• Sonuç bulunamadı

BİRİKİMSEL TARİH VE İLERLEME

Belgede Sanat ve Direniş (sayfa 34-39)

ya da BÖLÜNEMEZ ZAMAN AÇISINDAN SANAT

Khronos-Topos-Logos: Zaman, mekân ve ussal yasa. Her türlü olu-şum, dönüşüm, kopuş ve ilerleme bu üç “var olan”ın oluşturduğu döllük içinde vücut bulmuştur.

Tarih insana aittir; gerisi jeolojidir, zoolojidir. Hayvanların mekânı metalaştırılmamış doğadır; kendi barınak mimarileri doğadan kopma eğilimi taşımaz. Geçmiş bilinci yoktur hayvanın. Çünkü belleğinde im biriktirme yeteneği olsa da –özellikle davranışsal göstergeler oluştur-mada– onları sistematize edip zamana yayma sadece insana mahsus bir bellek yetisidir. Hayvan kendi zamanını klimatik değerlerle algılar; göstergeler üretme ve onları birer ölçü gibi kullanma yeteneğinden fi-ziksel olarak yoksundur. Ancak yine de bedeninden salgıladığı sıvılarla etrafa koku bırakarak en azından bir mekân işaretleme işlemini başa-rabilir. Bu farklılıklardandır ki: insanoğlu kendine “rasyonel hayvan”, “sosyal hayvan” ya da eski Yunanlılarda olduğu gibi “zoon politikon” (politik hayvan) yakıştırmaları yapmıştır. Yine de yaşama, zamanın ve mekânın bölünemezliği gerçeğinden baktığımızda, “içgüdüsel değişe-mezlik” açısından hayvanla aramızda pek fark yoktur.

Birikmeyi ve ilerlemeyi, durağanlık ve kayıtsızlıktan ayrım-sayabilmek için zamansal göstergeleri birer veri unsuru olarak kullanmak yetmez. Biçimleri birer eidola kapsamında ele almak ve onların zamanı anla-tan birer im olabileceği düşüncesine kapılmak da yanlış olur. Bu tür bir kaygıdandır ki zamandır, göstergebilimin (semioloji) tarihi kavra-yış yöntemlerini anlamaya çalışıyorum. Yazın sanatında olsun, plastik sanatlarda olsun, göstergebilimin çözümseyici yöntem olarak oldukça yetkin olduğu kanısında olduğum halde, bir yerlerde eksik kaldığını görebiliyorum. Nerede ve nasıl? Yazının akışında tekrar bu konuya dönmek üzere şunu vurgulayım: anlam ve iletişim sistemlerini araştı-rarak “son bilgi”ye varmak isteyen göstergebilimin zamanı ve mekânı betimleyen imlerin özüne ne kadar indiği konusunda kuşkuluyum. Benim için şey’in varlık nedeni(ratio essendi)ni oluşturana inmek, şey’i anlamla kavramaktan daha önemlidir. Anlama dönüştürülen, ancak bilgiye dönüştürülemeyen o kadar çok sanı ürünü var ki

yaşa-mımızda. Bunun da nedeni, eşyaları kendi ortamlarında algılamak ye-rine onları birer “içkin-şey” olarak bulundukları doğal mekândan ayrı algılamamızdandır. Örneğin, tarihöncesine ait bir eşyayı kendi yaşan-mışlık ortamında görmekle bir müzede görmek arasında önemli bir fark vardır. O an orada (müzede) algıladığımız, hazırlanmış bilgilerin bir örneği olarak “eşya”dır. Halbuki doğal mekan yaşamın kendisinden ipuçları verir. Bugünkü bilgisayar dünyası ise bunun da ötesine gide-rek bir üçüncü status daha ortaya çıkarmıştır: sanal gerçeklik. Gittikçe kademe kademe şeylerin dünyasından uzaklaşarak hiçbir gerçekliği olmayan ilinekler dünyasının unsurları haline dönüşüyoruz.

Eşyayı kendini çevreleyen gerçekliğinde algılamak ve görülen eş-yanın nesnel bilincinde olmak, bizi bir bilinç içeriği olan “duyum”a vardırır. Bilinç için olanaklı bulunan tüm algıların toplamıysa “gö-rünüşler dünyası(mundus sensibilis)”nı oluşturur. İşte bu görünüş-ler dünyası karşısında -öze inmek açısından- eğer sadece bir bilinç içeriği olan duyum’a yaslanırsak bir sezgi betimlemesinden öteye gidemeyeceğimizi bilmeliyiz. Çünkü bizi ilgilendiren, nesnenin gö-rünüşünden öte nesnenin varlıksal niteliğidir.

Bu aşamada, görünüşler dünyası ile görüngüler (fenomen) dünyası arasındaki ilinti ve ayrımı kurcalayarak biçim ötesi bir tarihin izini sürmek ve zamanı, müzelenmiş eşyalar açısından değil, birikimsel tarih ve ilerlemek açısından kavramak gerekir. Bunun tersi, tarihi -bazı sanat tarihçileri gibi- bir öykü olarak algılamak olur. Ki bu, büyük bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Öyküler anlama dayalı anlatımlardır ve tarihi bir birikim olarak değil, bir tükenme olarak algılarlar. Stoacılar yaşadıkları çağı tarihin gerilemeye başladığı an ve Dünya’nın yaşlılığı olarak algılıyorlardı. Tarihin son bulduğu görüşü günümüzde de tekrarlanmıyor değil. Bununla birlikte sanatın da öl-düğü görüşü halâ tartışılmakta. Aradan yüzyıllar geçecek ve birileri çıkıp aynı şeyi tekrarlayacak. Bu arada biriktirilen ve yeniden gözden geçirilen değerler yeni açılımların motoru olmaya devam edecek. Tarihi bir birikme ve ilerleme süreci olarak algılarken bunun evrimleş-meyle hiç bir şekilde benzeşmediğini vurgulamak isterim. Birikme ve ilerleme kendi içinde kopmaları ve sıçramaları da taşır. Çizgisel tarih-ten ayrılan bir tanımdır bu. “Tarihöncesi ve arkeolojik bilgilerin

gelişi-mi, bizim zaman içinde art arda dizilmiş olarak düşünmeye zorlandı-ğımız uygarlık biçimlerini alan içinde sergilemek eğilimindedir. Bu iki şeyi ifade eder: Öncelikle ‘ilerleme’ ne kaçınılmazdır ne de süreklidir; atlamalar, sıçramalar ya da biyologların dediği gibi mutasyonlardan kaynaklanır. Bu atlama ve sıçramalar sadece ileri doğru ve sürekli aynı yönde olmazlar; yön değiştirerek giderler. Bunu çeşitli yönlere hamle olanakları bulunan, ancak bunların hiçbiri aynı yönde olmayan sat-rançtaki ata benzetebiliriz. İlerlemekte olan insanlık, her bir yeni ha-reketiyle onun için artık tırmanılmış olan basamaklara yeni basamak-lar ekleyen, merdiven çıkmakta olan bir adama pek benzetilemez; bu ilerleme daha çok, zar atmakta olan, şansı zarların üzerine dağılmış bir oyuncuyu hatırlatır. Her atışında, zarların masanın üzerine farklı birle-şimlerde saçıldığını görür. Birinde kazanılan, sürekli öbüründe kaybe-dilir ve tarih sadece zaman zaman birikimseldir. Yani kısacası sonuçlar uygun bir birleşim oluşturmak için toplanırlar(1).”

Tarihi aynı zamanda bir bellek olarak da düşünmek istiyorum. Geçmişe baktığımızda, yaşamadığımız zamanlarda bile kendimizden bir parça bulabileceğimizi düşünüyorum. Tarih bir oluşumlar istiflemesi değil sa-dece. İçinde bugünün fikirlerini de bulabileceğimiz o uzak zamanlarda bir başka insan değil, yine ‘biz-insan’ vardı. Ortega Y Gasset ‘fikir tari-hi diye bir şey yok aslında’ diyor Tarihsel Bunalım ve İnsan kitabında; ona hak vermemek mümkün değil. Düşünmek şu veya bu zamana özgü bir şey değil. Düşüncenin geçmişi olamayacağı, en iyi ve en etkileyici bir şekilde sanat ve felsefe dünyasında ifade bulur. “Geçmiş düşünce-nin geçmiş olduğu için geçip gittiği savı, açıkçası bugünü kurtarmaya yönelik bir mazerettir. Bu akıl yürütmeyi kendi mantığıyla eleştirmek gerekirse, bunun görececiliğin çağdaş biçimi olduğunu söyleyebiliriz: Gözden düşen bilgi sosyolojisi, düşünceyi özgül toplumsal katmanlar ve tarihsel çağlarla mekanik bir şekilde eşeleyerek düşünceden kaçınmaya çalışmaktadır(2).” Geçmişi bugüne ait olmayan bir zaman atığı gibi al-gılamak ve aklı, belirli bir mekânın malı kılmak insanın düşünme eyle-mine sınır tanımak demektir. Ne yazık ki “modern akıl artık düşünceyi düşünemez, sadece zaman ve mekâna yerleştirebilir. Düşünme etkinliği sınıflandırmanın edilginliği doğrultusunda çürüyor(3).”

Sanata ve felsefeye baktığımız zaman düşüncenin seyrinin yine dü-şünceye ait bir yörüngede olduğunu hemen fark ederiz. İşte bu

an-layış ışığında bir sanat yapıtını varlık nedeni’ni oluşturan kaynak-larını arayarak çözümsemek gerekir ve ona sadece bir zaman dili-mine ait ürün olarak değil de genel olarak sanat düşüncesinin bir ürünü olarak bakmak gerekir. Çünkü bir sanat eseri, sanatın varlık nedenlerinden ayrıştırılarak çözümsenemez. Sanatta ve felsefede yaşanan düşünsel kesintiler verimsiz bir boşluk oluşturmazlar. “Ke-sintiler her zaman kaçınılmaz bir şekilde çözmeye devam ettikleri eski dokulara kendilerini yeniden yazarlar, hiç sona ermemecesi-ne. Bu sona ermeyiş bir ilinek veya olumsallık değildir. Bu durum hiçbir şekilde, bazı kesintilerin zorunluluğunu ve göreceli önemini, yeni yapıların ortaya çıkışını veya betimlenmesini ortadan kaldır-maz(4).” Bu açıdan göstergebilimin haklılığını iade etmek gerekir. Ancak khronos ve topos`u belirgin bir şekilde algılama kapsamı içine alan göstergebilimin bir eksiği kalır, o da: Logos(ussal yasa) tur. Bunu da görüngübilim (fenomenoloji) başarır.

“Fenomenolojinin en büyük kazanımı, kuşkusuz, kendi dünya ya da ussallık anlayışı içinde, aşırı nesnellikle aşırı öznelliği bir araya getirmesidir. Ussallık, tam olarak içlerinde ortaya çıktığı deneyim-lerle ölçülür. Ussallık vardır, yani: bakış açıları birbirlerine uyar, al-gılar birbirlerini doğrular, bir anlam belirir. Anlamın ayrı tutulma-ması, mutlak zihne ya da realist anlamda dünyaya dönüştürülme-mesi gerekir. Fenomenolojik dünya, salt varlığın dünyası olmayıp deneyimlerimin kendi kendileriyle ve başkalarınınkiyle kesişme-sinden, birbirlerine zincirlenmesinden ortaya çıkan anlamdır; böy-lelikle geçmiş deneyimlerimin şimdikiler içinde, ötekinin deneyi-minin benimkinin içinde ele alınışıyla birliğini sağlayan öznellik ve özneller arasılıktan ayrılamaz. İlk defa filozofun düşünmesi, kendi sonuçlarını, Dünya’da ve kendi’nden önce gerçekleştirmemek için yeterince bilinçlidir. Filozof dünyayı, başkasını ve kendi kendisini düşünmeyi, onların ilişkilerini kurmayı dener. Ama düşünen ego, ‘yan tutmaz izleyici’, önceden verilmiş ussallığa katılmaz, varlıkta güvencesi olmayan ve tarihimizi üstlenmemizin bize verdiği et-kin güce dayanan haklı bir girişimle, bu ussallığı ve kendi kendini kurar. Fenomenolojik dünya, önceden biçimlenmemiş bir varlığın açıklanması olmayıp, varlığın temellendirilmesidir. Felsefe, önce-den var olan bir doğrunun yansıması değil, tıpkı sanatta olduğu gibi, bir doğrunun gerçekleşmesidir… Bununla birlikte önceden

var olan tek logos dünyanın kendisidir ve onu göz önündeki varolu-şa geçiren felsefe olanaklı olmakla işe başlamaz: tıpkı bir parçasını oluşturduğu dünya gibi; edimsel ya da gerçektir(5).”

Göstergebilimin tümdengelim (dedüksiyon) mantığından yola çı-karak Görüngübilimin tümevarım (indüksiyon) aşamalarına yö-nelmek sanırım sanatı algılamada iyi bir yöntem sayılır. Böylelikle Göstergebilim hakkında “eksik kalır” diye beslediğim kuşku da ya-nıtlanmış olur. Özelden geneli (tümevarım) ya da genelden özeli (tümdengelim) çıkarmak, birbiriyle buluşan ve aynı tasarımın den-geleyici yönlerini oluşturan hareketler olduğu için, varlığı çözümse-mede en etkin “birleşik yol” sayılır kanısındayım. Sonuçta yine bir bölünemezlikle daha karşı karşıyayız. Sanat ve onu doğuran felsefe işte bu bölünemezliklerin en iyi ifade edildiği düşünce ortamıdırlar. Gerçek bir sanat eserinde birikmiş tarih, yeniden oluşumu sağlayan kopma ve ilerleme tüm açıklığıyla kendini göstermelidir. Yadsıma ve özümsemenin bir tek oluşum niteliğinde ortaya çıkışı gibi. “Zaman homojen bir boyut değil, dinamik bir gelişimdir ve hetero-jendir.” İtalyan sanat felsefecisi Dino Formaggio’nun mimarlığın bile bir mekan değil bir zaman sanatı olduğunu vurgulaması tartışmamı-za iyi bir destek oluşturur sanırım. Zaman bilinci önce Newton ve Kant’la, sonra da Einstein’in khronotop’uyla iki değişik süreç geçi-rir. Bir üçüncü süreç ise (Prigogine’nin kuramı) içinde başka yönler üreten kesinti ve kopuş’u barındıran zamansallıktır. Dördüncü boyut olarak zamanla bir ilişkisi yoktur. Söz konusu zamansallık, mekâna yönelik ya da mekâna göreli bir ölçü değil, sanatsal sezginin eylemini içinde barındıran ussal bir boyuttur(6). Zaman yapısı, çözülümü zor bir kozmik bedenselliğe sahiptir. Hangi kavrama başvurursak vura-lım sonuçta bölünemez bir zamanla karşı karşıyayız. Sanat yapıtları ise bu oluşumun mikro-kozmik elemanlarıdırlar.

1. Claude Levi Strauss, Irk Tarih ve Kültür, Metis Yayınları 1985 s.35 2. Russel Jacoby, Belleğini Yitiren Toplum, Ayrıntı Yayınları 1996 s.26 3. A.d.y. s.26

4. Jacques Derrida, Göstergebilim ve Gramatoloji, Afa Yay. 1994 s.44 5. M. Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisine Önsöz, Afa Yay. 1994 s.55,56 6. Flash Art No:159 1991 Dino Formaggio ile söyleşi, Marco Senaldi s.88-89

Belgede Sanat ve Direniş (sayfa 34-39)