• Sonuç bulunamadı

Suçun varlığı, insanlığın varoluşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Genele bakıldığında suç olduğu düşünülen eylemin, meydana geldiği ortamdaki bireylerin ya da grupların sahip olduğu hakları ortadan kaldırmaya yönelik olduğu görülür. Duruma göre yaşama hakkı ya da mülk edinme hakkı gibi birçok hak bu kapsama girebilir. Bu yönüyle değerlendirildiğinde suç olgusu, var olduğu ortamdaki her bir bireyi ve kesimi doğrudan ve dolaylı olarak etkilemektedir.

Suçla ilgili olarak dini metinlere bakıldığında, Kuran’ı Kerim’de, ilk insan kabul edilen Hz. Âdem’in oğullarından Kabil’in ilk cinayeti işleyişi konu edilir (5: 27,28,29,30,31.). Suç; diğer tek tanrılı ve çok tanrılı dini metinlerde de toplumsal menfaatlere veya bireye zarar veren eylemler çerçevesinde günah olarak kabul edilir ve cezalandırılmasının gerekliliği ifade edilir.

1700’lü yılların başları; suç, suçlu, toplum kavramlarının ve bunlar arasındaki ilişkilerin, dini temellerden arındırılarak yeniden tanımlanmaya başladığı dönem olmuştur. Bu, aynı zamanda, suç tanımlarının standartlaştırılması ve daha gerçekçi bir çerçeveye oturtulması sürecinin de başlangıcıdır. Bu dönemde, devlet adı verilen otorite, suçun ne olduğunun belirlenmesi ve belirlenen bu sınırlar içerisinde kalan eylemlerin hangi yaptırımlara tabi tutulması gerektiği konusunda söz sahibi olan tek makam haline gelmiştir. Fakat bu durumda bile, hala eski dönemlerden kalma bir takım esasların varlıklarını gösterdiği ve suça ilişkin tanımlar yapılırken suçun kökeninin tarihin ilk çağlarına dayandırıldığı görülmüştür.

41

Suçun kaynağına ilişkin değerlendirmeler ve açıklamalar yapılırken, bazı faktörlerin suça yöneltici etkileri fikir adamlarının dikkatini çekmiştir.

Kanunlar isimli yapıtında Platon, bir tür ruh hastalığı olarak ifade ettiği suç ile ilgili; arzu, cehalet ve zevk arayışını sebep olarak göstermiştir. Platon, suçluyu, söz konusu sebepleri baskılayarak bu durumdan kurtarabilecek şeyin cezalandırma olduğunu iddia etmiştir. Aristo’ya göre ise suç işleyenler, toplumun düşmanlarıdır ve en acımasız şekilde cezalandırılmalıdır (Bal, 2003: 63).

İnsanların bir arada yaşamaları sonucunda ortaya çıkan bir kavram olarak suç, yasa koyucu tarafından ilan edilen şartlara ya da koşullara uyulmaması halinde, başka bir deyişle kanun tarafından çizilen sınırların yok sayılması durumunda bu eylemi gerçekleştiren kişi ya da kişilere yönelik cezanın uygulandığı bir harekettir (Özen, 2003: 70). Thering'in, toplum düzenini bozacak bütün taarruzlardır diyerek, suç olgusuna dair en geniş tariflerden birini yaptığı söylenebilir (Dönmezer, 1994: 58).

Erem ise (1997:7), bu olguya psikolojik açıdan bir tanım getirmek isterken, suçun, hal-i hazırda insanın derinliklerinde var olan bir durumun ortaya çıkarak kendini gerçek dünyada göstermesi olduğunu söylemiştir

Taft, suçu toplumu idare etme erkini elinde bulunduran tabaka tarafından belirlenmiş olan kanunların aleyhine hareket edilmesi şeklinde tanımlamıştır. Durkheim ise suç kavramı için, “Olağan, gerekli ve faydalıdır.” ifadesini kullanmıştır. Suçun olağanlığını bütün topluluklarda hal-i hazırda mevcut olması ile gerekli olmasını tüm bireylerin bu duruma neden olan hisleri taşıyor olması ile faydalı olmasını ise toplumun statik bir halden dinamik bir hale geçmesinde etken oluşu ile açıklamıştır (Dönmezer, 1994: 59).

Suç, bunların dışında, farklı şekillerde de tanımlanabilir. Hukuki bakış açısına göre suç, ceza yasalarının ihlal edildiği insan davranışıdır. Siyasal bakış açısına göre suç, yasaya güçlü gruplar tarafından yerleştirilen, daha sonra davranışın istenmeyen seçilmiş biçimlerini yasa dışı olarak kabul eden bir ölçütün sonucudur.

Sosyolojik açıdan suç tanımlanırken vurgulanan hususlardan biri ise; toplumda var olan düzenin devam edebilmesi açısından kontrol altında tutulması gereken ya da gerekli olduğu düşünülen bir anti-sosyal davranış olduğudur. Psikolojik açıdan bakıldığında, suç, sosyal olarak olumsuz uyumun kendini gösterme yöntemidir ve bir

42

davranış sorunudur. Bu ifadelerden yola çıkıldığında, suç kavramını tek bir tanım içerisine sığdırmanın zor olduğu görülmektedir (İçli, 2004: 4-5). Ancak suç tanımları her ne kadar birbirinden farklı olursa olsun, suçun olağandan ve beklenilenden farklı hareket etme davranışı olduğu, ortak kanaattir. ‘Normal’ kavramının ise toplumdan topluma değişebileceği unutulmamalıdır. Bu açıdan bakıldığında, suç olgusu her toplumun yapısına göre değişiklik gösterir (Erem,1997: 17). Yine toplumda zaman içerisinde meydana gelen bir takım değişimler ya da gelişmeler, bir eylemin suçken suç olmaktan çıkarılmasına veya suç değilken suç olarak tanımlanmasına neden olabilir. Bazı eylemler ise zaman ve mekân değişse de suç olarak kalmaya devam eder. Yaralama, hırsızlık ve cinayet bunlardan yalnızca birkaçıdır.

2.1.2. Ceza

Bir davranışın veya düşüncenin suç olarak kabul edilmesi, genellikle o davranışa yasak getirilmesine neden olmaktadır. Bu yasak, eylem sahibi kişi ya da kişilerin bazı yaptırımlara konu olmasına yol açabilir. Yaptırımı uygulayacak olan kurumun adına ister devlet, isterse beylik veya krallık denilsin, bu durum belli bir otoritenin varlığını gerektirmektedir. Suç denilen olgunun ortaya çıkışı ve belli müeyyidelere tabi tutulması, tarihsel olarak bakıldığında çok daha eskiye dayanmaktadır.

Cezaya dair birçok tanım mevcuttur. Örneğin Kazdin’in (1975: 332) psikologlar tarafından sıklıkla kullanılan tanımı, cezanın bir olayın tekrarlanma sıklığını azaltmak ya da tamamen ortadan kaldırmak için ortaya konulan caydırıcı bir cevap olduğu şeklindedir. Gregory’e (1966: 1023) göre çok geniş kapsamda tanımlandığında ceza; yanlış yaptığı ya da kanunları çiğnediği düşünülen kişi veya kişilerin, otorite tarafından yetki verilen kişi veya kişiler tarafından ayrıcalıklarından yoksun bırakılması veya cezalandırarak sıkıntı verilmesi şeklinde tanımlanır. Erem ise cezayı (1997; 1), devletin ilgili hukuk kurallarını uygulayarak suçun faili olan kişilerin ıslahı için uyguladığı önlemler olarak tanımlamıştır.

Dönmezer ve Erman (2016: 544) “Ceza, topluma büyük ölçüde zarar veren fiillerin karşılığında, devletin son çare olarak kanun ile oluşturduğu ve izlediği diğer amaçlar yanında, özellikle suç işleyeni bazı yoksunluklara tabi tutmak ve toplumun işlenen fiili onamama tutumunu belirtmek üzere ilke olarak bir yargı kararı ve suçlunun sorumluluk derecesi ile orantılı biçimde uygulanan korkutucu, caydırıcı bir müeyyidedir.” ifadelerini kullanmıştır. Demirbaş ise cezayı (2017: 473), “Topluma

43

zarar veren fiiller karşılığı olarak devletin kanunla koyduğu, izlediği diğer amaçlar yanında, özellikle suçluyu bazı yoksunluklara tabi kılmak ve bu şekilde toplumun söz konusu hareketleri onaylamadığını belirtmek üzere, yargısal bir kararla ve sorumluluk derecesiyle orantılı olarak uygulanan korkutucu yaptırım” olarak tanımlamıştır.

Cezanın suçluya acı vermesi ve caydırıcı olması gerektiği gibi önemli bir diğer hususun çerçevesi hukuk kuralları ile çizilmelidir. Cezayla ilgili önem arz eden bir diğer husus; maliyetin az olması, bireysel olması ve benzer suçu olanlar arasında eşdeğer olarak uygulanması gerekliliğidir. Geçmişte, suçluya bedelini ödettirme olarak algılanan cezalandırma; günümüzde suçluyu topluma kazandırma olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu durum, suçlunun bir takım yoksunluklar yaşayacağı gerçeğini değiştirmemektir (Erem, 1971: 164–167).

2.1.3. Cezaevi

Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazına Dair Kanunun 8. maddesinde; kapalı cezaevleri “İç ve dış güvenlik görevlileri bulunan, firara karşı teknik, mekanik, elektronik veya fizikî engellerle donatılmış, oda ve koridor kapıları kapalı tutulan, ancak mevzuatın belirttiği hâllerde aynı oda dışındaki hükümlüler arasında ve dış çevre ile temasın olanaklı bulunduğu, yeterli düzeyde güvenlik sağlanmış ve hükümlünün gereksinimine göre bireysel, grup hâlinde veya toplu olarak iyileştirme yöntemlerinin uygulanabileceği tesislerdir.” şeklinde tanımlanmıştır(Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü, 2004: 9219).

Cezaevinde bulunmanın olumsuz etkilerinden biri, bireylerde çalışmaya karşı isteksizlik ve sorumsuzluk duygusunu geliştirmesidir. Bireylerin beslenmelerinin belli bir düzen dâhilinde ve önceden tespit edilmiş zamanlarda gerçekleşmesi, dinlenme ve diğer faaliyetlerinin programlanıyor olması, sorumluluk duygularını köreltir. Bu, bireylerde rehabilitasyonu engelleyen bir durumdur (Othmani, 2003: 26-27).

Örgütlü kuruluşlarda cezaların kullanılmasına ilişkin yapılan birçok değerlendirme ve yorum yetersiz kalmaktadır. Genel olarak, kuruluşlardaki ceza uygulamaları ile ilgili metodsal yanlışlara dikkat çekilmektedir. Bu değerlendirmelerin çoğu, etik değerlendirmeleri ve cezanın kullanılması ile ilgili görüşleri merkeze alır ve bilimsel temellerden yoksundur (Arvey ve Ivancevich, 1980: 127-128)

44

Ceza infaz kurumlarının cezalandırma ve topluma kazandırma fonksiyonlarını yerine getirirken yarattıkları ortam, bu kurumların içinde kalan bireylerde bazı davranış bozuklukları oluşturmakta ve intihar davranışlarına giden süreç bunlardan biri olarak gerçekleşmektedir.

Giddens (2000: 199-202), cezaevlerinin suçluları topluma kazandırma noktasında ıslah etme işlevini yerine getiremediğini, ancak suç işlemeyen bireylerin suç işlemesine engel olabildiğini ifade ederken, cezaevlerinin genel caydırıcılığına değinir. Suçlular için cezaevinin caydırıcılığının bulunmayışını ise, bireyin toplumdan soyutlanmasına bağlar. Cezaevi dışında ilişkide bulunduğu çevre ile bağları kopartılan, ekonomik anlamda zayıf düşen bireyin rehabilitasyonunun, otoritenin gücünü yoğun bir şekilde hissetmenin de etkisi ile zorlaştığı ve buradaki olumsuz şartların, bireyin topluma karşı daha saldırgan bir tavra bürünmesine neden olduğunu belirtir. Bütün bunlara ek olarak, suçlunun, cezaevinde bulunan diğer suçlulardan yeni suç becerileri öğrendiğini ve onlarla ilişkilerini cezaevinden çıktıktan sonra da devam ettirdiğini ifade eder.

Cezaevlerinin suçu ve suçluyu yeniden üretmesine dair değişik yaklaşımlar söz konusudur. Sutherland’in (1947: 24-25) Ayırıcı Birleşimler Kuramı, suçla ilişkili kişilerin bir arada yoğunluklu olarak bulunduğu ve birbirini etkilediği cezaevlerinde, bireylerin suçluluk üzerine davranışlarının pekiştiğini söyler. Bu pekişmenin bireylerdeki etkisinin, ilişkinin tekrarlanması ve sürenin uzunluğuna göre farklılık göstereceğini söyleyen Sutherland; çevresel koşulların önemine dikkat çekmektedir.