• Sonuç bulunamadı

3.1 Yirminci Yüzyıl Dünyası

3.1.4 Bir Dönüm Noktası “Creel Komisyonu”

ABD başkanı Woodrow Wilson, sloganı “zafersiz barış” olan savaş karşıtı bir seçim kampanyası ile başkanlığa seçilmişti. Toplum savaş söylemlerinden hoşlanmıyordu ve savaşın getireceği yıkımdan korkuyordu. Ekonomik refah içindeki halkın ABD’nin Birinci dünya Savaşı’na dahil olmasını istemediği her kesim tarafından bilinen bir gerçekti. İngilizlerin sitematik propagandası bile, ABD politikacıları dışında hiç kimseyi savaşa girmeye ikna edememişti. Başkan Wilson ise İngiliz propagandasının da etkisi ile ABD’nin özellikle ekonomik çıkarları için savaşa girmesi gerektiğini düşünüyordu. Wilson’un önündeki tek engel ise kamuoyunun savaş karşıtı tutumuydu (Chomsky, 1997: 3-4). Bu sorunun çözülmesi için 1917 yılında Wilson’un danışmanlarından George Creel başkanlığında Halk Enformasyon Komitesi (Committee on Public Information), yaygın olarak bilinen bir diğer adı ile Creel komisyonu kuruldu (Stephen, 1998: 155; Bruce, 1994: 230).

Creel komisyonu üyelerinden E. Bernays ve W. Lippmann öncelikle yapılması gereken iş olarak, kamuoyunun savaşa karşı olma tutumunun kaynağını hangi motivasyonlardan aldığını saptamayı önerdi. Böylece tutumların değiştirilmesi-manipüle edilmesi için doğru enformasyon üretimini gerçekleştirmek mümkün olacaktı. Yapılan kamuoyu araştırmaları Amerikan halkının savaşı Avrupa’nın iç meselesi olarak gördüğünü, bu savaşın onları ilgilendirmediğini düşündüğünü ortaya çıkardı (Stephen, 1998: 155-160; Bruce, 1994: 230-236). Bu düşüncenin haklı ya da haksız olmasının bir önemi yoktu. Önemli olan bu tutumun değiştirilmesine yönelik doğru mesajların kurgulanmasıydı. Sorun tespit edilmişti; Amerikan halkı savaşı Avrupa’nın iç meselesi olarak görüyordu ve onları ilgilendirmediğini düşünüyordu. O halde çözüm onları savaşın yalnızca Avrupa’nın iç meselesi olmadığına, aynı zamanda ABD halkını ilgilendirdiğine ve “düşmanların” Amerikan hayat tarzına büyük bir tehdit olduğuna inandırmak gerekiyordu. Mevcut stereotip yenisiyle değiştirilmeliydi. Bu süreçte kullanılacak araç ise kitle medyasıydı. İlk iş olarak ABD’de yaşayan ama Avrupa’da “Alman vahşeti” ile katledilmiş yakınları olan kişilere ulaşıldı. Onların hikayelerinden oluşan haber dizileri servis edildi. Kitlelere Avrupa’da hayatını kaybeden akrabalarının olduğu söylendi. Alman askerlerinin basıp yıktığı ve çocukları katlettiği köylerin, kasabaların hikayeleri anlatıldı. İnsan haklarını idealize eden hiç kimse bu vahşete sessiz kalamazdı. Bardağı taşıran ise Avrupa’ya gemiyle yolculuk yapan masum Amerikalıların Alman deniz altıları tarafından katledilmeleriyle ilgili haberler oldu. Alman deniz altıların batırdığı yolcu gemisi Lusitania’da 1260 kişinin öldüğü haberi şok etkisi yarattı. Ancak ne bu geminin gerçekten Alman denizaltıları tarafından batırıldığı ne de 1260

kişinin öldüğü Amerikan hükümetinin basına servis ettiği bilgiler dışında doğrulanmadı (Stephen, 1998; Bruce, 1994).

Görsel 3.1 Creel Komisyonu Çalışmalarından Örnekler

Enformasyon bombardımanının ardından yapılan kamuoyu yoklaması çalışmaların hedefine ulaştığını gösterdi. Amerikan halkı ülkelerinin savaşa dahil olması gerektiğine inanıyordu. Tıpkı Walter Lippmann’ın öngördüğü gibi sahte çevreden edinilen bilgi yeni stereotipler oluşturmuş, davranış ise gerçek çevrede karşılık bulmuştu.

20. Yüzyıl başladığında pek az yabancı gözlemci ABD’nin potansiyelinin farkına varabilmişti. Avrupa devlet adamlarının büyük bir çoğunluğu ABD’yi çok uzaklarda, diğer ülkeleri ilgilendirmesi pek de mümkün olmayan çıkarlara sahip bir ülke olarak düşünüyordu. Asıl gerçeği pek azı kavrayabilmişti. ABD’nin önemini kavrayan devlet adamlarından biri Alman İmparatoru Bismarck’tı; çağın en önemli gerçeğinin Amerikalılarla İngilizlerin aynı dili konuşmaları olduğunu belirtmişti (Roberts, 2003: 77). Bu durum Bismarck’a göre ,Almanlar için büyük bir talihsizlikti. Alman propagandası ABD’de etkili olamadı diğer taraftan İngiliz propagandası ABD’li politikacıları savaşa girmeye ikna etti. Bismarck’ın da öngördüğü gibi ABD’nin savaşa girmesi ile itilaf devletleri ekonomik ve askeri güçlerini katladılar. Ayrıca itilaf devletleri büyük önem taşıyan psikolojik üstünlüğü ele geçirdi. Savaşın son yılında sadece 175.000 ABD askeri Avrupa’ya çıkmıştı ancak söylentiler 1.500.000 ABD askerinin yolda olduğu yönündeydi. Bu duruma birde Alman askerleri arasında çıkan isyanlar ve itaatsizlikler eklenince Avrupa’da sıkışan cephe savaşları hızlı bir şekilde itilaf devletleri lehine sonuçlandı ve ittifak devletleri savaşı kaybetti. Amerikan ordusu, Almanya’nın yenilgisinde yaptıkları açısından değil ama yapabilecekleri açısından

büyük bir rol oynamıştı (Blainey, 2007: 93). Savaş bitmişti ancak Creel Komisyonu uygulamalarının önemi ise henüz bitmemişti. İletişim fenomeni, barış görüşmelerinde de etkisini gösterdi.

Amerikan “özgürlük” propagandası hak ettiği karşılığı sadece ABD’de değil aynı zamanda Avrupa’da da buldu. Başkan Wilson, ABD’nin eski imparatorlukları yeniden canlandırmak için değil, bütün Avrupa’ya, tıpkı ABD’de olduğu gibi, demokrasi ve özgürlük getirmek için savaşacağını açıklamıştı. İngiliz İşçi Partisi, Wilson hareketinden etkilenerek, dünya demokrasiye sahip çıkmadıkça ve bir daha dünya üzerinde savaş olmayacak şekilde bir arış yapılmadıkça Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin anlam taşımayacağını deklare etmişti Blainey, 2003 s:95). Dünya kamuoyunun da desteğini alan Başkan Wilson demokrasi ve özgürlük paradigmasında, Wilson İlkeleri olarak da bilinen Dünya Barışı Programı’nı açıkladı. Deklarasyon Paris Barış Konferansı’nda alınan kararların, barış antlaşmaların çerçevesini oluşturdu. E.Bernays’da Başkan Wilson’un ekibinde Paris Barış Konferansı’na katılanlardan biriydi. Başkan Wilson’un Paris’te karşılanma şekli Amerikalı propagandacıları bile şaşkına çevirmişti. Creel komitesi çalışmalarında Wilson insanları özgürleştiren bir figür olarak pazarlanmıştı. Buna göre Wilson, bireylerin tamamıyla özgür olacağı yeni bir yeni bir dünya düzeni yaratmak amacındaydı. Avrupa’da halk onu bir kahraman gibi karşıladı. Büyük kitleler Wilson sloganları ile yürüyüşler düzenliyordu. ABD başkanı, demokrasi ve özgürlük yolunda insanlığın önünü aydınlatacak bir deniz feneri gibi görülüyordu. Kitlelerin ilgisini gören Amerikan propagandacıları, başta E.Bernays olmak üzere, barış zamanında da böylesine büyük kitleleri ikna etmenin mümkün olup olmadığını düşünmeye başladılar. Edward Bernays, Paris Barış Konferansı deneyimlerini 1991 yılında verdiği röportajda şu şekilde anlatır (Century of The Celf, Bölüm 1):

“Demokrasinin yerleşmesi için dünyayı daha güvenli hale getirmeye çalışmak esas büyük sloganımızdı… ABD’ye döndüğümde savaş için propaganda yapabiliyorsak, barış içinde propaganda yapabileceğimize kanaat getirdim. Propaganda Almanlar yüzünden kirli bir anlam kazanınca olumsuz bir kelime haline geldi. O yüzden propagandayı tanımlayacak başka kelimeler aramaya başladım. Sonunda halkla ilişkiler konseyi terimini bulduk.”

Creel Komisyonu uygulamaları o güne kadar bilinen tüm iletişim çalışmalarının ötesinde teknikler içeriyordu. J.Grunig ve Hunt (1984) iletişim biçimlerini dört tipolojiye ayırdıkları çalışmalarında kamuoyu araştırması ile başlayan stratejik iletişim modelini “iki yönlü” olarak isimlendirdiler. Buna göre iki yönlü iletişim modelleri aynı zamanda stratejik iletişim modelidir. Creel Komisyonu, J.Grunig ve Hunt’ın tanımladığı iki yönlü iletişim modelini dolayısıyla stratejik iletişim uygulamalarını dünya iletişim tarihinde üreten ilk

çalışmadır. Etkileri beklenenin çok ötesinde olmuş, teknikleri E.Bernays öncülüğünde, halkla ilişkiler sektörünün kurumsallaşmasına altyapı oluşturmuştur.