• Sonuç bulunamadı

Bankacılık Sektörünün 2000 ve 2001 Krizlerindeki Rolü

3.2001 KRİZİNİN BANKACILIK SEKTÖRÜNE ETKİLERİ 3.1.Kriz Döneminde Türk Bankacılık Sistemine Genel Bir Bakış

3.3. Krizlerin Bankacılık Sistemine Etkiler

3.3.3. Bankacılık Sektörünün 2000 ve 2001 Krizlerindeki Rolü

Bir ekonomide bankacılık sektörünün stratejik önemi vardır. Çünkü olası bir bankanın iflası halinde mevduat sahipleri, kredi kullananlar ve diğer bankalar bundan olumsuz etkilenirler. Diğer bankalarda mevduatı bulunanlar kendi bankalarının da benzer bir sorun yaşayabileceğini düşünerek mevduatlarını geri çekmek isteyebilirler. Mevduat sahiplerinin bu taleplerine kısa zamanda cevap veremeyen bankalar domino etkisiyle peş peşe iflas edebilirler. Ödeme güçlüğü çeken bankalar alacaklarını vadesi gelmeden tahsil etme ve aktiflerini değerinin altında satma yoluna gidince, parasal kesimde başlayan bir sorun reel kesimi de etkisi altına alabilir (Akgüç, 2001).

Türkiye’de çeyrek asırdır devam eden yüksek enflasyondan kurtulmayı ve ekonomiyi istikrarlı bir yapıya kavuşturmayı amaçlayan “enflasyonu düşürme programı, 2000 - 2002” daha birinci yılını doldurmadan Kasım 2000’de hedeflerinden uzaklaşmış, Şubat 2001’de de tamamen çökmüştür. Gecelik repo faizleri birincide %1500’lere, ikincide % 7000’lere kadar çıkmış; İMKB 100 endeksi birincide 17.000’lerden 7.000’lere, ikincide 11.000’lerden tekrar 7000’lere düşmüştür. Bazı bankalara aktarılan 3 katrilyon TL karşılığı satılan yaklaşık 4 milyar dolar, dövize olan spekülatif talebi düşürememiş, 16 Şubat’ta 27,9 milyar dolar olan TCMB’nın döviz rezervi 5,4 milyar dolar azalarak 23 Şubat’ta 22,5 milyar dolara inmiştir. 19 Şubat’ta 1$=686.500TL olan dolar kuru, 23 Şubat’ta 920.000TL’ye çıkmıştır. Uygulanan program çerçevesinde 1$+0,77 EURO şeklinde belirlenen sepet kurun Temmuz 2001’e kadar hedeflenen TEFE oranında artması öngörülmüşken (kur çıpası), 21 Şubat 2001’de bu politika terk edilip dalgalı kura geçmek zorunda kalınmıştır (BDDK, 2003).

Bankacılık sektörü Kasım 2000 krizi sonrasında faiz riski, Şubat 2001 krizi sonrasında ise hem faiz hem de kur riski ile karşı karşıya kalmıştır. 9 Aralık 1999 kararlarının mimarları ve yürütücüleri olan Merkez Bankası başkanı, Hazine müsteşarı, ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve IMF temsilcisi görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Ekonomiden sorumlu yeni devlet bakanı Kemal Derviş’in öncülüğünde “Türkiye’nin güçlü ekonomiye geçiş programı” adı altında yeni bir program uygulamaya konmuştur. Bankacılık sektörü ile yaşanan krizler arasındaki bağ; (1) tasarruf mevduatına devlet güvencesinin uzun süre devam etmesi, (2) iç borçlanmanın ağırlıklı olarak bankalardan yapılması, (3) hatalı kur çıpası politikası ve (4) kamu bankalarının hükümetlerin popülist politikalarının finansman aracı haline gelmeleriyle kurulmuştur.

5 Nisan 1994 istikrar programı çerçevesinde bankacılık sektöründe olası bir toplu çöküşü önlemek amacıyla tasarruf mevduatına sağlanan devlet güvencesinin sonraki yıllarda da devam etmesi (Aralık 2000’de yurtdışı kaynaklı mevduat da güvence kapsamına alındı) yüzünden bankalar tasarruf sahiplerinin denetiminden uzaklaşmış, fon kullanımında risk faktörü yeterince dikkate alınmamış, ahlaki risk (moral hazard) doğmuş, banka ve şube sayıları hızla artarak optimal ölçekten uzaklaşılmış, özel kesimin fon kaynakları daralmış, faiz oranları artmış ve özel yatırımlar bundan olumsuz etkilenmiş, bankalardan borçlanma olanağı bulan hükümetler savurganlıklarını ve kamu açıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu süreçte, işin ehli olmayan bazı kimseler devletle organik bir bağ kurmanın aracı olarak gördükleri için bankacı olmuşlardır. BDDK tarafından el konulan bazı bankaların (Egebank, İnterbank, Yurtbank, Etibank, Türkbank, Sümerbank, Bankkapital gibi) el konulmadan önceki sahipleri kendi bankalarının içini planlı bir şekilde boşalttıkları iddiasıyla yargılanmaktalar. İktisat Bankası’nın sahibi bankasına el konulunca, kendi beceriksizliğinin cezasını devlet üstlendiği için sisteme teşekkür etmiştir (Toprak ve Demir, 2002).

Sucu’ya (2002) göre, KKBG arttıkça devlet gittikçe daha çok borçlanmak zorunda kalmış, dış borçlanma olanakları azaldıkça iç borçlanma artmıştır. İç borçlanma artışı faiz oranlarını artırmış ve bankalar açısından devlete borç vermek düşük riskli, yüksek karlı bir iş haline gelmiştir. 1987-1999 döneminde bankalardan yapılan iç borçlanma toplam iç borçlanmanın % 72 - 93’ü arasında değişmiştir. En düşük değer % 72 ile 1994’de, en yüksek değer ise %93 ile 1991’de gerçekleşmiştir (Hazine Müsteşarlığı, 2000: 68). DİBS’nin mevduat bankalarının toplam aktifleri içindeki payı 1990’da % 10’ken 1999’da % 23’e çıkmıştır. Aynı dönemde özel sektöre açılan kredilerin toplam aktifler içindeki payı ise % 36’dan % 24’e inmiştir (Derviş, 2001). 1992 - 1999 döneminde yıllık ortalama GSMH büyüme hızı % 4’ün altında kalmışken, iç borçlanmada reel faiz oranı % 32 olmuştur. Yüksek reel faiz ödemeleri KKBG’ni daha çok artırmış ve gün geçtikçe ağırlaşan, uzun dönemde sürdürülme olanağı olmayan borç-faiz-borç kısır döngüsü doğmuştur. Ayrıca, 1994’den beri devletin net dış borç ödeyicisi durumunda olması ve 2000 yılında iç piyasadan düşük faizle borçlanmanın başarılması yeterince derin olmayan yurtiçi mali piyasalar üzerinde baskı doğurmuştur.

Banka grupları arasında DİBS/Toplam Aktif oranının en yüksekten en düşüğe doğru sıralanışı; TMSF, yabancı, kamu (Aralık 1999’da özel), özel, kalkınma ve yatırım

bankaları şeklinde olmuştur. Bu oran, TMSF bankalarında hem çok büyüktür, hem de gittikçe artmıştır. Aralık 2000’de bu orandaki hızlı artış, zararları karşılığı bu bankalara Hazine tarafından DİBS verilmesinden kaynaklanmıştır. Yabancı bankaların DİBS/Toplam Aktif oranı da büyük olmakla birlikte gittikçe azalmıştır (Tablo 46). Uygulanan program çerçevesinde 2000 yılında faiz oranları düşüp devlet düşük maliyetle borçlanma fırsatı bulunca, DİBS satın alarak yüksek kazanç elde eden bankaların gelirleri azalmış ve mali yapıları bozulmuştur.

2000 yılının son aylarında likidite sıkışıklığının etkisiyle faiz oranları artışa geçmiş ve açık pozisyonu olan bankalar yüksek maliyetle kaynak bulmak zorunda kalmışlardır. Eylül 2000’de 57 trilyon TL kar eden sektör, Kasım 2000 krizi yüzünden bu yılı 2724 trilyon TL zararla kapatmıştır. TMSF bankalarının Aralık 1999’da 2,5 katrilyon TL olan zararı Aralık 2000’de 3,3 katrilyon TL’ye çıkmıştır. TMSF bankaları dışında Aralık 1999’da 2,2 katrilyon TL olan sektör karı % 74 azalarak, Aralık 2000’de 586 trilyon TL’ye düşmüştür (Tablo 47).

Tablo 46. Bankaların DİBS/Toplam Aktif Oranları (%)

Bankalar 12/1999 9/2000 12/2000 Kamu 17.8 22.4 22.3 Özel 26.5 20.3 20.0 Yabancı 36.2 34.8 29.8 TMSF 55.4 60.7 90.5 Kakınma ve Yatırım 6.9 10.1 8.4 Toplam 26.2 25.1 26.9 Kaynak: (BDDK, 2001b: 9).

Tablo 47. Bankaların Net Kar/Zararları (Trilyon TL)

Bankalar 12/1999 (1) 9/2000 (2) 12/2000 (3) %Değişme (3) (1) Kamu 284 48 -177 -162.4 Özel 1485 1267 482 -67.6 Yabancı 278 135 66 -76.3 Kakınma ve Yatırım 194 170 215 10.7 TMSF -2547 -1563 -3310 30.0 Toplam (TMSF Dahil) -306 57 -2724 791.0 Toplam (TMSF Hariç) 2241 1620 586 -74.0 Kaynak: (BDDK, 2001a: 38).

Güven’e (2001) göre, devlet, iç borçlanmayla elde ettiği kaynakları yatırıma dönüştürebilseydi, onların özel ya da kamu kesimince kullanımı pek sorun olmayabilirdi. Devlet, yüksek maliyetle elde ettiği kaynakları rasyonel kullanamamış, bu kaynaklar ya vadesi gelen bir başka borcun anapara ve faizini ödemeye, ya da düşük faizli mali yardım, sübvansiyon ve teşviklere gitmiştir. Mali yardım, sübvansiyon ve teşviklerin ne ölçüde amacına uygun kullanıldıkları ise tartışmalıdır. “Enflasyonu düşürme programı, 2000 - 2002” çerçevesinde 1$+0.77 EURO şeklinde belirlenen sepet kurun Temmuz 2001’e kadar hedeflenen TEFE artışı oranında yükselmesi öngörülmüştür (kur çıpası). Ancak, 2000 yılı için hedeflenen TEFE artışının % 20 olmasına karşın gerçekleşen TEFE artışı % 32,7 olmuş ve TL, YP karşısında değer kazanmıştır. Kur çıpası politikasına güvenen birçok banka sendikasyon kredileri yoluyla dış borçlanmalarını artırmışlardır. Bankalar bu yolla elde ettikleri kaynaklarla devlete ait bono ve tahvil satın almışlar ve piyasaya kredi vermişlerdir. Ancak, hem satın aldıkları DİBS’nin, hem de piyasaya verdikleri kredilerin getirisi geçmişe göre düşük kalmış ve bankalar önceki yüksek karlarını bulamamışlardır.

Dış borçlanma arttıkça parasal taban artmış, TL, YP karşısında değer kazanmıştır. Program gereği sterilizasyon yapılmayacağı taahhüt edildiğinden nominal ve reel faizler düşmüş, tüketici kredileri yaklaşık %330 oranında artmıştır. İhracatın ithalatı karşılama oranı düşmüş, 1999’da sadece 1,4 milyar dolar olan cari açık 2000 yılında 9,8 milyar dolara çıkmıştır. Bu durum TL’ye güveni azaltmış, halkı ve kurumları döviz ikamesine yöneltmiştir. Kasım 2000 krizi sonrası faiz oranları hızla artarken vadelerin kısalması özellikle likidite darlığı çeken kamu bankalarıyla TMSF kapsamındaki bankaların mali yapılarını daha çok bozmuştur.

Kısa Vadeli Net Dış Borç Stoku/MB Döviz Rezervi, M2Y/MB Döviz Rezervi ve Cari İşlemler Açığı/MB Döviz Rezervi oranları, krizleri açıklamak açısından önemlidir. Kısa Vadeli Net Dış Borç Stoku/MB Döviz Rezervi oranı kriz öncesi Meksika’da % 260, Asya krizi öncesi Endonezya’da % 170, Taylan’da % 150, Filipinler’de % 90 ve Malezya’da % 60 olmuştur. Bu oran 1989 sonrası Türkiye’de %100’ün altına hiç inmemiş, Haziran 2000’de % 112, Aralık 2000’de %140 olmuştur. M2Y/MB Döviz Rezervi oranı kriz öncesi Meksika’da 6,5; Malezya’da 3,9; G. Kore ve Endonezya’da 6,1; Türkiye’de 4’ün üstünde gerçekleşmiştir. Türkiye’de 1999 sonunda %5,9 olan Cari İşlemler Açığı/MB Döviz Rezervi oranı Haziran 2000’de %28, yıl sonunda %49,7 olmuştur (Toprak ve Demir 2002).

2000 yılı sonunda faiz oranlarının hızla artması bir yandan bankaların menkul değerler cüzdanının piyasa değerini düşürmüş, diğer yandan döviz kurlarındaki hızlı artışla birlikte açık pozisyondan doğan maliyetleri karşılanamaz boyutlara taşımıştır. En büyük zararı kısa vadeli fon talebi yüksek olan kamu ve TMSF bankaları görmüştür. Örneğin, önemli ölçüde kamu kağıdına sahip olan Demirbank’ın yönetimi, likidite sıkışıklığını borçlanarak veya elindeki kamu kağıtlarını satarak aşamayınca, TMSF bu bankaya el koymuştur. Bu durum diğer bankaları da döviz açık pozisyonlarını kapatmaya yöneltince döviz talebi artmış ve kur çıpası politikasını sürdürme olanağı kalmamıştır.

Devlet, TMSF bankalarının sermayelerini güçlendirmek ve kamu bankalarının görev zararlarını kapatmak amacıyla, 2000 yılı sonuna kadar 22 katrilyon, 2001 yılı içinde 14 Mayıs 2001’e kadar 21,7 katrilyon TL olmak üzere toplam 43,7 katrilyon TL borç yüklenmiştir. Bu tutarın 25,8 katrilyon TL’si kamu bankalarının görev zararlarından; 16,3 katrilyon TL’si TMSF bankalarının zararlarından; 1,6 katrilyon TL’si da Halk ve Emlak Bankalarının sermayesine mahsuben verilen özel tertip tahvillerden oluşmuştur.

Özellikle son yıllarda bankaların tasarruf sahibi ve yatırımcı arasında aracı olma işlevini yitirerek özel kesimin fonlarını devlete aktaran bir aracı haline gelmeleri ve özkaynakların zayıf olması sonucu sektör, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerine karşı yeterli direnç gösterememiştir. Buna rağmen, sektörün Borç/Özkaynak oranının kriz yaşayan benzer ekonomilere oranla küçük, kredi artışının sınırlı ve tasarruf mevduatının devlet güvencesi altında olması sektörün krizi aşma gücünü artırmıştır. Borç/Özkaynak oranı 1999-2000 yıllarında G. Kore’de % 400, Endonezya, Malezya ve Filipinler’de % 150-200 ve Meksika’da % 83 olmuşken, Türkiye’de Eylül 2000 sonunda yaklaşık % 40 olmuştur. Banka kredilerindeki artışın sınırlı kalması, geri dönmeme riskine karşı sistemi korumuştur. Tasarruf mevduatının devlet güvencesi altında olması tasarruf sahiplerinin bankalara topluca hücum etmelerini önlemiştir (Toprak ve Demir 2002: 16).