• Sonuç bulunamadı

2. REJİM DEĞİŞİMİ VE TEORİK ÇERÇEVE

2.6 Araştırma Çerçevesi

Devlet ve rejimi, sivil toplumun farklı tabakaları arasındaki veya sivil toplumla devlet arasındaki ilişkinin bir yansıması olarak okuyacaksak o zaman devlet ve rejim tipleri arasındaki farkı izaha kalktığımızda da bu ilişkinin sınıflandırılmasından yola çıkmak zorundayız. İlişkisel açıklama, yapısal öğelerin merkezde olduğu ve deterministik bir biçimde rol oynadığı yaklaşımlardan politikayı merkeze alması açısından üstündür.

Asimetrik bir sömürü ilişkisinin merkezde olduğu çağdaş toplumlarda bu yük devlete adaletsiz ve eşitliksiz bir ilişkinin yeniden üretilmesi görevini verir. Burada

“adaletsiz” kavramı ahlaki bir norma atıfla kullanılmamaktadır. İfade edilmeye çalışılan var olan toplumsal ilişkinin ancak devlet gibi son kertede topluma dışsal bir ögenin müdahalesi olmadan sürdürülebilir olamamasıdır. Bu dışsal ilişkide devlet, doğal halinin örgütlü ve organize olması ile doğal halinde dağınık ve atomize olan sivil toplumun üstünde ve egemeni gibi görünür. İlk bakışta devlet ve sivil toplumun ilişkisi bir tür tahakküm ilişkisi gibi görünür. Bu aslında sivil toplum içindeki adaletsiz sömürü ilişkisinin yansımasıdır. Yani devlet-sivil toplum ikiliği biçiminde yansıyan görünüm aslen sivil toplum içindeki asimetrilerin ve çelişkili konumların bir tezahürüdür. Devlet aslen toplum içindeki avantajlı ve egemen toplumsal güçleri temsil ederken toplum kendisini ancak alt sınıfların otonom örgütlenmeleri biçiminde ortaya çıkarabilir. Alt sınıfların otonom örgütlenmelerinin bulunmadığı toplumlarda devlet, sivil toplum karşısında mutlak bir üstünlük kazanmış gibi olur.

Demokrasi dediğimiz siyasi ilişki doğal halinde dağınık ve atomize olan sivil toplumun mağdur kesimlerinin devletle ve sivil toplumun hakim tabakaları ile kurduğu bir dengenin kurumsallaşmasının sonucudur. Tek bir sınıfın devlete tek başına hakim olmasını zorlaştıran tüm denge halleri demokrasiyi destekler. Bu denge hali sivil toplumun işleyişini temel önemde belirleyen kimi konumlarda belirsizliği ve mağdurların temel hakları konusunda da bir kesinliği kurumsallaştırır (Przeworski, 1991). Belirleyici mevkilerin kimler tarafından işgal edileceğine dair bir belirsizlik ve temel hakların kullanılması konusunda bir evrensellik/kesinlik/

dokunulmazlık demokrasinin birbirinden ayrılmaz iki veçhesidir. Bu iki veçheden birinin kurumsallaşmamış olduğu durumlarda demokrasiden bahsedilemez. Seçme ve seçilme hakkının neredeyse evrensel bir meşruiyet kazanması sonrasında demokrasiyi kusurlu hale getiren zaaflar genellikle ikinci veçhede gözlenmektedir.

Giderek güçlenen yürütmeler kendilerini sınırlayan engeller olarak gördükleri temel haklarla ilgili kesinlikleri esnetmeye çalışmaktadırlar. Bu esnetmelerin kurumsallık kazanıp kazanamamaları ise yine mağdur kesimlerin devleti dengeleyici bir güç olup olamamaları ile belirlenmektedir.

Demokrasi düzenin temel parametrelerine yönelik son derece keskin bir saldırı gerçekleştiren mağdur öznenin tam anlamıyla ezilmeden ama bir biçimde radikal iddialarından vazgeçerek düzene massedilmesi ile inşa edilebilir. Bugün model gibi görünen Batı Avrupa demokrasileri aslında 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi ve toplumsal sistem için çok radikal bir tehdit oluşturan işçi sınıfı hareketinin düzene massedilmesi sonrasında ortaya çıkmıştır. Düzene massedilmenin bir denge durumu oluşturmaya devam etmesi için mağdur hareketinin tam anlamıyla ezilmeden ve yok edilmeden sisteme eklemlenmesi esastır. Aksi takdirde mağdur hareketinin tam anlamıyla ezildiği ve belirleyici bir parametre olmaktan çıkarıldığı durumlarda denge faktörü ortadan kalkar, demokrasiden ziyade otoriter rejimler yelpazesinden bir renk ortama hakim olur. Bu ezilme durumunun en belirgin sonuçlarından bir tanesi Almanya ve İtalya’da faşizm olarak yaşanmıştır.

Mağdur hareketinin düzene massedilmesi dışındaki iki seçenek ise hareketin tamamen ezilmesi ya da var olan siyasi sisteme galebe çalmasıdır. İki durumda da otoriter rejimler ortaya çıkar. Mağdur hareketi zorla ezilebilirse sivil toplumun

elitleri sistem içinde mağdurlara yer açma zorunluluğu hissetmezler. Mağdur kesimler demokrasiyi kabul etmeleri karşılığında siyasi elitler üzerindeki radikal dönüşüm tehdidini ortadan kaldırırlar ama bunu karşılığında da bir takım belirsizlik ve kesinlik alanları yaratmayı başarırlar. Bu belirsizlik ve kesinlik alanları mağdur hareketinin siyasi rejim içinde yarattığı iktidar alanları olarak da okunabilir. Mağdur hareketinin tehdidi gerçek bir tehdit olma vasfını yitirirse belirsizlik alanlarına kesinlik, kesinlik alanlarına da belirsizlik yeniden hakim olmaya başlar. Otoriter rejimlerin temel özelliği de zaten bir tür keyfiliğin kurumsallaşmasıdır. Mağdur sınıfların siyasi öznesinin ezildiği durumlarda demokrasi ortaya çıkmaz. Fakat mağdur sınıfların bir kere bile böylesi bir tehdit çıtasının üzerine çıkabilmeleri siyasi rejimin mimarisi üzerinde kalıcı sonuçlar yaratır. Bu gibi durumlarda siyasi elit genelde tek parti çatısı altında örgütlenir. Yaşanmış olan tehdidin bir ortaya çıkma ihtimaline karşı devlet ile sivil toplumu baskın güçleri, toplumsal iktidar arasında devleti öne çıkaran bir ilişki ortaya çıkar. Siyasi iktidar ile toplumsal iktidar arasındaki ilişki tek parti iktidarı içinde örgütlenir. Kalkınmacılık bu tarz siyasi rejimlerin en önemli meşruiyet araçlarından biridir. Neo-liberalizmin tüm devlet, merkezi otorite ve kalkınma karşıtı vurgularına rağmen otoriter tek parti iktidarları ile uyumlu bir çerçeve oluşturabilmesi rastlantı değildir. Mağdurların atomize halinin korunduğu, sosyal hayattan muhalefetin olabildiğince dışlandığı, ekonominin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için temel insan haklarından tavizler verilebildiği bir siyasi rejimde neoliberalizmin kendine yer bulabilmesi kolaydır.

Mağdur hareketinin siyasi iktidarı ele geçirdiği durumlarda da demokrasi ortaya çıkmaz. Devrimci irade, “genel irade” adına hareket etmenin meşruluğu ile olası tüm dengeleyici dirençleri ortadan kaldırır. Galip gelen devrimci irade, yenilgiye uğrattığı toplumsal iktidarı bütünüyle dağıtır. “Genel irade”den ayrışan tüm iradeler, köken olarak devrimci iradeden türemiş bile olsa aynı kadere mahkum olur. Farklı tonları bulunsa da devrimler sonrasında demokrasiden ziyade otoriter rejimlerin ortaya çıkması bu güç dengesinden kaynaklanır.

Mağdur sınıfların siyasi özne olarak siyasi rejime radikal bir tehdit oluşturamadıkları toplumlarda görülen otoriter eğilimleri ise neopopülizm ve rantiye devlet çatısı altında sınıflandırabiliriz.

Neopopülizm daha ziyade mağdur kesimlerin devrimci bir seçenek oluşturamadıkları fakat bir yandan da siyasi ve toplumsal krizlerin genellik kazandığı toplumlarda gözlenmektedir. Buralarda mağdur kesimler atomize olma halini aşamamakta fakat toplumsal iktidar da hegemonya inşa edememekte ve istikrarlı bir siyasi biçime bürünememektedir. Toplumsal iktidarın sosyal tabanının dar olması, geç kapitalizmin kimi yapısal sorunlarının kronikleşmiş olması çok yüksek enerjili bir hal ortaya çıkartır. Bu yüksek tansiyonun dindirilmesi genelde mağdur kesimlerin de tümleşik olarak değil ama bireysel olarak desteğini alan karizmatik bir önderlik tarafından yönetilebilir bir hale gelir. Popülizm toplumun sivil toplumun atomize olma halini geçici olarak ortadan kaldırır, genelde bir ortak düşmana karşı karizmatik önderliğin arkasında birleşilir. Popülist siyasi iktidarlar mağdurlar açısından bir takım maddi kazanımlar anlamına gelir ancak bunu karşılığında sivil toplumun içinden mağdurların bir politik özne inşa edebilmesi de engellenmiş olur. Yüksek toplumsal enerji karizmatik liderlik tarafından emilir, mağdurların bir politik özne inşa edebilmesi engellenebildiği için de popülist/karizmatik liderin toplumsal iktidar içinde kendisine açtığı alana tahammül edilir. Popülizmin doğal tabanı köylülük ya da geç kapitalizmin kent varoşlarında yaşayan örgütsüz kesimlerdir. Kitleler siyasetin içine çekilmesine rağmen bu ilişkiden demokrasi türemez. Demokrasi, mağdurların politik öznesinin yarattığı büyük bir dalgalanmanın sistem tarafından zorla ezilememesi ancak sisteme entegre edilmesi sonrasında ortaya çıkabilir. Popülizm de mağdurlar bir politik özne seçeneği olarak değil de bireysel olarak siyasi alana girerler. Sivil toplum devlete nüfuz eder ancak atomize halini aşamadan bunu yapabilir. Burada demokrasi yerine güçlü patronaj ilişkileri tarafından da beslenen bir yeni efendi-köle, patron-müşteri ilişkisi türer.

Rantiye devletlerde ise mağdurların politik bir özne oluşturma hikayeleri bulunmadığı gibi kurulmuş olan çok güçlü patronaj ilişkileri ve devletin güçlü zor aygıtları dolayısıyla toplumun mağdur kesimleri içerisinde bir yüksek enerji hali de bulunmamaktadır. Sivil toplum atomize olarak dahi devlet nüfuz etme olanağı bulamaz. Devlet ve sivil toplum birbirinden neredeyse tamamen ayrı yapılar olarak kendilerini yeniden üretirler. Sermaye ilişkilerinin yaygınlaşması da geleneksel sosyal kurumları yıkmaktan ziyade onları güçlendirir. Modernleşme Teorisi’nin

öngörülerinin tam tersi bir durum yaşanır. Devlet ile sivil toplumun ayrık olma hali büyük oranda büyük boyutlu dışsal kaynağın varlığın devleti ve toplumsal iktidarı sivil topluma yönelmekten alıkoymasıdır. Devlet sivil toplumdan kaynak emecek kapsamlı bir düzenlemeye sahip değildir. Bu durum sivil toplumun kendi küçük kapalı devreleri olan kabile yapılarının, feodal ilişkilerinin kendisini korumasına imkan tanır. Dolayısıyla siyasi iktidar da daha ziyade Weber’in geleneksel meşruiyetinden güç alır ve patrimonyalist iktidar yapıları oluşur. Bu gibi toplumlarda karizmatik ve akılcı/kurumsal meşruiyet zemini zayıf kalır.

Toparlamak gerekirse:

1) Siyasi demokrasinin ortaya çıkabilmesi için mağdurların politik özne haline gelmesi, sivil toplumun temel parametrelerine tehdit yaratması daha sonra da radikal uçlarından soyunarak, bütünüyle ezilmeden ama dönüşerek sisteme entegre edilmesi gerekir. Böylesi bir siyasi sürecin sonunda siyasal demokrasi ortaya çıkar.

2) Siyasal rejimin temel parametrelerine tehdit oluşturan bir mağdurlar hareketi başlattığı meydan okumanın gereklerini yerine getiremez ve toplumsal iktidar ile devlet tarafından ezilirse buradan otoriter rejimler türer. Genelde tehdit seviyesine ve sivil toplumda yaşanan çatışmanın şiddetin seviyesi oranında toplumsal iktidarın devletle kaynaşmış bulunduğu bir siyasi yapı ortaya çıkar. Bu yapı bir tek parti çatısı altında kurumsallaşabilirse istikrar kazanır ve kalkınmacı bir retorikle kendisini yeniden üretebilir.

3) Mağdur politik öznenin yeterli seviyede bir tehdit oluşturamadığı ancak sosyal, siyasi ve iktisadi sorunların genel olarak bir kriz atmosferi yarattığı yüksek gerilimli toplumlarda ortaya çıkan otoriter yapı tek parti iktidarından ziyade popülist/

neopopülist zeminden beslenir. Burada toplumsal iktidar ile devlet kaynaşması, mağdurlardan çok yüksek seviyede tehdit algısı yaşayan toplumlardakine göre çok daha sınırlıdır. Meşruiyetin temel kaynağı karizmadır.

4) Devletin ve toplumsal iktidarın elinde çok yüksek bir dışsal gelir elde etme olanağı bulunan durumlarda ise devlet ile sivil toplumun birbirine nüfuz etmeden ayrıksı bir biçimde kaldığı bir siyasi yapı ortaya çıkar. Devlet toplumun kaynaklarını seferber etme zorunda olmadığı için merkezileştirici bir kurumsal yapı inşa etmez.

Kapitalist ilişkiler geleneksel yapıyı dönüştürmekten ziyade sanki dondurur.

Geleneksel meşruiyet zemini olabildiğince güçlüdür.

Devlet ve toplum ilişkilerinin farklı biçimleri siyasi rejimlerin çeşitliliğini büyük oranda açıklar. Mağdur hareketleri, toplumsal iktidar ve devletler arasında yaşanan çelişkilerin niteliği ve çözülme seyri seyri ortaya çıkan siyasi rejimin temel koordinatlarını belirler. Hesaplaşmanın yaşandığı kritik kırılma anları sonucunda oluşan güç dengeleri kurumlara kaydedilir. Kritik kırılma anı güzergah bağımlı bir yeniden üretim sürecinin başlangıcını oluşturur. Oluşan güç dengesinin sürekliliğini sağlama açısından siyasi rejimlerden herhangi biri özel bir avantaja sahip midir?

Özellikle otoriter rejimler içi çeşitlilik, rejim sürekliliği açısından ne gibi farklılaşmalara yol açabilir? Bu noktada her zaman ve mekanda geçerli bir mega teoriden ziyade Tarihsel Kurumsalcılığın kritik kırılma anları yaklaşımını esas alan orta seviyeli bir teori çok daha açıklayıcı olacaktır.

3. KALKINMACI TEK PARTİ İKTİDARLARI VE POST-TOTALİTER