• Sonuç bulunamadı

Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir

BEDİÜZZAMAN’IN ESERLERİNDE NİYAZİ-İ MISRİ’NİN YERİ

RİSALE-İ NUR’DA NİYAZİ-İ MISRİ

5. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir

6. Biri söyle, ona aid olmayan sözler malayani sayılabilir. (Nursi, Sözler, 217 - 218 )

Mevlana Cami’nin farsça söylediği bu sözü kendine has üslûbuyla Türkçeye böyle tercüme eden Bediüz-zaman hazretleri, onunla aynı düşünceleri paylaştığını aynı risalede ifade eder.

Mısri hazretlerinin toplamda on dört beyit olan ve hece vezniyle yazdığı “çağırırım dost dost” şiirinden iki beyti Nursi, Mektûbât ve Lemʻalar adlı eserlerinde (24.Mektup ve 26.Lema) iktibas etmiştir. Yirmi dör-düncü Mektup Beşinci İşaretten bir kısım:#619701-619705 “…Ehl-i dalalet için dünya, firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için manevî bir Cehennem hükmüne geçer. Her şey onun için âni bir vücud ile, hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel, zulümat-ı ademle memlûdür; yalnız kısacık bir zaman-ı hâlde, bir hazîn nûr-u vücûd bulabilir. Fakat sırr-ı Kur’ân ve nûr-u îmân ile, ezelden ebede kadar bir nûr-u vücûd görünür; ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyyesini temin eder. Elhasıl: Biz Şâir-i Mısrî’nin tarzında deriz:

Derya olunca nefes pârelenince kafes

Tâ kesilince bu ses çağırırım:Yâ Hak! Yâ Mevcûd! Yâ Hayy! Yâ Ma‘bûd!

Yâ Hakîm! Yâ Maksûd! Yâ Rahîm! Yâ Vedûd!..” (Nursî, Mektubat, 296)

Mısrî hazretlerinin bu nutkundan ilham alan Bediüzzaman hazretlerine göre; iman nuru ve Kur’an’ın sırlarını anlayarak evrene bakan bir ehl-i iman, her an sonsuz vücut nurlarını gördüğü için dünya onun için manevi bir Cennet hükmüne geçer ve ruhen ebedi bir saadete erer. Yaz aylarının sarı sıcağında ağustos böceğinin nefesi kesilinceye kadar ötmesi gibi, Hak aşığı bir mümin de nefesi derya gibi dalgalanıp coşuncaya, göğsü yarılıp parçalanıncaya, sesi kesilinceye kadar “dost dost” diye yani

“Yâ Hak! Yâ Mevcûd! Yâ Hayy! Yâ Ma‘bûd!...” isimlerini zikrederek Rabbini çağırır.

Dünya gamından geçüp, yokluğa kanat açup Aşk ile dâ’im uçup çağıruram dôst dôst

“Dünya gamından geçerek, yokluğa kanat açıp, aşk ile daima uçarak dost dost diye çağırırım.” Şeklinde nesre çevirebileceğimiz bu mısralarda Mısrî, dünyanın faniliğini anlayan gam ve kederi bir tarafa bırakıp, ben-likten sıyrılıp dost dost diye çağırarak aşk yoluna giren sâlikin kuş gibi hafifleyeceğini ifade etmektedir. Ayrıca zevkli bir kalp seyahatinin ancak aşk yakıtı ile gerçekleşebileceğini de ima etmektedir.

Mısrî’nin bu beytini bir risalede iktibas eden Nursî hazretleri de ondan biraz farklı “Şevk ile her dem uçup” diyerek gurbette Volga nehrinin kıyılarında zaaf ve aczini şefaatçi yaparak dostlarını aramaktadır. Yir-mi altıncı Lem’a’nın dokuzuncu ricasından bir kısım: “Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şi-malîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecele-rinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı.

Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya (

اًبي ِش َنا َد ْ

لِو لا ُلَع ْجَي ا ًم ْوَي ْ

)

sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve va-tandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; dilim (

لي ِكَو ْ

لا َمْعِن َو ُه ّٰللا اَنُب ْسَح

) dedi, kalbim de ağlayarak dedi: (

ْمَيوُگ ْنا َمَلاْاَ ْمَناَوُتاَن ْم َفيِعَض ْم َسَك ىِب ْمَبيِرَغ ى ِهلِا ْتَهاَگْرَدِز ْمَهاوَخ ْدَدَم ْمَيوُج ْوُفَع

) Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyâzî-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp, Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!

diye, dostları arıyordu. Her ne ise... O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, ga-yet hilaf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim…” (Nursî, Lem’alar, 234 - 235)

Mısrî hazretlerinin yukarda okuduğumuz beytinden ilham alan Bediüzzaman hazretlerine göre;

insan hiçbir zaman Allah’tan ümit kesmemeli acz, fakr ve kimsesizliğini hâl ve kâl diliyle yaratıcıya arz etmesini bilmelidir. O, ümitsizliğe kapılan hasta bir ruhun ancak Kur’an eczanesindeki manevi ilaçlarla tedavi edilebileceğine inanır ve der ki: Benim kalbim feryat ederek imdaat! “Yâ Rab, senin dergâhına geldim. Garîbim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim, ihtiyarım, ihtiyarsızım, el-amân di-yorum, afv dilidi-yorum, meded istiyorum” diye bağırmakta iken birden imanın nuru, Kur’ân’ın feyzi, Rahmân’ın lütfu imdadıma yetiştiler. Ruhumun karanlıklarını aydınlattılar. Sen de lisanen ve kalben

“Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/173) “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur.” (Tevbe Sûresi, 9/129) ayetlerini oku. Bir an dünyayı unutup dertlerini kalbin ağlamasıyla der-gâh-ı İlâhîde dökebilirsen derdine derman bulabilirsin, demeye getirir.

Bî-haber (habersiz)

Günde bir taşı binâ-yı ömrümüñ düşdi yere Can yatur gâfil binâsı oldı vîrân bî-haber (Mısrî)

(Her gün ömrümün binasından bir taş yere düşmektedir. Gaflet uykusuna dalan ve binası viran olan can ise bundan habersizdir.)

Dil bekâsın dost fenâsın istedi mülk-i tenüñ

Bir devâsız derde düşdüm âh ki Lokmân bî-haber (Mısrî)

(Gönül ten mülkünün bekasını, dost ise fenasını istemektedir. Eyvah! Lokman Hekim’in de bilmediği çare bulamadığı devasız bir derde düştüm.)

Mısrî’nin toplam yedi beyit olan “bî-haber” redifli bu şiirinden dört beyit tazmin eden Nursî, bunlardan ikisini Yirmialtıncı Mektup’un üçüncü, ikisini de dördüncü ricasına alır ve kendine has üslubuyla beyitleri izah eder. Yirmialtıncı Lem’a’nın üçüncü ricasından bir kısım: “Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyâzî-i Mısrî’nin “Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere / Can yatar gafil, binası oldu vîran bî-haber dedi-ği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de her gün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağ-layan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevî ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım.

Yine Niyâzî-i Mısrî gibi dedim ki:

Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-i tenim,

Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bî-haber!9

O vakit birden merhamet-i İlahiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aley-hissalâtü Vesselâm’ın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye’simi, nurlu bir ricaya çevirdi… (Nursî, Lem’alar, 224)

Mısrî’nin bu beytlerinden ilham alan Nursî’ye göre gönül, ten mülkünün bütün kuvvetiyle beka-sını istediği halde; hikmet-i İlahiye, ölümle cesedin harabiyetini iktiza ediyor. Bu, Lokman Hekim’in de çaresini bulamadığı dermansız bir derttir. Her insanın korktuğu mutlaka başına gelecektir. Nev’-i beşer (bütün insanlar) ister istemez berzah ve ahiret âlemine sevk edilmektedir. Bu ricada Nursî, bir ümit kapısı aralar ve insanlığın ahirette kurtuluşunun ancak ve ancak Hz. Muhammed (sav)’ın sünnet-i seniyesine ittiba ile mümkün olacağını beyan eder.

Yirmialtıncı Lem’a’nın dördüncü ricasından bir kısım: “Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersem-liğiyle zayi’ ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyâzî-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ, Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bî-haber.

Ağlayıp nâlân edip düştüm yola tenhâ garîb, Dîde giryân, sîne biryân, akıl hayran bî-haber.

O vakit gurbette idim. Me’yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye’si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi…” (Nursî, Lem’alar, 225)

9 {(Haşiye): Yani: Benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde; hikmet-i İlahiye, cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekim-i Lokman da çaresini bulamadığı dermansız bir derde düştüm.}

Mısrî’nin bu beyitlerinden ilham alan Nursî dördüncü ricada özetle: Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelere müjdeler olsun. Yaklaştığınızı düşündüğünüz kabir kapısı ve görünüşte karanlık görünen o âlemler, gerçekte aydınlıktır. Rahmet hazinesinin anahtarı olan Kur’an’ı iman nuru ile dinleyip, emirlerine itaat ve nehiylerinden sakınanların ebedî âlemde felah bulacaklarını müjdele-mektedir.

Yirmialtıncı Lemʻa’nın Ondördüncü Ricası’dan: “Dördüncü Şua olan Âyet-i Nuriye-i Hasbiye’nin başının hülâsası diyor ki: Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm.

Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhab-bet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu.

Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:

“Dil bekası, Hak fenası istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, âh ki Lokman bîhaber.”

Me’yusane başımı eğdim; birden (

ُلي ِكَوْلا َمْعِنَو ُهّٰللا اَنُب ْس َح

) imdadıma geldi, “Beni dikkatle oku!” dedi. Ben de günde beş yüz defa okudum. Okudukça, yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envârından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti… (Nursî, Lem’alar, 253)

Anlar bizi

Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan añlar bizi İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan añlar bizi

Matla beytli “Bizi, zât-ı Hak’ta irfan mahremi olan ve sır ilminde sonsuz derya olan anlar” şeklinde nesre çevirebileceğimiz dokuz beyitlik bir manzumede Mısrî, kendilerini kimlerin anlayabileceğini veciz bir dille özetlemiştir. Mısri’nin şiirlerini tahmis eden Azbi de, bu şiiri tahmis etmiş ve ilk bendinde yukardaki beyti şöylece açmıştır:

Küfr-i zülfi yâr ile hayrân olan anlar bizi Zâhidâ yek dîn olup îmân olan anlar bizi Vâkıʻâ dürr-i yetîme kân olan anlar bizi Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi,

İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi. (Tahmis-i Azbi) 10

Risale-i Nur’da Mısrî’nin bu gazelinden bir beyit tazmin edilmiştir. Bediüzzaman’ın has talebele-rinden Hasan Feyzi Efendi, Mısrî’nin aşağıdaki beytini mektubuna almış ve Bediüzzaman’ın Kur’an hakikatlerine tercüman olarak hakikatleri Mısrî gibi ve kendine has bir üslupla zamanın idrakine sun-duğunu ifade etmiştir.

Emirdağ Lahikası-1’deki Hasan Feyzi’nin takrizinden:“O (Bedîüzzaman), Nur’un hâdimidir. Eğer dünyayı istese ve dileseydi, kendisine sunulan hediye ve behiyeleri, zekat ve sadakaları ve bu teberru’ ve te-rekeleri alsaydı, bugün bir milyoner olurdu. Fakat o, tıpkı Cenab-ı Ömer’in (R.A.) dediği gibi: Sırtıma fazla yük alırsam, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi ve Allah’ın habibi Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a ve yârânı olan kâmil ve vâsıllara yetişemem ve yarı yolda kalırım diyor. “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım

10 Altuntaş 2009 (C.3), 341.

habibim” fermanına, “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim” diye verilen cevab-ı Hazret-i Risa-letpenahî’ye ittiba ve imtisalen, o da dünya ve mâfîhayı ve muhabbet ve sevdasını terk ve hattâ terki de terk ederek bütün hizmet ve himmetini ve şu ömr-ü nazeninini envâr-ı Kur’aniyenin intişarına sarf ve hasretmiştir.

İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cema-lini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab, Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

Niyâzî-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir. Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh) (Nursî, Emirdağ Lahikası-1, 84-85)

Kahr u lütfu şey’-i vâhid bilmeyen çekdi azâb / Ol azâbdan kurtulup sultân olan añlar bizi ”Lütuf ve kahrı bir şey bilmeyen azap çekti. Bizi, o azaptan kurtulup sultan olan anlar.” Diye nesre çevirebileceğimiz bu mısralarda Mısrî, ancak her şeyin Cenab-ı Hak’tan geldiğini bilmekle kişinin kalben ve ruhen teselli bula-bileceğini, azaptan kurtulabileceğini böylece mana âleminin sultanı olabileceğini ifade eder. Aceba her şeyi O’ndan bilmek ne demektir ve bu mümkün müdür? Nursî, kahır ve lütfun Cenab-ı Hakk’ın Celalî ve Cemâlî iki tür tecellisinden tezahür ettiğine dikkat çeker ve bu hakikati İşârâtü’l-İʻcâz adlı eserinde şöyle izah eder:

“Arkadaş! Cenab-ı Hakk’ın sıfât-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır. Celal ile Cemal’in sıfât-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder. Ef’al âlemine tecelli edince; tahliye (

هَي ِل ْحَت

) ile tahliye (

هَي ِل ْخَت

) (tezyin ile tenzih) doğar. Âsâr ve a’mal âleminden âlem-i âhirete intiba edince; lütuf, Cennet ve nur olarak; kahr da, Cehennem ve nar olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre in’i-kas edince; biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebeb olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir. Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah’ın rahmetinden me’yus, ne de azabından emin olunsun. İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı Kur›an-ı Kerim; aleddevam, tergibden sonra terhib ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir. (Nursî, İşarat-ül İ›caz, 64)

2.BÖLÜM

Bazı beyitleri Bediüzzaman tarafından tazmin edilen Niyâzî-i Mısrî şiirleri 1- EY DERDE DERMÂN İSTEYEN

――•―/――•―/――•―/――•―

1. Ey derde dermân isteyen “yetmez mi derd dermân saña” 11