• Sonuç bulunamadı

2. İLGİLİ YAYINLAR

2.1. Cinsiyet Rolü

2.2.2. Öfkeyle İlgili Kuramsal Yaklaşımlar

2.2.2.2. Bilişsel Yaklaşımlar

Bilişsel yaklaşımlar öfke, kaygı gibi duyguları açıklamakta duygu ve düşünce arasındaki ilişkiye ya da duygu ve düşünce arasındaki nedenselliğe yoğunlaşmaktadırlar. Bu bakımdan, bilişsel geleneğin, duygusal yaşantının oluşumu ile

ilgili temel olarak sorduğu üç soru olagelmiştir. Birincisi, kişinin dünyayı düşünüş biçiminin duygusal yaşantıya neden olup olmadığı, ikincisi, topyekun duygusal sistemin ne gibi bir bilişsel alt yapıyla açıklanabileceği ve üçüncüsü de tek tek duyguları birbirinden ayıran bilişsel ayrımın ne olduğu, diğer bir ifade ile öfke ve kaygı gibi duyguların temelinde ne gibi bilişsel alt yapıların olduğu sorularıdır (Özer, 1994).

Ellis’e göre duygularımız belli durumlarda sahip olduğumuz inançlarımız, yaptığımız değerlendirmelerimiz, yorumlarımız ve verdiğimiz tepkilerimizden kaynak alırlar. Eğer kişi rasyonel inançlar geliştirirse öfke, depresyon ve kendine zarar verme türünden davranışlara yönelmeyecektir. Çünkü bizler kendi zarar verici duygularımızı kendimiz yaratırız ve bu duygularımızı kontrol etme gücü de bizim elimizdedir. Ancak pek çok insan kendisine zarar verici duygulara neden olan pek çok olumsuz inanış geliştirmek eğilimindedir (Corey, 1996). Bu görüşe paralel olarak, bilişsel yaklaşımlara göre duygu ve düşüncelerimiz arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Bu neden-sonuç ilişkisinde çoğu zaman duygu ve düşüncelerimiz bir birine karışmış durumdadırlar, hatta bazen duygu ve düşüncelerimiz aynı şeyler haline gelirler. Bu şekildeki duygu ve düşünceler içselleştirilmeye eğilimlidir (Nelson-Jones, 1982, çev.ed. Akkoyun).

Bilişsel yaklaşımlara göre olumsuz algılar ve düşünceler kişilerin öfke yaşamalarının tipik ve başlıca nedenidir. Olumsuz düşünceler mükemmeliyetçi, olumsuz beklentilerle karakterize ve otomatiktirler. Bu nedenle de öfke duygusunun üstesinden gelmek, bu olumsuz duyguları değiştirmeyi gerektirir. Bilişsel yaklaşım bu nedenle, var olan olumsuz düşünceler yerine daha işlevsel olanları yerleştirmeyi hedefler (Robbins, 2000). Öte yandan Özer’e (2003) göre, tıpkı inanç kalıpları gibi; öfke, kaygı ve çöküntü duygularını yaşayıp yaşamamak da öğrenilir. İnsanda gerçekçi düşünme potansiyeli olmasına rağmen, gerçekçi olmayan düşünce ve inanç tarzları öğrenilip, yaşam;

duygusal rahatsızlık ve uyumsuzluklarla doldurulabilir (Özer, 2003).

Özer (1994) öfke duygusunun altında yatan ve diğer duygulardan ayırtdedilmesini sağlayan; “başkalarının gözündeki kişilik değerinin düşmemesi için hata yapılmaması gerektiği” şeklinde bir bilişsel alt yapı bulunduğunu belirtmektedir. Özer’e (1994) göre öfkelerini genellikle dışa vuran kişiler çevresel engel ve kontrol girişimleri karşısında

bir duyarlılık ve tahammülsüzlük içinde bulunmaktadırlar. Öfkelerini dışa vuran kişilerin bu duygularının gerisinde çevresel uyarıcılar karşısında ne ölçüde bireysel

“kontrol” sahibi olunup olunmadığı düşüncesi bulunmaktadır. Öfke kontrolünün gerisinde ise kişiliği yüceltme ve değerli kılmak uğruna, çevreyle ilişkilerde temkinli, sabırlı ve kontrollü davranmak gerektiğine inanmak gibi bir bilişsel alt yapı bulunmaktadır. Diğer taraftan, öfkesini içinde tutan bireyler ise çevreyle ilişkilerinde ürettikleri öfkeyi dışa vurma yerine içte tutma ve belki de dolaylı yoldan dışarıya yöneltmek eğilimindedirler. Bu tür öfkenin bilişsel alt yapısında, hatalara ilişkin aşırı bir duyarlılık, “ceza” düşüncesine dayalı bir doğruluk-yanlışlık ve haklılık-haksızlık kutuplaşmasının yattığı söylenebilir (Özer, 1994).

Öte yandan Ellis de (1998) insanların öfke gibi olumsuz duygular yaşamasının temelinde üç temel düşünce hatasının yattığını belirtmektedir. Birincisi, kişiler kendi değerleri, kişilikleri ve davranışlarından ötürü kendilerini sürekli olarak eleştirirler ve sürekli bir değerlendirme altında tutarlar. Bu bakış açısıyla kendilerinde sürekli olarak hatalar bulurlar ve bunları düzeltmeye çalışırlar. Bu düşünce biçimi irrasyoneldir çünkü her insan yanılabilir, yanlış davranabilir veya toplumun takdirini toplayamayabilir.

Diğer bir düşünce hatası da, diğer insanları sürekli olarak değerlendirmeye tabi tutmaları sonucunda ortaya çıkar. Nitekim onlarda da hatalar görürler ve kendilerini bu insanlara karşı korunmasız ve kullanılabilir bir durumda görürler. Bu da onlara karşı bir genelleme yaparak öfke, kızgınlık veya diğer yıkıcı duyguların gelişmesine neden olur.

Üçüncü düşünce hatası da, kişilerin çevreleri ile ilgili olarak vardıkları; ya “bütünüyle iyi-kötü” ya da “bütünüyle kabul edilebilir-kabul edilemez” şeklindeki yargı veya düşüncelerinden kaynaklanır. Bu da kişilerin engellenmeler karşısındaki toleransını düşürür (Ellis, 1998).

Bilişsel yaklaşım, öfke de dahil olmak üzere duygularımızın; inanç kalıpları ile davranışlarımız arasındaki ilişkiden doğduğunu ve hemen her duygumuzda öncelikle bir çevresel olayın geliştiğini, bunun da duygusal olarak tepki vermemize neden olduğunu vurgulamaktadır. Daha sonraki süreçte ise, bazen düşünce ve inanç kalıplarımızın bir davranışsal tepki yaşamamıza neden olduğu, bazen de davranışsal tepkilerden, özellikle de biyo-fizyolojik tepkilerden düşüncelerimizin etkilendiği belirtilmektedir. Özer

(2003) bu durumu bir paradoks olarak ele almaktadır. Şekil 1; duygu, düşünce ve rahatsızlık yaşanmasının temelinde bireyin çevresel olaylara ilişkin geliştirmiş ve öğrenmiş olduğu gerçekçi olmayan inanç, yorum ve anlam veriş kalıpları bulunduğunu, bu kalıpların da davranışsal ve biyo-fizyolojik tepkilere yol açtığını belirtmektedir (Şekil 1). Bireyin olumsuz duygularını değiştirebilmesi için; bu duyguları başlatan çevresel olaylar veya davranışsal ve biyo-fizyolojik sonuçları değiştirmeye çalışmak yerine; olaylar hakkındaki inançlarını değiştirmesi daha gerçekçi olacaktır. Çünkü kavramsal düzeyde yapılacak müdahale ve değişiklik bireyin nihai duygu halinde en kalıcı değişimi sağlayacaktır (Özer, 2003).