Perry istemeden derin ve temiz bir uykuya dalıverdi, kitap elin
den düştü - ebediyen yanın ama ilginç kalarak.
Akşam oldu; oda soğudu, loş bir hal aldı, sırlı ve ücra göğün belirsiz ışıklarının sızlanışıyla doldu.
IX
Koca bir sene geçmişti - uzun bir güz, upuzun bir kış ve az görü
lür ürkek bir bahar.
Nihayet ansızın Rus taşrasının gülü, mütevazı bahçelerin ar
mağanı, vazgeçilmez köy hayallerinin alameti leylak açıverdi.
Devlet Don-Oka Suyolu adıyla anılan tüm işler tamamlanmış-tı.
Bir kara ülkesinin yüz akı küçük ve koca gemiler yıllar yılı yü
zecekti burada.
Mayıstan itibaren ortalık kavrulmaya başladı. Önce tarlalar genç bitkilerin bedenleriyle mis koktu, sonra haziranda, solan yap
rakların külleri ve ölüm sıcağından ekşiyen çiçeklerin keskin ko
kusu ortalığa yayılmaya başladı: Yağmıyordu yağmur.
Hükümdar, savak ve kanalların kontrolü için Fransız mühendis General Truzson'u beraberinde üç amiral ve bir İtalyan mühendis
ten oluşan özel bir heyetle Yepifan'a gönderdi.
"Mühendis Perry ! " dedi Truzson. "Hükümdar-imparatorun emrine istinaden şahsınızdan, bir hafta içinde Don' dan Oka' ya ka
dar tüm yolu hazır etmenizi rica ediyorum! Majesteleri şahsıma, tüm su yapılarının kafi mertebede sağlam ve zatıalinin amaçlarına uygun olup olmadığını teftiş etme yetkisini vermiş bulunmakta."
"Emredersiniz! " diye yanıtladı Perry. "Suyolu dört gün içinde hazır edilecektir!"
"Hah, fevkalade! " diye haykırdı Truzson. "Gereğini yapınız mühendis bey, St. Petersburg'a dönüşümüzü geciktirmeyiniz! "
Dört gün sonra bent kapaklan indirildi, su savak akıntılarında birikmeye başladı. Gelgelelim o kadar cüzi miktarda birikti ki de
rin yerlerde bile seviyesi bir arşına ulaşmadı. Üstelik savakların hapsettiği su nehirde biraz yükselince yeraltı pınarları fışkırmayı kesti. Ağır su tabakası üzerlerine yüklenmiş, boğmuştu onları.
Beşinci gün savaklar arasındaki yollara hiç su dolmaz oldu.
Üstelik hava sıcaktı, yağmur yağmıyordu, derelerden medet um
mak boşaydı.
Şat Irmağı'ndaki Murovlyansk savağından derinliği bir arşına erişemeyen suya kereste yüklü bir
baydara*
indirilmişti. Savaktan yarımverst
sonrabaydara
daha seyir koridorunda karaya oturuverdi.
Truzson ve teftiş heyeti troykalarla suyolunun kıyısından iler
liyordu.
Köy halkından, görevli işçilerin haricinde suyolunun açılışına kimse gelmemişti. Köylüler bu belanın Yepifan'ı terk edeceği gü
nü iple çekiyor, nehirde yüzmeyi kimse aklından bile geçirmiyor
du; belki sarhoşun birinin suyu uçtan uca yüzerek geçtiği olurdu, o da nadiren: O zamanlar ahali vaftiz ettiği çocuğun evinden iki yüz
verst
ötede otururdu, çünkü kimse komşusunun çocuğunu vaftiz etmezdi - hatunların arası hoş değildi.
Truzson kfilı Fransızca kfilı İngilizce sövüyordu ama pek ağır bir laf edebildiği söylenemezdi. Rusça küfür zaten bilmiyordu. Bu yüzden sa vaktaki işçiler bile generalden korkmadı; bu yaban elden gelme Rus generalin ne bağırdığını, ağzından neler saçıldığını an
lamıyorlardı.
Suyun az, yüzmeye elverişsiz olduğunuysa, daha bir yıl önce
sinde bilmeyen hatun yoktu Yepifan'da. Bu yüzden tüm yerliler yapılan işe bir çar hevesi ve ecnebi icadı gözüyle bakıyor, ancak millete ne diye eziyet edildiğini sormaya cesaret edemiyordu.
Ye-* Kamçatka, Çukotka ve Aleut adalarında kullanılan, açık, dışı deriyle kaplı, büyük ağırlıktan kaldırabilen kayık -ç.n.
pifanlı hatunlar bir tek somurtkan Peıry'ye acıyordu:
"Huyu da iyi kendi de endamlı keratanın, fazla yaşı da yok san
ki amma hatunlarla alem etmiyor. Ya pis bir kahır musallat olmuş buna, ya hatununu gömmüş - kim bilir, etmez lafını. .. Fakat sura
tı pek biçare - bakmaya korkarsın ... "
Ertesi gün ölçüm işi için yüz kadar köylü görevlendirildi. Köy
lüler nehri uçtan uca yüzerek geçecekti. Ancak savak barajlarında bir nebze yüzebildiler, sonrasını hep yürüyerek geçtiler. Ellerinde sırıklar vardı, desyatski'ler bunlara derinliği gösteren çentikler atı
yordu; fakat ölçücüler daha ziyade baldırlarını kullanıyor, sonra karış hesabı yapıyorlardı, karıştan da yarım arşına bedeldi. Beş parmaklı el o vakitler pek bir iriydi ve ölçüm işleri için kullanışlı sayılmazdı.
Bir hafta sonrasında tüm suyolları ölçülmüştü; Truzson nehrin kimi yerlerinden kayıkla bile geçilemeyeceğini, kimi yerlerdeyse suyun bir salı dahi kaldırmayacağını hesaplamıştı.
Oysaki çar, nehrin on top taşıyan gemilerin dahi güvenle yüze
bileceği derinliğe ulaştırılmasını emretmişti.
Truzson'un heyeti hazırladığı teftiş raporunu Peıry ve yardım
cısı Almanlara okudu.
Raporda kanalların, tıpkı savakların kurulduğu derecikler gibi düşük su seviyesi sebebiyle yüzme ve gemi trafiğine müsait olma
dığı söyleniyordu. Harcama ve emekler nafile ve fuzuli sayılma
lıydı. Bundan sonra yapılacaklar çara kalmıştı.
"Evet," dedi Truzson'un yardakçılarından bir amiral, "ne de güzel suyolu kurmuşsunuz ya! Bir kepazelik anıtı dikmişsiniz, yok yere halkı binbir külfetin altına sokmuşsunuz! .. Rezil etmişsiniz, alay etmişsiniz hükümdarla - benim bile bu marifetlerinizden midem ekşidi! . . Şimdi yandınız, Almanlar! Sana gelince, İngiliz
yalı sihirbaz, kamçıdan kaçışın yok - o bile merhamet sayılır!..
İnsan şu raporu çara takdim etmeye bile korkar - ağzına çarpıve
rir adamın! .."
Peıry susuyordu. Projenin bizzat Truzson'un etütleri esas
alı-narak uygulandığını biliyordu, ama bu saatten sonra kurtulmaya çabalamak boşaydı.
Ertesi gün güneş doğarken Truzson adamlarıyla birlikte yola koyuldu.
Perry her zaman işe verdiği gücü neye sarf edeceğini şaşırmış, günler boyunca bozkırda dolaşıyor, akşamlarıysa İngiliz romanla
rı okuyordu, fakat
Betty Hugh'ün
Sevdası'nı değil, başkalarını.Almanlar Truzson'un gidişinden on gün sonra sırra kadem bas
tı. Vali Saltıkov peşlerine adam saldı ama muhafızlar henüz dön
müş değildi. Yepifan'da Almanlardan sadece hanımını seven bir adam olarak Forch kalmıştı.
Vali Saltıkov, Perry ve Forch 'u gizliden takip ettiriyordu ama Perry de Forch da her şeyin farkındaydı. Saltıkov Petersburg'dan bir emir bekliyor, Perry'nin gözüne gözükmüyordu.
Perry'nin yüreği yabanileşmiş, zihni tümden susmuştu. Ciddi bir işe başlamanın manası yoktu. Çarın gazabına uğrayacağını bi
liyordu. Yine de Petersburg 'daki Britanya elçisine, İngiliz kralının tebaasını kurtarmasını rica ettiği kısa bir mektup gönderdi. Gerçi Perry, valinin mektubunu bir sonraki postayla göndermeyeceğini ya da devlet zarfına koyup Petersburg İstihbarat Dairesi'ne yolla
yacağını seziyordu.
İki
ay sonra Petro ulakla gizli bir paket gönderdi. Çar kuryesi kupa arabasıyla geliyordu, arabanın ardından bebeler koşuşuyor, arkalarında akşam güneşinde ebemkuşağı renklerine boyanan toz kalkıyordu.Perry o sırada pencere kenarında durmuş akıbetinin hızla geli
şini izlemekteydi.
Ulağın ne getirdiğini hemen anlamıştı, lüzumsuz vakti bir an önce geçirmek için yatıp uyudu.
Ertesi gün şafak sökerken Perry'nin kapısını çaldılar.
Vali Saltıkov içeri girdi:
"İngiliz yurttaşı Berdan Ramzeyiç Perry, imparator hazretleri
nin emrini ilan ediyorum sana: Şu saatten itibaren general değil
si-vil bir adamsın, üstüne üstlük de suçlusun. Hükümdarın verdiği ce
zayı çekmek üzere muhafızlarla beraber yürüyerek Moskova'ya gi
deceksin. Toparlan, Berdan Ramzeyiç, boşalt devletin odasını! .."
x
Öğleydi, Perry Rusya içlerinde yayan ilerliyor, önüne çıkan otlan seyrediyordu. Sırtında bir torba, yanında muhafızlar vardı.
Yol uzun, ruhlarını gareze boş yere harcamak istemeyen mu
hafızlar iyiydi.
İki muhafız da Yepifanlıydı. Perry'ye, ertesi gün sabahtan Al
manlardan geriye kalan Forch 'un işkence kulübesinde kırbaçlan
maya başlanacağını söylediler. Çar galiba idam cezası filan da ver
memişti ona, bir temiz kırbaçlanıp Alamanya'ya postalanacaktı.
Moskova yolu öyle uzun çıkmıştı ki Perry nereye götürüldüğü
nü unuttu, öyle de yoruldu ki bir an önce ulaştırılıp öldürülmeyi ister oldu.
Ryazan'da Yepifanlı muhafızların yerini başkaları aldı. Yeni muhafızlar Perry'ye İngiliz devletiyle bir savaşın çıkabileceğini söylediler.
"Ne oldu ki?" diye sordu Perry.
"Hükümdar Petro çariçenin döşeğinde aşığını yakalamış diyor
lar; işte o herif İngiliz ulağı çıkmasın mı! Çar Petro onun kellesini uçurmasın mı, ipek çuval içinde çariçeye yollamasın mı!.."
"Hadi canım?" dedi Perry.
"Ne sandın ya?" dedi muhafız. "Gördü müydün sen bizim çan?
Dev gibi adamdır! Diyorlar ki o ulağın kafasını elleriyle koparmış
mış, tavuk kafası gibi! Şaka mı sandıydın? Ama çar kan meselesi yüzünden halkı savaşa sokmaz diye konuşuyorlar ... "
Yolun sonuna vardıklarında Perry ayaklarını hissetmiyordu.
Şişmişlerdi, keçe çizme giymiş gibi yürüyordu.
Muhafızlardan biri -ihtiyar- son konaklamalarında durup dururken şöyle deyiverdi Perry' ye:
"Nereye götürüyoruz ki biz seni? Ola ki ölüm idamına! . . Şim
diki çarın elinden her tür canavarlık gelir ... Yerinde olsam kaçıve
rirdim! Hop! Kedi gibi gidiyorsun sen de yahu! Kanın çürümüş, kardeş - ben olaydım kıyameti koparırdım da kırbaçlatmazdım kendimi, hele ki idama hiç götürtmezdim!.."
XI
Perry'yi Kremlin'e getirip kuledeki hapishaneye teslim ettiler.
Hiçbir şey söylemiyorlardı ona, o da kaderini sorgulamaktan vaz
geçti.
Daracık pencereden gece boyu doğanın şatafatı yıldızları gö
rüyor, göğün tepesinde kanunsuzca yanan bu canlı ateşe şaşıyor
du.
Bu fıkir Perry'ye sevinç vermişti, yattığı alçak ve derin zemin
den, nefes kesici boşlukta mutlu mesut hükmünü süren yüksek gö
ğe kaygısızca güldü.
Perry uyuduğuna inanamazken uyanıverdi. Kendiliğinden de değil, başında durmuş alçak sesle konuşan insanlardan ötürü uyan
dı, mahkı'.'imu kaldırmak istemiyorlardı ama o varlıklarını sezip uyanmıştı.
"Bertrand Ramzey Perry," dedi zangoç bir kağıt çıkarıp okuya
rak, "majesteleri hükümdarımız imparatorun emriyle kafanın ke
silmesine karar verildi. Başkaca bir şeyden haberim yoktur. Elve
da. Nur içinde yat! İnsansın sonuçta! "
Zangoç çıktı, demire hemen söz geçiremediyse de dışarıdan sımsıkı kapattı kapıyı. Başka bir adam kaldı içeride - irikıyım bir küstah, ayağında düğmeli pantolon, gömleksiz.
"İndir poturu! "
Perry gömleğini çıkarmaya koyuldu.
"Poturunu dedim sana, poturunu sıyır, hırsız!"
Celladın aslında mavi fakat şimdi kararmış gözleri vahşetle, gürül gürül bir sevinçle parlıyordu.
"Baltan nerede?" diye sordu Perry, bu adamın az sonra kendi
sini fırlatacağı soğuk suyun eşiğinde, hafif bir tiksinti dışında tüm hislerini yitirerek.
"Balta ha! " dedi cellat. "Senin hakkından baltasız da gelirim ben! "
Tabiatına yabancı ve ürkünç b ir fi krin ani keskin yalımı sapla
nıverdi Perry'nin beynine, kurşunun kanlı canlı kalbe saplanması gibi.
Ve bu fikir, Perry'de boyna inen baltanın vereceği hissin yerini aldı: Uyuşmuş, soğumuş gözlerinde kan gördü ve kükreyen cella
dın kucağına yığıldı.
Bir saat sonra zangoç kulede demiri gümbürdetti.
"Tamam mı, İgnatiy?" diye seslendi kapının aralığından, eğilip kulak vererek.
"Bekle, dalma içeri, yavşak!" diye yanıtladı cellat içeriden diş
lerini gıcırdatıp hırlayarak.
"Şeytan! " diye mırıldandı zangoç. "Böylesini de hiç görme
miştim: Kudurukluğu geçene kadar içeri girene aşkolsun! "
"Layıkıyla"* duası için çanlar çalındı - sabah ayini son bulu
yordu.
Zangoç kiliseye girdi, ilk kahvaltı için biraz ayin ekmeği aldı, akşamki yalnız başına kitap okuma faslı için de bir küçük mum te
darik etti.
•
• Ortodoks ayinlerinde sıkça okunan ve bu sözcükle başlayan dua (Rusçası -Dostoyno) -ç.n.
Yepifan valisi Saltıkov ağustos ayında, Yabloçnıy Spas'ta yabancı devlet pulları yapıştırılmış esanslı bir paket aldı. Üzerindeki yazı
lar bizim dilden değildi, Rusça yazılmış şu üç kelime hariç:
MÜHENDİS BERTRAND PERRY 'YE
Saltıkov korktu, ölünün adına gelen bu paketi ne yapacağını bi
lemedi. Sonra da günah olmasın diye ikon rafının arkasına, örüm
ceklerin ebedi yuvasına koydu.
1
Aleksandr Vasilyeviç Maltsev, Tobuleyev deposunun en iyi loko
motif makinisti olarak bilinirdi.
Otuz yaşlarında olmasına rağmen birinci sınıf makinist ehliye
tine sahipti ve çoktandır hızlı tren kullanıyordu. Depomuza gön
derilen ilk "İS" serisi güçlü yolcu lokomotifini Maltsev'e verdiler ki bu gayet mantıklı ve doğru bir karardı. Maltsev'in yanına depo çilingirlerinden Fyodor Petroviç Drabanov adında yaşını başını al
mış bir adamı yardımcı olarak atadılar, ama o kısa süre sonra ma
kinist sınavlarını vererek başka bir araçta çalışmaya başladı, bense Drabanov'un yerine Maltsev 'in ekibine yardımcı olarak atandım;
öncesinde de makinist yardımcısı olarak çalışıyordum, ama eski, güçsüz bir trende.
Atamaya sevinmiştim. O zamanki demiryolu güzergahımızın ilk "İS" lokomotifi sadece görüntüsüyle bile içimi kıpır kıpır edi
yordu; ona uzun uzun bakabilirdim, içimde özel, dokunaklı bir se
vinç uyanırdı - çocukluğumda Puşkin'in şiirlerini ilk okuduğum zaman duyduğum sevinç kadar muhteşem. Ayrıca birinci sınıf makinistin ekibinde çalışmayı, ondan, ağır ve yüksek hızlı trenleri sürme sanatını öğrenmeyi istiyordum.
Aleksandr Vasilyeviç benim ekibe atanmamı sakin ve ilgisiz karşıladı; kendisine kimin yardım edeceğini belli ki umursamıyordu.
Yolculuk öncesi her zamanki gibi makinenin tüm parçalarım kontrol ettim, tüm ana ve yardımcı mekanizmalarını gözden
geçir-dim ve aracın yolculuğa hazır olduğuna ikna olarak rahatladım.
Aleksandr Vasilyeviç yaptıklarımı görmüş, takip etmişti ama bana güvenmez gibi peşim sıra kendi elleriyle makinenin durumunu tekrar kontrol etti.
Sonralan da bu hep böyle devam etti, Aleksandr Vasilyeviç'in görevlerime karışmasına içten içe üzülsem de alıştım. Genellikle yola çıktığımız anda üzüntümü unutuveriyordum. Bazı, koşturan lokomotifi denetleyen cihazları, sol makinenin işleyişini ve önü
müzdeki yolu unutup Maltsev'e bakardım. Treni büyük bir ustanın cesur güveni, tüm dış dünyayı kendi iç kaygısına sığdırmış ve böy
lece üzerinde hakimiyet kurabilmiş ilham dolu bir sanatçının kon
santrasyonuyla sürerdi. Aleksandr Vasilyeviç'in handiyse boş göz
leri önündeki yola dalgın bakardı, ama ben onun, önünde uzanan yolun ve bize doğru koşturan doğanın tümünü, hatta trenin boşlu
ğu delip geçen rüzganyla balastlı yamaçtan kopuveren bir serçeyi bile gördüğünü bilirdim; evet o bile Maltsev 'in bakışından nasibi
ni alırdı, başını bir an için çevirip serçenin ardından bakardı maki
nist: Bizden sonra ne olacak ona, nerelere uçmuştur?
Kendi hatamız yüzünden geç kaldığımız olmazdı; aksine sık sık ara istasyonlarda bekletilirdik çünkü süremizin önüne geçmiş olurduk - rötarlarla tekrar çizelgeye uydururlardı bizi.
Çalışırken genellikle konuşmazdık; nadiren Aleksandr Vasil
yeviç bana dönmeden anahtarı kazana vurur, makinenin çalışma düzenindeki bir aksaklığa dikkatimi çeker yahut gözümü dört aça
yım diye ani bir düzen değişimine beni hazırlardı. Büyüğüm olan bu yoldaşın sessiz komutlarını her zaman anlıyor ve tüm gayretimle çalışıyordum, ancak makinist bana tıpkı yağcı-ateşçiye davrandığı gibi soğuk davranmayı sürdürüyor, molalarda yağ pompalarını, bi
yel cıvatalarının sıkılığını kontrol ediyor, matris dingillerin kovan
larını vs. inceliyordu. Ben sürtünme yapan bir parçayı daha az önce gözden geçirip yağlamışsam Maltsev çalışmamı geçerli saymaz
mış gibi peşim sıra onu tekrar gözden geçirip yağlayıveriyordu.
"Ben o makarayı kontrol etmiştim Aleksandr Vasilyeviç,"
de-dim ona bir keresinde, yine böyle bir parçayı peşim sıra kontrole giriştiğinde.
"Kendim de bakmak isterim," diye yanıtladı Maltsev gülüm
seyerek - tebessümünde beni çarpan bir keder vardı.
Sonraları kederinin manasını ve bize karşı aldırmazlığının ne
denini çözdüm. Bizden üstün olduğunu hissediyor çünkü makine
yi bizden daha iyi anlıyor, benim ya da başkasının, yeteneğinin sır
nna erebileceğimize inanmıyordu: Bir yandan yolu, trenin ağırlı
ğını, makinenin gayretini duyumsarken bir yandan da yolun kena
nndan uçan serçeyi, karşıdaki işareti görmenin sımydı bu. Malt
sev elbette gayretlilikte olsun çalışkanlıkta olsun onu geride bıra
kabileceğimizin farkındaydı, ancak lokomotifi kendisinden çok sevip ondan daha iyi tren sürebileceğimize ihtimal vermiyor, daha iyinin mümkün olmadığını düşünüyordu. İşte bu yüzden yanımız
da kederleniyordu Maltsev; yeteneğinden yalnızlığından sıkılır gi
bi sıkılıyor, bunu bize anlayabileceğimiz şekilde söylemenin bir yolunu da bilmiyordu.
Ve gerçekten de bizim aklımız onun hünerine ermezdi. Bir de
fasında katarı kendi başıma götürmek için iznini istemiştim; Alek
sandr Vasilyeviç kırk kilometre kadar gitmeme izin verdi, kendi de yardımcı koltuğuna oturdu. Katarı yürüttüm, yirmi kilometre sonra dört dakikalık bir gecikmeye sebep oldum, uzun yokuşları çıkarken saatte otuz kilometreden fazla hız yapamıyordum. Sonra lokomotifi Maltsev devraldı; yokuşlarda elli kilometreye çıkıyor, dönemeçlerde treni benim gibi savurmuyordu, kısa süre sonra da kaybettiğim zamanı geri kazandı.
i l
Maltsev 'in yardımcılığını bir yıl kadar, ağustostan temmuza dek sürdürdüm, 5 Temmuz'da Maltsev ekspres trenin makinisti sıfa
tıyla son yolculuğunu gerçekleştirdi ...
Bizden önce yolda dört saat rötar yapmış kırk vagonlu bir yolcu katarını devralmıştık. Hareket memuru lokomotife yanaşarak Aleksandr Vasilyeviç'ten trenin rötarını mümkün olduğunca kı
saltmasını, en azından üç saate indirmesini özellikle rica etmişti, yoksa yan hatta verecek boş tren bulması zor olacaktı. Maltsev ona zamanı yakalama sözü vermiş ve yola koyulmuştuk.
Saat akşamın sekiziydi ama yaz günü sürüyor, güneş sabahki gücünün zaferiyle parlıyordu. Aleksandr Vasilyeviç benden ka
zandaki buhar basıncını sürekli azami seviyenin yarım atmosfer altında tutmamı istedi.
Yarım saat sonra bozkıra, sakin yumuşak araziye çıktık. Malt
sev gidiş hızını doksan kilometreye çıkardı ve hiç düşürmediği gi
bi aksine yatay ve hafif eğimlerde yüz kilometreye kadar yükseltti.
Yokuşlarda ateşi azami seviyede harlandınyor, ateşçiyi mekanik kömür atıcıya yardımcı olup ocağı elden doldurmaya zorluyor
dum, zira buharım düşüyordu.
Maltsev regülatörü yay gibi eğip, şaftı buharı tümden kesecek şekilde kaldırarak lokomotifi uçuruyordu. Ufukta beliren heybetli bir buluta doğru yol almaktaydık. Bize dönük tarafını güneşin ay
dınlattığı bulut içten içe azgın, öfkeli şimşeklerle yırtılıyordu ve biz şimşekten kılıçların suskun uzak toprağa diklemesine saplanı
şını görüyor, o uzak toprağa doğru kudurmuş gibi, sanki onu sa
vunmaya can atarak koşuyorduk. Bu manzara Aleksandr Vasilye
viç 'i cezbetmiş olacak, pencereden sarkmış ileriye bakıyor, duma
na, ateşe ve boşluğa alışkın gözleri coşkuyla parlayıp sönüyordu.
Trenimizin amelinin ve gücünün fırtınanın ameliyle kıyaslanabi
leceğini görüyor ve ihtimal, bu fikir onu gururlandırıyordu.
Az sonra bozkırdan bize doğru uzanan bir toz girdabını fark et
tik. Demek ki fırtına sağanak bulutunu alnımıza çakmaya hazırla
nıyordu. Çevremizdeki ışık kararıverdi; kuru toprak ve bozkır tozu lokomotifin demir bedenine vızıltı ve çıtırtılarla çarpıyordu; görüş mesafesi sıfıra indi ve ben yolu aydınlatmak için türbin jeneratö
rünü devreye soktum, lokomotifin ön projektörünü açtım. Şimdi
kabine dolan ve trenin karşı hareketiyle gücü ikiye katlanan kızgın toz girdabından, ocak gazlarından ve çevremizi saran vakitsiz ala
cakaranlıktan ötürü güçlükle nefes alıyorduk. Lokomotif iniltilerle ileri, sisli ve boğucu karanlığa doğru yol alıyor, ön projektörün ay
dınlık yarığını takip ediyordu. Süratimiz altmış kilometreye düş
müştü; çalışıyor, bir rüyada gibi önümüze bakıyorduk.
Birden
iri
bir damla rüzgar camına çarptı ve kızgın rüzgar tarafından emilerek kuruyu verdi. Sonra ani mavi bir ışık kirpiklerimin ucunda parlayıp içime, ta ürperen kalbime işledi; enjektör vanası
na tutundum ama kalbimdeki acı çekilmişti, hemen Maltsev'in ol
duğu tarafa baktım - gözü yoldaydı, ifadesi değişmemişti, loko
motifi sürüyordu.
"Neydi bu?" diye sordum ateşçiye.
"Şimşek," dedi. "Çarpacaktı bize, az biraz ıskaladı."
Maltsev sözlerimizi duymuştu.
"Ne şimşeği?" diye sordu yüksek sesle.
"Az önceki," dedi ateşçi.
"Az önceki," dedi ateşçi.