• Sonuç bulunamadı

Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin tecellileri vardır

B- Risale-i Nur’dan Esmâ Damlaları

8- Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerinin tecellileri vardır

“Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmâsıyla hakikî bir surette te-celliyatı var. Bütün eşyanın, O’nun icadıyla bir vücud-u

217 Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud’un vü-cuduna nispeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölge-dir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hal-lak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.”218

“Bir meyve ağacının gölgesinde serinlendiğimizi düşü-nelim. Ortada bir ağaç, bir de gölge olmak üzere iki varlık söz konusu.

Gölgeye yok diyemeyiz, çünkü onu görüyor ve onun-la serinliyoruz. Ama o gölgeye ağaç da diyemeyiz. Buna göre, gölgeyi şöyle değerlendirmemiz gerekiyor: Gölge ağaçtan haber verir ama onun özelliklerini taşımaz. Varlığı ağacın varlığına göre çok aşağı derecededir.

Onda ne ağacın sertliğini, ne içinde işleyen İlâhî tezgâh-ları, ne de bu tezgâhlardan çıkan yaprak, çiçek, meyve gibi ürünleri bulabiliriz. Ama o bu hâliyle bize ağacın varlığın-dan haber verir, “o olmasa ben olmazdım” mânâsını ifade eder.

Gölgeleler ilgili şu ders ne güzeldir: “Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyatı var. Bütün eş-yanın, Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücud çendan Vâcib-ül Vücud’un vücuduna nispeten gayet zaîf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.”219

Bu güzel ifadelerde önemli reçeteler ve gerçeği bulma-mızda değerli ip uçları mevcut. Cenâb-ı Hakk’ın varlığı “va-cip”; yani olması zarurî, olmaması muhâl. Bu varlık

mer-218 Mektubat, 18. Mektup.

219 Mektubat, 18. Mektup.

tebesi ancak Allah’a mahsus. Bütün mahlûkatın varlıkları ise “mümkin” sınıfına giriyor. Bir zamanlar yok idiler, İlâhî irade ile varlığı tattılar. Yine aynı irade ile hayatlarına son verilebiliyor ve yeniden varlık sahasından göç ediyorlar.

İşte bu mümkinin varlık sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın vacib olan varlığına göre zaif bir gölgedir. Ama bu varlık, vehmî değil hakikîdir. Fakat, mertebe itibariyle çok zayıftır.

Gölge ifadesi bu ince mânâyı ders verir bize. Yoksa, bu varlıkları yok saydığımız takdirde, vecizenin başındaki ger-çeğe ters bir anlayışa gireriz.

İlâhî isimler hakikî oldukları gibi tecellilerinin de hakikî olması gerekiyor. Meselâ, şu anda varlığımız devam edi-yorsa bu, Bâki isminin bir cilvesi iledir. Ölümle fâniliği tat-mamız şu andaki hayatımızın bir vehim olduğu mânâsına gelmez. Biz şimdi vehmî olarak değil, hakikî mânâda varlık sahibiyiz. Ama bu varlığımızın devam ve bekası Cenâb-ı Hakk’ın kıdem ve beka sıfatlarına nispeten bir gölge ol-maktan ileri gitmez.

Aynı şekilde, bizde ihya (hayat verici) fiili icra edilmiş ve böylece hayata kavuşmuşuz. Bu hayatımız da vehim değil, hâyâl değil.

Hayatımız gibi, onu besleyen rızklar da hayal ve vehim değiller. Eğer öyle olsa, yani hayatımız da rızıkımız da veh-mî olsalar, hakikî olmasalar, o zaman vehveh-mî bir hayatı ver-mek, hayalî bir rızkı yaratmak Cenâb-ı Hakk’ın hakikî olan rezzakiyetiyle ve ihyasıyla nasıl bağdaşabilir?

Bir başka hakikat dersi: “Evet mevcudatta sebeb-i mu-habbet olan hüsün ve ihsan ve kemâl, umumiyetle Bâki-i

Hakikî’nin hüsün ve ihsan ve kemâlâtının işâratı ve çok perdelerden geçmiş zaîf gölgeleridir; belki cilve-i Esmâ-i Hüsnâ’nın gölgelerinin gölgeleridir.”220

Gölgenin gölgesi ifadesi şöyle açıklanabilir:

Eşya vücut sahasına çıkmadan, Allah’ın ilminde mev-cut idiler. İşte ilim dairesindeki bu varlıklar, onların varlığı-na esas olan İlâhî isimlerin gölgeleridir. Eşya yaratıldıktan sonra kazandıkları vücut ise, ilim dairesindeki o gölgelerin gölgeleri.

İnsan, zihninde bir cümle kurduğunda bu cümle onun ilim sıfatının gölgesi gibidir. Onu kâğıda döktüğünde orta-ya çıkan orta-yazı, gölgenin gölgesi olmuş olur. Gölgenin zattan haber vermesi gibi, bu cümle de ilim dairesindeki birinci varlığından haber verir. İlim dairesindeki o cümle de ilim sıfatının ve âlim isminin bir gölgesi gibidir.

Yukarıda geçen işaret kelimesi de gölge mânâsını ders vermekle birlikte, hayale ayrı pencereler de açar.

İşaret denilince hayalimizde haritalar canlanır. Haritada bir nokta ve üzerinde İstanbul yazılı. Bu nokta ve bu isim İstanbul’a işaret ederler, ama İstanbul değildirler. Onlarda İstanbul’un hakikî güzelliğini ve gerçek kemâlini görmek, hissetmek mümkün değil.

İşte bu mânâyı kemâliyle idrak eden, zevk eden büyük zatlar bütün teveccühlerini Vacib olan Allah’a has kılmış-lar, bu işaretlere ve gölgelere ne gönül bağlamış, ne de onlar için birbirlerini incitmiş, kalp kırmışlar.”221

220 Lem’alar, 3. Lem’a.

221 Bkz.: risaleinurenstitusu.com, ayrıca bkz.: http://www.sorularlarisaleinur.com

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

BAZI SORU VE CEVAPLARLA

ESMÂ-İ HÜSNÂ

BAZI SORU VE CEVAPLARLA ESMÂ-İ HÜSNÂ

1- Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları arasında derece var mıdır?

“Biz, bize ait isimleri anne ve babamızın isimlendirme-siyle değil de sonradan elde edeceğimiz mahâretlere göre almış olsaydık kimimiz ekmek pişiren manâsına “Habbaz”, kimimiz, marangozluk işlerini iyi becermesiyle “Neccâr”..

vs. gibi isimler alırdık. Yani kimin mahâreti hangi yönde ise, alacağı isim o manâyı ifâde eden bir isim olurdu. Ba-zan bu isimler, mübâlâğa kalıbıyla da ifâde edilir. Mese-lâ normal setredene “Sâtir”, fakat, tastamam ve kusur-suz setredene ise “Settâr” normal hamdedene “Hâmid’;

ham, vazifesini tam yerine getirene de “hammâd” denir.

Halbuki, bizim isimlerimiz, sonradan kazanacağımız ma-hârete göre değil de anne ve babalarımızın arzusuna göre verilir. Hatta bazan, hiç de bize uygun düşmeyen veya bi-zimle alâkası olmayan bir isimle de isimlendirilebiliriz.

Böyle bir benzetme ilk bakışta kaba ve sevimsiz görü-lebilir. Ne var ki, mücerret hakikatların anlatılmasında öte-den beri hep aynı yolda hareket edilmiş ve ifâde tenezzü-lâtına gidilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’a ait isimler, kâinatta icraatı müşahe-de edilip ve yine O güzel isimler sâhibi tarafından, O’-nun has kulları vasıtasıyla bize tâlim edilmiş isimlerdir.

Meselâ, kâinatta apaçık gördüğümüz bir güzellik vardır.

Gökkuşağı gibi bu güzellikler birbiri içinde bütün var-lığı sarmış durumdadır. Ovada, obada, çiçekte baharda, gözde ve kaşta bir güzellikler cümbüşü hâkimdir. Bu gü-zelliklerin sâdece dış yüzüne bakıp hayranlığını ifade için, binlerce senedir, binlerce edîp ve şâir hep bu güzellikleri destanlaştırmaya çalışmış, yine de söylenmesi mümküne kıyasla, çok az şey söyleyebilmişlerdir. Anlatmakla bitire-meyeceğimiz bütün bu güzellikler elbette Cenâbı Hakk’ın bu manâyı ifâde eden bir ismine dayanmaktadır ki o da

“Cemîl” ismidir.

Yine, kâinatta ince bir nizâm ve intizam dâhilinde, rı-zık tevziatı yapılmaktadır. Hücreden gergedana kadar her canlı kendine münâsip bir rızıkla beslenmektedir. İbâdet ve tesbihler meleğe rızık olurken, et insana, kemiği de cinlere rızık olmaktadır. İşte gözle gördüğümüz rızka ait bu faali-yet, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın bir “Rezzâk” ismi ol-duğunu ispat etmektedir.

Eğer biz Cenâb-ı Hakk’ın “Cemîl” ve “Rezzâk” isimlerini bilmemiş olsaydık icraatını gördükten sonra, Ona hitaben

“Sen Cemîlsin”, “Sen Rezzâksın” diyecektik. Bunun gibi,-diğer isimlerini de icraatından anlayıp yine, O’na o

isimler-le sesisimler-lenecektik. İşte Cenâb-ı Hakk, icraatını gösterdikten sonra, bizi yanıltmamak için kendisini bu isimlerle tesmiye etmiştir. Ancak Esmâ-i İlâhî istikrâîdir. Biz, Zât-ı Ulûhiyet hakkında kendi kafamızdan isim uyduramayız.

Bu isimler, Zât-ı Ulûhiyette, bunlara medâr olabilecek bir kısım sıfatlara dayanmaktadır. Yine yukarıdaki misâl-den hareketle söyleyecek olursak, kendisine “Habbâz” ismi verilen bir insanda eğer ekmek yapma sıfatı yoksa veya”

Neccâr” bir marangozluk sıfatına sâhip değilse bu isimle-rin ona verilmesi mümkün değildir. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın, her şeyin yüzüne perçinlediği güzelliklerle kendisinde var-lığını kabul ettiğimiz ve belli bir seviyedeki insanların da müşâhede ettiği “Cemîl” ismi, bütün güzelliklerin kaynağı olan “Cemâl” sıfatına dayanmaktadır. Bunun gibi bütün isimler kendilerine kaynak olacak bir sıfata,bütün sıfatlar da “Şe’n”e ki, bunu beşer için kullanacak olursak, kâbili-yet ve istidât diyebiliriz, ancak Cenâb-ı Hakk için böyle bir tabir kullanmamız doğru değildir, dayanmaktadır. Demek oluyor ki fiiller isimlere, isimler sıfatlara, sıfatlar Şuûnât-ı hâhiyeye ve Şuûnat-ı hâhiye ise Cenâb-ı Hakk’ın Zâtına dayanmaktadır. İşin burasında duruyor ve Allah Resûlü gi-bi; “Seni hakkıyla bilemedik Ey Ma’ruf” diyoruz. Ve yine Hz. Ebû Bekir gibi “Seni anlamaktan âciz olmak Seni anlamak demektir” diyor ve edeble iki büklüm oluyoruz.

O vardır. Varlığını iliklerimize kadar hissediyoruz. Fakat O’nu idrak etmekten de âciz bulunuyoruz. O’ndan daha âydın bir nesne yoktur, ama, O yine de bir mevcud u meç-huldür.”222

222 M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 3/57-59, Töv Yayınları, İzmir, 1991.

2- Allah’ın isimlerinin tevhid ve akaidle ilgili koyduğu esaslar nelerdir?

Esmâ-i Hüsnâ, tevhid ve akaidle ilgili şu beş temel esası ortaya koymaktadır:

1-Bu güzel isimlerin bir kısmı, Cenab-ı Hakk’ın varlı-ğını isbat eder. Allah’ın Hayy, Baki, Kayyum gibi sıfatla-rı, O’nun varlığının inkâr edenleri reddeder.

2- Bu güzel isimlerin bir kısmı, Cenab-ı Hakk’ın birli-ğini isbat eder; O’na hiçbir varlığın eş ve ortak olmadığı-nı ortaya koyar. Vahid, Ehad, Samed, Ganiyy gibi sıfatlar bazı varlıkları Allah’a ortak koşan müşrikleri reddeder.

3- Bu güzel isimlerin bir kısmı, Cenab-ı Hakk’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, hiçbir varlığa benzeme-diğini ve kimseye muhtaç olmadığını isbat eder. Kuddûs, Muhît, Mecid gibi sıfatlar Allah Teâlâ’yı varlıklara benzeten müşebbihe taifesini reddeder.

4- Bu güzel isimlerin bir kısmı, bütün varlıkların vü-cud bulmasında tek sebebin Cenab-ı Hakk olduğunu isbat eder. el-Halik, el-Bari, el-Musavvir, el-Kavi gibi isim-ler, varlıkların ortaya çıkmasını bir takım sebep sonuç iliş-kisi ile anlatmaya çalışan ve Yüce Yaratıcıyı unutan mad-decileri reddeder.

5- Bu güzel isimlerin bir kısmı, bütün alemi tedbir ve idare edenin Cenab-ı Hakk olduğunu isbat eder.223

Evet, İslâm inancının temeli Allah Teâlâ’yı tanımaktır.

Allah’ı zikretmeden ve O’nun boyasına boyanmadan O’nu

(celle celâluh) ayne’l-yakîn derecesinde tanımak mümkün

de-223 İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 12/525.

ğildir. İlahî sıfatları sadece akaid kitaplarından okumak ye-terli olmaz. Kendi nefsimizde ve kainatta o sıfatların tecel-lilerini, hikmetlerini, cilvelerini görüp okumadıkça, okuyup anlamadıkça, anlayıp Allah’a koşmadıkça imanımız taklit-te, sevgimiz dilde kalır.224