• Sonuç bulunamadı

2. TANZĐMAT’IN YENĐ BĐLGĐSĐ VE MĐMARLIK

2.3 Batı’nın Aşkın Bilgisi

1856-57 kışında bir Doğu gezisine çıkan Herman Merville, Đstanbul’da bulunduğu sırada günlüğüne aldığı notlarda şehri gezerken karşılaştığı zorluklardan yakınır; “Sokakların hiçbir planı yok. Tam bir labirent. Dar, kapalı. Ah bir üzerine yükselebilsem... Ama nerede?...Sokakların adı yok.. Numara yok... Hiçbir şey yok” (aktaran; Mitchell, 2001, s.75). Timothy Mitchell (2001), on dokuzuncu yüzyılda Avrupalıların Mısır üzerinden Doğu’ya bakışını ele alırken Martin Heidegger’in (1938) “resim olarak dünya” kavramından faydalanır. Bu kavram, Orta Çağ’dan ve Antik dönemden farklı olarak modern dünyaya ait bir durumu işaret eder ve dünya için (Batılı) insana ait olan ve özne olarak müdahele gücünün bulunduğu, bir resim olarak temsil edilebilir dünyanın gerçekliğin kendisi olarak görüldüğü yeni bir düzen kavrayışına denk gelir. Buna göre dünyayı bir resim olarak kavrayan insan, dünya karşısında özne (subjectum) konumu edinir ve resim olarak dünya fethedilebilir, değiştirilebilir ve yeniden düzenlenebilir olarak tahayyül edilir. Dünyaya yönelik anlamlar üreten, planlayan, hesaplayan ve düzenleyen aşkın bir güç değil, insandır artık. Batılı gezgin Melville de Đstanbul sokaklarında yerden yükselip büyük resmi görmeyi arzular, çünkü ona bir labirenti andıran dar ve karmaşık sokaklar hiçbir sırrı ya da bir araya gelişlerinin arkasındaki düzene dair hiçbir bilgiyi ifşa etmezler. Maalesef Đstanbul’da sokakların bir “düzen”i olmadığı gibi, onların dışında duran ve “doğru” bilgisini sunan bir plan ya da işaret de bulunmaz. En temelde, bu kentin öznesi yoktur.

Đlginç bir raslantı eseri, erken bir Osmanlı gezgini olan Sami Efendi’nin de kendi Avrupa gezisinde aynı detayın bu sefer yokluğu değil varlığı dikkatini çekmişti; “…gelelim ilim ve maarifin yürürlükteki her bir uygulama için kolaylık ve basitlik vesilesi olması keyfiyetine, o cümleden olarak, herkesin evinin kapısının üzerinde numara ve dükkanlarının tepesinde ismi yazılı olduğundan, her kimin evine veya dükkânına gitmek istenir ise, kimseye sormaya gerek kalmaksızın, tereddüdsüz ulaşılır” (Sami Efendi’den aktaran; Andı, 2002, s.77). Bu durumda Melville’in Đstanbul’da eksikliğinden yakındığı bu yaşamsal detay, Sami Efendi için “ilim ve maarif”in gündelik hayatın içindeki varlığının göstergesidir. Daha önce de belirtildiği gibi Sami Efendi, Avrupa’da gördüğü her türlü farklılığa mucizevi bir anlam ve işlev atfeden, hayranlıkla gözlemlediği gündelik hayatın kusursuz işleyişinin arkasında bilgece bir düşünüş olduğunu tahayyül eden Osmanlı gezginlerinin öncülerindendir. Bu ve başka birçok durumda bu gezginler, çeşitli Avrupa ülkelerinde gördüklerinin altında, Tanpınar’ın (2003) “bu hayata şuur ve istikamet veren sır ve hatta sistem” olarak tanımladığı mucizevi bir düzen ve onun yaratıcısı olan yüce bir bilgelik olduğuna inanırlar. Đşte tam da bu nedenle Avrupa kenti bu

“sır”dan haberdar olanlar için alınacak derslerle doludur. Onlar da öğrendiklerini kendi toplumuna öğretir.

Diğer taraftan nesnesi “Avrupa” olan ve onu da aşkın bir bilginin temsili olarak kuran bu metinlerin hemen hepsinde gözlenebileceği gibi Avrupa’da “bilmek” önemlidir. Orada herkes bilir. Neyi bildiklerini sormaksa anlamsızdır, çünkü çok şey bildikleri ortadadır. Ancak onlar bilmekle de yetinmez, sürekli okumaya, öğrenmeye devam ederler:

Fransa’da her şahıs ve bayağı bir hamal kendüsüne âid bir mektubu olsun kıraate muktedirdir… Avrupalular ulûm semeresiyle hıfz-ı sıhhat ve def’i illetlerine pek eshel tarîkler bulmuş oldukları malûm oldu. Gelelim her bir insan hayatda oldukça en evvel lâzım olan taayyüş husûsunda ilmin dahl-ü menâfi’ne… Gelelim bunların bu kadar âşinâ olmalarının sebeb-ü bâdisine, çünkü Avrupalular dünyada en büyük ar ve hacâlet cehâlet olduğuna hüküm ve imza eylemiş olduklarından artık bu bâbda devlet ve millet kemâliyle takayyüd ve ihtimam ve bâlâda güzâr edildiği vechiyle ümmî dilsizlere varonca müstakill mektebler ve her bir fünûna lâyâd dershâneler inşâsıyla herkes zükûr ve inâs evlâdlarını lâ-akall on sene mikdârı terbiyeye dikkat-i tam etmelerinden… (Mustafa Sami, 1256/1841’den aktaran; Hanioğlu, 1984, s.185).

Namık Kemal (1872), sözü Sami Efendi’nin bıraktığı yerden alarak devam eder. Onun da gözlemlerine göre onlar hem okulda, hem gemide, her yerde öğrenirler.

Hangi mektebe gidilirse gidilsin, içinde bulunan on, on iki yaşında etfali gûyâ ki büyümüş de sonra gene küçülmüş gibi adeta yirmi, otuz yaşına girmiş adamlar kadar, her türlü intizam ve terbiyeye me’luf bulunur. Rüştiyeler vardır ki şakirdan üç dört lisan okur; ve ulûm-ı ‘aliye ve aliyyeden altı yedi esaslı fen bilir... gemilerinde tayfa görülür ki boş vakit buldukça, mesela riyâziyyatın kuvve-i câzibe kanunları gibi en amik mesâilini mütâlaaya kalkışır (Aktaran; Kaplan, Erginün ve Emil, 1974, s.195).

Avrupa’nın ideal düzeni ve bilge insanları Tanzimat dönemi Osmanlı aydın/bürokratının her defasında hayranlıkla anlattığı ortak bir temadır. Kendisinden önce söylenenin haklılığını onaylamak üzere yola çıkan Osmanlı gezginleri Batılıların bilgeliğine yönelik ortak bir anlatı inşa etmiş, kenti ve onu mükemmel bir organizma olarak canlı tutan toplumsal düzeni bu bilginin seyrine doyulmayan sahnesi olarak kurgulamıştır. Buna karşılık Avrupa’yı bu “üstün” konuma getiren nedenleri bir an önce öğrenme ve bunlara sahip olarak kendisine yöneltilen tehdidi tersine çevirme arzusu Tanzimat döneminin önemli düşünsel temalarından biri olarak onların sahip olduğu bu “yeni bilgi”ye yönelik aşkıncı tavıra ortam hazırlar. Batı

ile aradaki tüm farklılıkları kendisinde olmayan “bilgi”de tarifleyen Osmanlı aydın/bürokratı için bu dönem, bilginin faydalı ve uygulanabilir bir temsili olarak modern bilimle büyülenme hali olarak da tanımlanabilir (Burçak, 2006, s.50):

Avrupa zâten sâirleri yanında bir kıt’a-i sagîre (küçük bir kıta) iken fünûn ve ulûmun ilerlemesi cihetiyle şimdi bütün kuvvet-i insâniyenin merkezi olmuş. Avrupalılar havayı dahi zabt ve teshire çalışub her ne kadar su üzerinde keyf-i maâyişa-i seyr ü seyahat etdikleri gibi havada dahî seyr ü harekete muktedir değil iseler de küre-i ‘arzdan dahi infikak ve infisal ile eflâk ü semâvâtı bizzat seyr ü seyahata bir tarîk ve çâre bulamamışlar ise de usûl-ü felekiyyeyi bayağı ve bizzat görmüş gibi kuvve-i ilm ü san’atlarıyla fehm ü idrak eylemişlerdir. Hâsılı kelâm ve ulûm ve fünûnu Avrupalılar teksîr edüb bundan böyle ulûm-i hâzıra-i mevcûdenin muhafazasıyla beraber nice ulûm ve kemâlâta ve sanâyi’nin zuhûruna muvaffak olacakları derkârdır…” (Ebûbekir Râtıb

Efendi’nin (Nemçe) Sefâretnâmesi’nden (1791-2) aktaran, Hanioğlu, 1984, s.184)

Aynı süreçte Avrupa’ya giden herkesin şahit olduğu bütün üstünlüklerin altında yatan Batı’nın “gizli bilgeliği” inancına karşı, bilgiye ve eğitime var olan yetersizlikleri düzeltecek neredeyse sihirli ve esoterik nitelikler atfedilmektedir (Fortna, 2005, s.75). Bu süreçte ortaya çıkan problem, “ulûm ve fünûn,” “ilim ve maarif” gibi farklı biçimlerde isimlendirilen yeni bilgiyi aktarmak ve ardından kurulacak yeni eğitim kurumlarıyla birlikte bu bilginin toplumsal bağlamda işlerliğini, meşruiyetini ve görünürlüğünü inşa etmektir.