Silahse-ver subay namlusu kısaltılmış bir tüfeği incelemekteydi. "Hep çı
kardan, ekonomiden kazanmaya çalışıyorlar," diye düşündü Ger
şanoviç. "Oysa biz tasarrufu düşünemeyiz, Alman başına iki kur
şun düşse de olur, yine karlı çıkarız!"
Onbaşı tutukluları ense enseye dizmeye koyuldu.
"Ben yedinciyim!" diye anımsattı peşinen Gerşanoviç.
"İlk ölen olmak istemiyor musun?" diye sordu onbaşı. "Bizi kurnazlıkla alt edeceğini mi sandın? Yedinci öl o zaman, ayrıca
lıktan faydalan, şu ayağının altına tuğla koy, boyun yetişmiyor."
Gerşanoviç ayaklarının altına tuğla koydu ve ölüm mevkiini al
dı. Sekizinci, son kişiye baktı - önünde bir ihtiyarın bebeklik tüy
leriyle kaplı keli duruyordu.
"Ölüm geliyor," diye geçirdi aklından Osip Gerşanoviç. "Ne olmuş geliyorsa? Burada fena yaşamıyordum, öbür dünyaya gö
çünce orada da var olmaya çalışının, orada da iyi olurum, hem de çocuklarımı görürüm. Orada hiçbir şey yoksa da ölü çocuklarım gibi olurum işte, onlarla eşit ve bu da gayet iyi ve adil olur: Öldü
rülen kalbim topraktayken ben ne diye canlı kalayım?"
"Hazır mısınız?" diye sordu subay. "Derin nefes alın!" diye emretti tutuklulara ve bir vaatte bulundu: "Şimdi tatlı çocuk uyku
suna dalacaksınız ! "
Gerşanoviç aksine nefes almayı bıraktı ve hasıl olan sessizlikte kendini eğlemek için ateş sesini beklemeye koyuldu ama bir şey duyamadı ve anında tatlı uykuya daldı: Müşfık aklı, insanı çare
sizlikten korumak için kendiliğinden bayılıvermişti.
Gerşanoviç uyandığında alnını yokladı - pürüzsüz ve temizdi.
"Kurşun aklımda," diye karar verdi. O zaman ensesine dokundu ve eli sadece eski yaradan kalma yarığı bulabildi. "Hala canlıyım, bu dünyadayım, biliyordum zaten," diye düşündü tutsak. "Yeni alaybozanları beş para etmez, fişeklerinin dolgusu zayıf, biliyor
dum zaten. Kaç kişiyi öldürdüler ki tek kurşunla? Üç, bilemedin dört filan herhalde, oysa eskiden benden öncekine, altıncıya kur
şun yetişiyordu: Güçsüz düşüyor insanlık düşmanı, güçsüz
düşü-yor - hissedidüşü-yorum!"
Gerşanoviç, yattığı yerden, uzakta titreyen, belli belirsiz nefes alan gizli ışığın hala aydınlattığı alacakaranlığa baktı. Yanında ön komşusu, temiz kafa derisinde bebek tüyleri biten kel ihtiyar yatı
yordu. Gerşanoviç elini ihtiyarın başına koydu; kafası soğumuş bu insan hiçbir zarar görmediği halde basbayağı ölmüştü. "Aynen dü
şündüğüm gibi, korkmaması gerekiyordu," diye karar verdi Ger
şanoviç. "Korku alemin sonunu getirebilir, ne olur o zaman? Kork
mamalı !"
Nerede olabileceğini tahmin etmeye çalıştı; burası onları, sekiz kişiyi kurşuna dizdikleri mahzendi ve mum ötede hala sönmüş de
ğildi. "Kötü burada olmamız," diyordu içinden Gerşanoviç. "Ölüm geliyor. Varsın gelsin! Ölümden önce de biraz yaşam olur. Geçen sefer beni mezara götürmüşlerdi, orada da yaşanabiliyordu ... "
Subay üzerine eğildi. Gerşanoviç onu, yabancı nefesinden, içi
nin soluğuyla dışarı vuran leş kokusundan hissetti.
"Nasıl diyordu sizin Bolşevikler?" dedi subay. "Yürümedi?!
Yedinci sıraya girmiş, yaşayası gelmiş Yahudi'nin!"
"Bana kalırsa sizinki yürümedi," diye yanıtladı Gerşanoviç,
"hayattayım!"
"Ölüsün artık!" diye belirtti subay ve şahsi küçük revolverinin namlusunu Gerşanoviç'in alnına dayadı.
Gerşanoviç subayın gizli çaresizliğin tükettiği solgun gözleri
ne baktı ve:
"Ateş edin ... " dedi. "Burada yaşamım varsa orada da çocukla
rım var - her yerde mülküm vardır benim, her yer güzel bana ...
Burada biz insanlardık, insanlıktık, orada daha da yüce olacağız, insanları doğuran sonsuz tabiat olacağız ... "
Kurşun gözüne girdi ve donakaldı Gerşanoviç; ama bedeni, ya
şamla usulca vedalaşırken toprağa teslim ettiği sıcaklığını uzun süre korudu.
VI
Epey zaman sonra cepheden yanımıza geçkin bir partizan geldi ve bize Gerşanoviç'in ölüm hikayesini anlattı. Kendisi gidiciler sıra
sının sonuncusu, sekizinci kişiydi, önünde Gerşanoviç duruyordu.
İhtiyar öyle güzel ölü taklidi yapmış ve nefesini öyle bir tutmuştu ki vücudu bile soğumuştu, böylelikle Alman subayını hayat namı
na kandırmış ve hatta ensesini yoklayan Gerşanoviç 'i bile yanılt
mıştı.
Mahzendeki mum sönmüş, yenisini yakma gereği duymamış
lardı; ihtiyarı, ölüp ölmediğini tam olarak kontrol etmeden hakiki ölülerle birlikte bir koyağa götürüp atmışlardı, sonra usulca ora
dan uzaklaşmıştı adam. Faşistler işgücünden tasarruf etmek için bazen mezar kazmazlar, özellikle de toprak buz tutmuşsa.
1921 YILININ SICAK ve kurak yazı sürmekteydi, gençliğimse geçip gidiyordu. Kışlan meslek okulunun elektroteknik bölümünde okuyor, yazlarıysa Şehir Elektrik İstasyonu 'ndaki makine daire
sinde staj yapıyordum. İşten fena halde yoruluyordum çünkü is
tasyonda yedek güç kaynağı diye bir şey yoktu ve yegane turbo je
neratör iki yıldır gece gündüz durmadan işlemekteydi; makineye öylesine dakik, hassas ve dikkatli bir bakım uygulamam gereki
yordu ki tüm yaşam enerjim buna harcanmaktaydı. Akşamlan yaz caddelerinde dolaşan gençler arasından eve dönerken uyuklayan bir adamdım. Annem bana haşlanmış patates veriyordu, yemeğimi yerken bir yandan da iş ceketimi ve hasır pabuçlarımı çıkarıyor
dum ki yemek bittiğinde üzerimde az giysi kalmış olsun ve hemen yatıp uyuyabileyim.
Yaz ortasıydı, temmuz ayı, akşam iş dönüşlerinde ekseriyetle yaptığım üzere, içimdeki ışık ebediyen sönmüşçesine derin ve ka
ranlık bir uykuya dalmıştım ki annem beni uyandırdı.
İl Yürütme Komitesi Başkanı İvan Mironoviç Çunyayev der
hal yanına, dairesine gelmemi rica ettiği bir not yollamıştı bekçiy
le. Çunyayev eskiden lokomotif ateşçisiydi, bir vakit babamla ça
lışmışlığı vardı ve beni ondan ötürü tanırdı.
Geceyansı Çunyayev'in evinde oturuyordum. İktisadi yıkımla
mücadele meselesine canı sıkılıyordu, cümle ahali için kaygılanı
yor, gökten su namına tek damlanın düşmediği, aç bir mezar in
sanları beklermiş gibi bütün tabiatın çürük ve toz koktuğu o kurak yazın bulanık sıcağına zor katlanıyordu. O yaz çiçekler bile metal yongasından fazla kokmuyordu; tarlalarda, toprağın bedeninde za
yıf bir iskeletin kaburgaları arasındaki boşluklara benzer derin çat
laklar oluşmuştu.
"Söylesene, elektriğin ne demek olduğunu biliyor musun?" di
ye sordu bana Çunyayev. "Gökkuşağı mı yoksa?"
"Şimşek," dedim.
"Ha, şimşek! " dedi Çunyayev. "Demek öyle! Fırtına ve sağa
nak ... Eh, olsun! Sahi ya, bize lazım olan da şimşek, doğru ... Öyle bir yıkıma vardık ki kardeşim, sahiden de ancak şimşek paklar bi
zi, bir çırpıda yanıversin! Al şunu oku da gör ne yazmışlar."
Çunyayev bana masanın üzerinde duran, Köy Heyeti formuna yazılmış müzekkereyi uzattı. Verçovka köyünün heyeti bildiriyor
du: