• Sonuç bulunamadı

2. REJİM DEĞİŞİMİ VE TEORİK ÇERÇEVE

2.3 Betimleyici Yaklaşımlar

Betimleyici yaklaşımlar başlığı altında, özellikle otoriter rejimleri yaratan dinamikleri ve mekanizma açıklamayı esas almaktan ziyade onları tanımlamayı ve kategorize etmeyi öne alan yaklaşımları ele alacağız.

Betimleyici yaklaşımlardan en yaygın etkisi olan hiç kuşku yok ki Linz ve Stepan tarafından yapılandırılmıştır. Linz ve Stepan ise liberalleşme ile demokratikleşme arasındaki farkı vurgularlar. “Seçme hatası” kavramıyla demokrasinin gerek şartlarından birisi olan seçimlerin demokrasinin yeter şartı olarak görülmesinin yol açtığı eksiklikleri açıklamaya çalışırlar. Otoriter ve totaliter rejimleri ayrıştırmaya çalışırken dört kategoriden yararlanırlar: 1) çoğulculuk 2) ideoloji 3) liderlik 4) mobilizasyon. Otoriter, totaliter ve demokratik rejimler olarak bir sınıflandırmaya gidildiğinde dünyada temel siyasi rejim modelinin otoriter rejimler olduğunu savunurlar. Otoriter rejimlerin kendi başlarına bir model olduğunu, bir geçiş rejimi olmadığını savunarak Geçiş Teorisi’ne itiraz ederler (Linz, Stepan, 1996, 39). Bu tartışmada ortaya attıkları post-totaliter kavramı ise özellikle serbest piyasa ekonomisine adım atan ancak tek parti iktidarından da vazgeçmeyen Çin, Vietnam gibi ülkeleri tarif etmek için kullanılabilecek en ideal kavram görünümündedir. Post-totaliter rejimlerde, Post-totaliter olanlara göre çok daha önemli ve karmaşık bir kurumsal çoğulculuğun varlığından bahsedilmektedir. Otoriter rejimlerden ise sınırlı olsa bile görece otonom hiçbir açık siyasi rekabetin bulunmayışı ile ayrışırlar. Totaliter liderler çok daha sınırsız hareket edebilme yeteneğine sahip ve karizmatik iken, post totaliter liderler daha bürokratik ve teknokratik olmaya eğilimlidir. Çin’de Mao ve Deng ile takipçileri Jiang Zemin ve Hu Jintao’yu karşılaştırdığımızda bu sav gayet yerinde gözükmektedir. Xi Jinping ise bu yönetici nesillerin ortaya koyduğu doğrusal eğilimi büyük oranda kırmış ve karizmatik yönünü de öne çıkarmaya çalışan bir lider görünümündedir. Post totaliter ve otoriter rejimler arasındaki en önemli fark ise post totaliter rejimlerde geçmiş dönemki ideolojinin hala güçlü olması ve resmi olarak eleştirilebilmesinin mümkün olmamasıdır. Post totaliter rejimler, geçmiş ideolojinin mirasına hala sahip çıkarken bu ideolojinin zayıflayan endoktrinizasyon etkisinin farkında oldukları için, bu değişimin yarattığı ideolojik boşluğu performans temelli bir meşruiyet anlayışıyla doldurmaya çalışırlar. Post totaliter rejimler totaliter rejimlerin sıradanlaşması, ütopik hedeflerden uzaklaşması, çürümesi sonucunda ortaya çıkarlar. Linz ve Stepan post totaliter rejimlerin geleceği ile ilgili 3 seçenekli bir öngörüde bulunmaktadırlar: 1) iktidarın kendi iradesiyle totaliter rejimin kurumlarını zayıflatması ve liberalleştirmesi 2) kurumların çözülmesi ve kadroların

rejime olan bağlılıklarının tamamen ortadan kalkması sonrasında çürüyerek yıkılması (Sovyetler Birliği’nde buna benzer bir süreç yaşananları açıklar görünmektedir) 3) toplumsal, kültürel ve ekonomik çatlakların genişlemesi yoluyla toplumun totaliter kontrolün dışına çıkmayı başarması. Post-totaliter rejimlerin istikrar kazanabileceği değerlendirmeye dahil edilmemiştir.

Otoriter rejimleri tarif etmekte en sık kullanılan tanımlardan biri hiç kuşku yok ki Juan L. Linz tarafından geliştirilmiş olanıdır: “Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir siyasal plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler” (Linz, 2012) Linz’in tanımındaki ideoloji/zihniyet ikiliği dikkat çekicidir; totaliter rejimlerde topluma dayatılan, neredeyse tüm toplumun bir kalıp içine dökülmeye çalışılmasına araç olan, ütopik boyutlar içeren ideoloji otoriter rejimlerde bu etkinliğini kaybetmekte, daha pragmatik bir yaklaşımla el alınır hale gelmektedir. Aynı biçimde totaliter rejimlerde görülen toplumun geniş kesimlerinin ideolojinin gerekleri doğrultusunda mobilize edilmesi otoriterleşme ile birlikte yerini toplumun bu biçimiyle dahi siyasetin içinde kendisine yer bulamadığı, giderek siyasetten tamamen uzaklaştığı bir katılım biçimine dönüşür. Bu durum Linz’e göre siyasal süreçteki ütopyacı gerilimi ve dolayısıyla çatışmayı hafifletmektedir.

Linz’in sınırlı plüralizm kavramı ise yönetilenlerin gerçek bir katılımını ve sahici bir muhalefetin topluma ulaşmasına imkân sağlamayan bir liberalleşmeyi tarif etmektedir. Otoriter bir siyasal yapının demokratikleşmesine hizmet edebilecek kanallar olarak da görülmüş olan sınırlı plüralizm, aslında giderek otoriter rejimlerin en temel meşrulaştırma aracı haline dönüşmektedir. Bu tema seçimli veya rekabetçi otoriterizm kavramlarıyla başka yazarlar tarafından geliştirilecektir (Lewitsky, Way, 2010; Schedler, 2013). Seçimlerin kendisinin giderek nasıl olup da temsili demokrasinin bir aracı olmaktan otoriter rejimlerin bir aparatı haline dönüşebildiği meselesi özel olarak bir tartışma konusudur. Poulantzas’ın söz konusu ettiği gibi otoriterleşme eğilimi olağanüstü bir devlet görünümü oluşturmadan, var olan

demokratik kurumları görünüşte değiştirmeden, onların içine sızarak bir tür mutasyona uğratarak işlemektedir (Poulantzas, 2006).

Geddes’in otoriter rejim tiplerini hayatta kalma süreleri açısından sınıflandırmaya çalışması dikkat çekicidir. Geddes’s göre seçim yapan otoriter rejimler, yapmayanlara göre daha uzun süre iktidarlarını koruyabilmektedir. Otoriter rejimlerin %25’i seçilmiş yöneticiler tarafından kurulmuşlardır. İktidara askeri darbe sayesinde gelenlerin bile ancak üçte biri hiçbir parti veya harekete yaslanmadan iktidarını koruyabilmiştir. Geddes kendi sınıflandırması içinde (askeri cunta, kişicil, tek parti) en istikrarlı olan tipin tek parti rejimi olduğunu savunmaktadır. (Geddes, 1999, 121)

Geddes seçimlerin hangi durumlarda otoriter bir rejimin aracı olabileceği üzerine de bir açıklama geliştirmiştir. Geddes’e göre Magaloni’nin diktatörlerin seçimlerdeki açık ara üstünlüklerini ve yüksek katılım oranlarını olası rakiplerinin hevesini kırmak için kullanması argümanı diğer otoriter rejimlerde yapılan seçimleri açıklamak için de kullanılabilir (Geddes, 2006). Otoriter rejimler seçimlere izin verip vermemeyi tartarken rekabetçi seçimlerle daha rahat yönetilebilecek iktidar bloğu içi tehditlerle hiçbir yasal muhalefete izin vermeyerek daha rahat kapsanabilecek dışarıdan kaynaklanan tehditleri dengelemeye çalışırlar.

Merkel ve arkadaşlarının Kusurlu Demokrasi tezleri otoriterizm tartışmalarına Alman Ekolü’nün önemli bir katkısı olarak değerlendirilebilir (Merkel, Croissant, 2004).

Söz konusu kavramsallaştırma melez rejimleri, demokrasi üst başlığı altında sınıflandırması ile ayrışmaktadır. Merkel, Kusurlu Demokrasileri dört grupta sınıflandırmaktadır ve her bir alt tür, demokrasinin temel bileşenlerinden biri

Tablo 2: W. Merkel’de Kusurlu Demokrasilerin Alt Tipleri

Kusurlu demokrasi tipi Tipe karşılık gelen kusur Dışlayan demokrasi Seçimler ve siyasi katılım Liberal olmayan demokrasi Özgürlükler ve insan hakları Yetkilendiren demokrasi Yatay hesap verebilir olma Tam egemen olmayan demokrasi Etkin bir hükümet

açısından kusurlu olarak değerlendirilmektedir. Merkel’in yaklaşımı, Betimleyici Teorilerin en tipik örneği olarak da değerlendirilebilir. Bu teori, otoriter rejimlerin

“ne” olduğuna cevap ararken “neden” ve “nasıl” soruları tartışma dışarıda kalır.

Rejimlerin oluşma dinamiklerine dair kapsamlı bir çerçeve önerisi sunmazlar.

Merkel, ampirik çalışmayla da destekledikleri çalışmalarının sonucunda yeni ortaya çıkan demokrasilerin temel özelliklerini şöyle sıralamaktalar:

1) 3. Dalgayla ortaya çıkan demokrasilerin çoğu kusurludur.

2) Kusurlu demokrasiler, tam demokrasiye geçerken uğranılan bir ara durak olmak zorunda değildir. İstikrar kazanabilirler. Bu noktada Huntington ile ters düşmekte, Linz’in otoriter rejimlerin istikrar kazanabileceği yaklaşımına katılmaktadırlar.

Huntington liberalleşmiş otoriterizmin kararlı bir denge oluşturamayacağını, “yolun ortasında durmanın mümkün olamayacağını” iddia etmişti. Otoriter rejimde ortaya çıkan bir çatlağın son durağı tam demokrasi olan bir rejime yol açacağına dair beklentiler Merkel’in ampirik çalışması tarafından doğrulanmamıştır.

3) Yeniden otoriter rejime dönüş söz konusu değildir.

4) Kusurlu demokrasilerin büyük kısmı, temel özgürlükler ve insan hakları ile ilgili sorunların yaşandığı liberal olmayan kusurlu demokrasiler grubuna dahil edilebilir.

5) Kusurlu demokrasilerin kusurlu olduğu alanlar değişebilmektedir.

6) Seçim ve katılım alanında kusurlara sahip olan kusurlu demokrasilerin sayısı giderek azalmakta. Seçimlerin, siyasi sistemlere eklenme oranı artmaktadır.

7) Belli coğrafyalarda belli kusurlar daha belirgin olarak öne çıkmaktadır. Buna bölgesel difüzyon etkisi de diyebiliriz. (Bogaards, 2009)

Günümüzde otoriter rejimlerin en özgün boyutu çok partili seçimlerle anti-demokratik rejimlerin bir arada bulunması olarak tespit edilmektedir. Buradan hareket eden Schedler (2002) ise Merkel’in demokrasi kategorisinde ele aldığı melez rejimleri seçimli otoriterizm başlığı altında sınıflandırmayı tercih etmiştir. Benzer bir yaklaşım Lewitsky ve Way (2010)’in Rekabetçi Otoriterizm, Ottoway (2003)’in Yarı Otoriterizm kavramlarında da görülebilir. Bu çerçevedeki tezlerde seçimler, genel olarak demokratikleşmeye açılan bir kapı olmaktan ziyade otoriter rejime meşruluk

kazandıran araçlar olarak değerlendirilmektedirler. Schedler (2006)’e göre seçimli otoriterizm ile seçimli demokrasileri birbirinden ayırmak için seçimlere, seçilmeyi düzenleyen kurumlara bakmaktansa politik özgürlüklerin ve muhalif düşünce ve örgütlenmelere sağlanan yasal güvenlik seviyesinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Levitsky ve Way’in Rekabetçi Otoriterizm kavramı da oldukça kullanışlı bir güncel çerçeve sunmaktadır. Rekabetçi otoriter rejimlerde formel demokratik kurumlar vardır ve iktidarın elde edilmesinde öncelikli araçlarıdır. Buna rağmen iktidarı elde bulunduranların konumlarını istismar ederek muhalifleri karşısında belirgin bir avantaj elde ettikleri rejimlerdir. Soğuk Savaş sonrası koşullarda otoriter rejimlerin dışsal maliyetlerinin artması, siyasi elitleri demokratik kurumların bir kısmını daha çok biçimsel olarak rejime eklemeye sevk etmiştir. Bu rejimlerin nereye doğru evrildiklerini açıklarken ise özellikle demokratik Batı ülkeleri ile kurulan ilişkiler ve otoriter devletlerin organizasyon yeteneği sonucu belirleyen temel etkenler olarak ortaya konur. Batı ile köklü ve yoğun ilişkileri olan rejimler genellikle demokrasi yolunda ilerlemektedir. Batı ile mesafeli, otonom buna karşılık güçlü devlet organizasyonuna sahip ülkelerde kararlı otoriter yapılar ortaya çıkmaktadır. Batı ‘dan ziyade otoriter büyük güçlerin desteğine sahip buna karşılık devlet organizasyonu zayıf olan otoriter rejimler ise kararsız otoriter yapılara dönüşmektedir.

Carothers ise geçiş paradigmasının başarısızlığını ispat etmeye çalışmıştır. Geçiş Paradigması’nın otoriterizmin çözüldüğü her ülkenin demokratikleşmesi beklentisini gereğinden fazla arttırdığını düşünmektedir. Carothers (2002)’in Gri Bölgedeki siyasi rejimler tanımlamasının alt başlıklarının ortak özelliği vatandaşların siyasetten soğumuş ve seçimlerde oy vermek dışında etkin bir siyasi katılımdan kopmuş olmalarıdır. Örneğin “Baskın İktidar Siyaseti”nin hakim olduğu ülkelerde demokrasinin kimi asgari araçları bulunsa da iktidardaki gücün bunu kaybetmesi çok da mümkün görünmemektedir. Bu rejimlerde iktidardaki parti, hareket, lider ile devlet arasındaki sınır çizgisi giderek ortadan kalkmaya başlar. Carothers’in başka bir kavramı ise “etkisiz çoğulculuk” tur. Etkisiz çoğulculuk iktidar değişiminin daha mümkün olduğu, yani belirsizlik alanının görece daha geniş olduğu rejimleri tarif eder. Bu tip rejimlerde yargı sistemi de görece daha bağımsız olabilir. Sivil toplum

siyasete neredeyse tamamen yabancılaşmıştır. Siyasal toplum ile sivil toplum arasındaki bağlantılar neredeyse tamamen kopmuştur. Siyasi partilerin itibarı son derece düşüktür.

Carothers’e göre Geçiş Paradigması terk edilmelidir, çünkü tam bir demokrasi ile katı bir diktatörlük arasında geçiş rejimi olarak düşünülen siyasi yapılar giderek istikrar kazanmaktadırlar, hatta gelişmekte olan ve komünizm sonrası ülkelerde çoğunluk haline gelmişlerdir. Seçimlerin demokratikleşme yönünde er veya geç bir etki yaratacağını beklemek de yazara göre gerçekçi değildir. Kişicil iktidarların güçlendiği, siyasi partilerin kalıcılaşıp kurumsallaşamadığı ve patronaj temelli siyasi yapıların kök saldığı bir politik dönem aynı zamanda bazı demokratik fenomenlerle eklemlenerek kalıcılık kazanabilir. Otoriter rejimden her uzaklaşma siyasi rejimleri demokratikleşme yoluna sokmamaktadır.

Sonuç olarak Carothers melez rejimlerin birçok ülke için bir geçiş durumu olmaktansa istikrarlı bir hali temsil ettiğini ilan ederek aslında, geçiş rejimlerinin istikrar kazanma olasılığını küçümseyen Lipset ve Huntington’dan farklılaşan, Linz ve Merkel’le benzer bir yaklaşımı savunmaktadır. Demokrasi inşa etmek adına etkin bir devlet inşasını ikinci plana atan yaklaşımı da eleştirmektedir, ki bu tutumla da esas olanın demokrasi ve özgürlük değil de kurumsallaşma ve istikrar olduğunu söyleyen Huntington’a yakın düşmektedir.