabaları genellikle başarısız kalmaktadır. İkinci önemli nokta, DB’nin gelişmekte olan ülkelere sağladığı yardımlar ve borçların gerçekte yoksullukla mücadeleden çok, borç krizlerini asıp makro ekonomik istikrarı temin etmeye yönelik olduğudur. 1990’lı yıllarda 24 geçiş ekonomisi, Batılı iktisatçıların önerileri doğrultusunda 143 yapısal denge amaçlı borç almıştı. Sonuçta, üretimde büyük kayıplar ortaya çıkmış ve yoksulluk artmıştır. Öyle ki, bu ülkelerde

97

günlük 2 ABD $’dan daha aşağı gelir düzeyine sahip olanların yüzdesi 1.7’den 20,8’e yükselmiştir (Öztürk, 2006: 37-38).

IMF ve DB’nin dünyanın birçok azgelişmiş ülkelerinde uyguladığı programların asıl hedefi kalkınma değildir. Amerika ve Batı Avrupa’nın sahip olduğu çok uluslu firmaların üretim fazlası için yeni yeni pazarlar bulmak ve bu firmalar adına maliyeti düşüren ucuz işgücü sağlamak IMF ve DB’nin uyguladığı programlarının esas hedefleridir.

Sistemin kısaca işleyişi şöyledir (Soral,

www.bartusoral.com/PDF/ekonomik_krizlerde.pdf): Koruma ve gümrükleri kaldırarak ithalatı serbest bırakmak; böylece devlerle rekabet edemeyen ulusal ölçekte üretim yapan firmaları ya iflasa sürüklemek veya büyük Batı firmalarına taşeron yapmak ve böylece yerel üretimi bitirmek. Biten yerel üretim yerine kendi üretimlerini koymak yani ithalatı teşvik etmek. Yeni pazarlar böyle açılıyor. Yerli malı kullanmalı sloganları geri kalmış ülkelerde unutturulurken; kapitalizmin devi ABD’de Başkan yerli malı kullanmaya teşvik edici konuşmalar yapıyor. Bu ithalatı sağlayabilmek için dış borç imkanlarını seferber etmek ve sıcak para girişleri ile ekonomileri döndürmek. Bu süreçte sadece borç ödeyen bir kamu finansman modeli yaratmak. Borcun ödenebilmesi için tekrar borçlandırmak, özelleştirmeler ve doğal kaynakların kullanım haklarına el koymak.

Girdilerde önemli bir maliyet unsuru olan iş gücü piyasasını da düzenliyor bu programlar. Yatırımların durması ve ulusal üreticilerin iflası sonucu işsizlik ve yoksulluk artıyor. Bu durum reel işçi ücretlerinin baskılanması sonucunu doğuruyor. Bu programlar birçok geri kalmış ülkede uygulandığı için aslında üçüncü dünya ülkeleri birbirleriyle büyük üreticilere ucuz emek sağlayabilmek için rekabet ediyor. Yani bir ülkede fazla kıpırdanma olursa veya istenilen imtiyazlar tanınmazsa fabrikalar derhal sökülüp daha ucuz işçi girdisi sağlayan veya daha çok imtiyaz veren ülkeye kayabiliyor. Veya diğer ülkelerdeki taşeronlara yaptırılıyor. Çaresiz kalan ekonomiler ise yabancı sermaye ve sıcak para girişi sağlamak için türlü türlü vergi muafiyetleri ve ayrıcalıklar tanıyorlar. Bu süreçte bozulan gelir dağılımı sonucu nüfusun büyük bir kısmı yoksullaşırken az bir kısmı ise zenginleşiyor. Tüketim

98

harcamalarında ülke gelirinin çoğunu alan bu kesim önemli rol oynuyor. Bir sonraki dilim ise kredi kartı ve çeşitli borçlanma yöntemleriyle tüketimi sürdürüyor (Soral, www.bartusoral.com/PDF/ekonomik_krizlerde.pdf).

Michel Chossudovsky’e göre (Chossudovsky, 1999: 91-95), “…ulusal ekonomilerin Bretton Woods kuruluşlarının yardımıyla yeniden yapılandırılması devletlerin zayıflamasına katkıda bulunur. İç pazara yönelik sanayinin altı oyulur ve ulusal işletmeler iflasa itilir. İç tüketimin Yapısal Uyum Programının sonucu olarak daralması, emek maliyetlerindeki buna tekabül eden bir azalma anlamına gelir; Yapısal Uyum Programının gizli gündemi burada yatar”. “… Yoksulluğun küreselleşmesi dünya ölçeğinde ucuz emeğe dayalı bir ihracat ekonomisinin gelişimine destek olur“. “… ekonomik reformlar, ulusla üretim ve tüketim yapılarının ayrışması/yeniden biçimlenmesi anlamına gelir. Gerçek kazançların azalması emek maliyetlerinde bir azalmaya ve nüfusun büyük çoğunluğunun tüketim düzeyinde (temel ihtiyaç maddelerinin tüketiminde) gerilemeye yol açar. Diğer yandan tüketimin yeniden biçimlenmesinin ayırt edici özelliği, yüksek gelir tüketiminin, ticaret liberalizasyonu ve toplumun küçük bir kesimi için ithal edilen dayanıklı tüketim malları ve lüks malların aracılığıyla artmasıdır’’.