• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM: 1980-2000 YILLARI ARASINDAKĠ TÜRK

1980-2000 YILLARI ARASINDAKİ

TÜRK ROMANLARINDA KADIN İMGESİ

4.1. AİLE- EVLİLİK HAYATINDAKİ İLİŞKİLER VE KADIN

4.1.1. Aile

Aile, toplumun en küçük birimidir. Aileyi oluşturan fertler, kan ya da evlatlık bağıyla birbirine bağlı olup aynı sosyal mekânı ve geliri paylaşır. Burgess, Locke ve Thomes’e göre “Aile, ‘evlilik, kan veya benimseme yoluyla birbirine bağlı kişilerin

bir ev halkı oluşturduğu; karı ve koca, anne ve baba, birader ve hemşeri rolleriyle birbiriyle etkileşen ve iletişen; ortak bir kültür yaratan bir gruptur.” (Akt. Gümüş,

2008:2)

Aile kurumu ait olduğu ülkenin kültürünü yansıtmakla birlikte küçük farklılıklar da gösterir. Her ailenin kendisine ait birtakım özellikleri vardır. Tarih boyunca aile yapısı değişim ve gelişim geçirmiştir. Tarihin ilk yıllarında geniş aile tipi var olurken sonraları çekirdek, modern aile yapısı yaygınlaşmıştır. Ekonomik bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu bireyler anne ve babalarından ayrı evde oturmayı tercih etmektedirler. Belli bir yaşa gelen birey güvenebileceği bir kişiyle hayatını kurmak ister. Toplumun kişiden beklentisi de bu doğrultudadır. Aksi halde kişi sosyal hayatında dışlanabilir.

Sheila Rowbotham, “Kadın Bilinci Erkek Dünyası” adlı kitabında aile konusunda şu tespitleri yapar: “Aile insanların kısıtlı da olsa tanıdıkları sevgiyi,

güvenliği ve rahatlığı bulabildikleri tek yerdir. İnsanlar, çekirdek aile biriminin yoğunluğundan kaynaklanan kısıtlayıcı ve zorlayıcı özelliklere başkaldırsalar bile

ailenin bu yönüne değer verirler. Sevgisiz, güvensiz ve huzursuz bir toplumda bu da şaşırtıcı olmasa gerek.” (Akt. Şafak, 2007:86)

Ünlü’ye göre kadın ve aile arasında şöyle bir ilişki vardır: “Neslin devamını,

toplumun düzenini ve kültürün sürekliliğini sağlayan bir kurum olan evlilik kurumu yasal, sosyal ve duygusal temellere dayalı güçlü bir kurumdur. Aile birliğinin kurulması için gerekli görülen evlilik, yapısı ve işleyişi kurallarla düzenlenmiş olan, hem bir hak hem de bir görev olarak kabul edilmiş olan, kadınla erkek arasında yasal ve toplumsal kurallara göre gerçekleşen bir sözleşmedir.” (Akt. Sevim ve diğ.

2009:525)

Osmanlının son dönemindeki modernleşme fikri toplum hayatında birtakım değişimleri beraberinde getirmiştir. Bu değişimler aile kurumunu da etkilemiştir. İyi bir aile yapısının kurulmasında ise başlıca görev kadına düşmektedir: “Erkek

reformcular, kadınların eğitilmesini, her şeyden önce çocukların yetiştirilmesi açısından önemli buluyorlardı. Onlara göre, kadınların eğitim görmesi, ikinci olarak, sevgiye dayanan bir karı-koca ilişkisi ve huzurlu bir aile hayatı için; üçüncü olarak da, toplumun ilerlemesine ve refahına katkıda bulunacağı için önemliydi.”

(Akt. Karaca, 2012:7)

Türkiye’de kadının aile içerisindeki rolü özellikle batılılaşma hareketiyle birlikte değişime uğramıştır. Kadının toplumdaki yeri ve görevi değişmiş olmakla birlikte aile içerisindeki geleneksel kadın düşüncesi değişmemiştir. Ayşe Kulin’in “Sevdalinka”20 adlı eserinde 1992 Bosna Savaşı anlatılır: “Roman, bu ailenin dramı

20‘'Sevdah' (sevda, karasevda) kelimesi Türk dilinde aşkın hasretini ve azabını ifade eder, kökü ise

Arapçada 'sewda' kelimesinde bulunup 'siyah safra' anlamına gelir. Eski Arap ve Yunan doktorları, insan vücudunda bulunan temel dört öğeden biri olan siyah safranın insanın duygusal hayatını etkilediğini, melankoli ve huzursuzluğu uyandırdığına inanıyorlardı. Bundan da Yunancadaki 'melankoli' sözcüğü mecazi anlamıyla temel anlamın yansımasını oluşturur: melanholos - siyah safra. 'Sevdah' kelimesiyle ifade edilen aşk duygusuna, temel duygusal yönünü koruyarak topraklarımızda zaman ve mekan içerisinde Slav-Bogomil hüzünlü geçicilik duygusunun katkısı da olmuştur. Bizim 'sevdah' her ne kadar hasret ve acıyla dolu olsa da o kadar hüzünlü ve tatlıdır. Sevdah insanın aşk acısını çekemediği noktada, ölümle eşit olan aşk sarhoşluğu içinde kaybolduğu aşk duygusudur. Bu acı, sevgiliye kavuşmak ve ulaşmak için birçok engel olduğundan imkânsız olmasından kaynaklanıyor. Aşkın karşısına bazen aşılması zor bir duvar gibi, zaman ve mekân engelleri çıkar, bazen de bireysel, toplumsal, ailevi, geleneksel ya da duygusal engellerle karşılaşılır. 'Sevdah' diğerleri tarafından çektirilen işkence olarak kendini gösterir, aynı zamanda insanın aşkın beyhude olduğu bilincinde olup mazoşist bir aşk anlayışıyla kendi kendine çektirdiği acı olarak da

ile Bosna’nın yaşadığı dramı birbirine paralel olarak işler. Ancak Kulin, bütün eserlerinde olduğu gibi burada da “kadın” ve onun sosyal hayattaki yerini irdeleyen ayrıntılara yer verir.” (Yeşilçiçek, 2010:61)

Eserde Nimeta, bir gazetecidir. Çalışıp para kazanmakla birlikte ondan beklenen temel görev evinin, eşinin ve çocuklarının bakımıdır. Eşi Burhan, anlayışlı bir eş olmakla ve Nimeta’nın işine saygı duymakla birlikte onun da kafasındaki kadın imajı aslında genelden farklı değildir. Nimeta’nın önceliğinin evi olmasını ister: “Erkek dediğin, akşam evine gelince kurulu sofrasını, yemeğini, düzenini

isterdi. Omzunda fotoğraf makinasıyla bir yerden öteki yere koşuşturup duran kadınlar ancak kendi mesleklerinden erkeklerle anlaşabiliyorlardı.”(Kulin, 2010:35)

Ayşe Kulin’in eserlerinde aile kavramı önemli yer bir tutar. Eserlerinde daima bir aile büyüğü vardır. “Sevdalinka”da Raziyanım, “Adı Aylin”de Giritli Naili Paşa, “Füreya”21da dede, ailevî konularda önemli rollere sahiptir. Nimeta’nın annesi Raziyanım, geleneksel bir kadındır. Aile fertlerinin yanında olmasını ister. Onun için kızının bir Türk’le evlenmesine şiddetle karşı çıkar. Evlilik, kızı Nimeta’nın İstanbul’a taşınması demektir. İstanbul, Raziyanım’da farklı hisler uyandırmaktadır: “İstanbul, ayrı düşen ana oğullar, karı-kocalar, kardeşler, sevgililer demektir. Sönen

algılanabilir." (Muhsin Rizviç, edebiyat tarihçisi, http://www.bosnakforum.com/

index.php?topic=387.0;wap2 03.08.2012)

"Sevdalinka" adını taşıyan bu eserde yaşanan yasak bir aşk anlatılmakla birlikte Bosna’da yaşanan savaşın da boyutları gösterilmektedir. Eserde farklı kadın karakterleri ile karşılaşmaktayız. Zaman ve toplumlar değişse de kadının rolü, hayata bakışı, toplumun ondan beklentileri temelde hiçbir zaman değişmemiştir. Aynı kalmıştır.

21 Erken yaşta evlenen Füreya ,eşinin kötü davranışları yüzünden çocuğunu kaybederek bunalıma

girer.Tedavi ile bunalımı atlatan Füreya ilk evliliğini bitirir. İkinci evliliğini, Atatürk'ün çok yakın arkadaşlarından olan Kılıç Ali ile ailesinin itirazlarına rağmen gerçekleştirir.Kılıç Ali yaşca kendisinden büyük olduğundan bu evlilik onları protokol içerisine sokar.Atatürk'ün vefatı kocasın derinden etkiler. Eşini motive etmek için büyük bir çaba gösteren Füreya, verem teşhisi ile hastahaneye yatırılır.Adadaki evde bir yıla yakın süre tedavi amaçlı kalır.Hastalığın ilerlemeye başlaması üzerine İsviçre'deki bir hastaneye yatar.Tedavi devam ederken ressam olan teyzesi Fahrünissa'nın yönlendirmesi ile kendisini seramiğin içerisinde bulur.Önceleri çamur ile olaya başlar. Tedavi için Fransa'ya gönderildiğinde seramik ile iç içe olur.Bir sergi açar,artık o ünlü bir seramik sanatçısıdır.TC'nin ilk bayan seramik sanatçısı olur.Hayatının devam eden günlerinde hem hastalığı ile hem de seramik ile uğraşır.Dünya çapında ödüller,burslar alır. Çok tehlikeli bir ameliyatla hasta ciğerlerinden birini aldırır.Erkek kardeşinin kızı olan Sara'yı gelinlerinin itirazına rağmen evlat edinir.Çocuklara duyduğu özlemi onunla gidermeye çalışır.Füreya da yurdun çeşitli yerlerinde ölümsüz sanat eserleri yaratır. Bundan sonraki yaşantısı tamamen sanata ve seramiğe yönelik olur.Seramik adına Türkiye'deki bir çok ilki gerçekleştirir ve daha sonra 87 yaşında vefat eder.

ocaklar, solan bahçeler demekti. Dönüşü olmayan gidişler, hasreti dinmeyen gurbetler demekti. Ne zaman birileri gitmeye kalksa Bosna topraklarından İstanbul’a doğru acı ve özlem eşlik ederdi gidene sonsuza kadar.” (Kulin, 2010:17) Bu yüzden

Raziyanım, İstanbul’a karşı nefret duymaktadır. Raziyanım, aşırı korumacı bir anne olduğu için çocuklarını özgür bırakmamış, her fırsatta onların kararlarına müdahale etmiştir: “Raziyanım, kızının yeteneklerini sınırlamış, ufkunu daraltmış, baskıcı,

sıkıcı bir anneydi.” (Kulin, 2010:40)

Raziyanım, hayatı boyunca çocuklarını korumak istemiş, bunu yaparken farkında olmadan onları kendisinden uzaklaştırmıştır: “Çocukların illa gözünün

önünde duracak, onları bebeklermiş gibi kollamaya devam edeceksin.” (Kulin,

2010:117) Nimeta, annesinin bu düşkünlüğünden sıkılmıştır. Savaşta eşi ile çocuğunu kaybeden ve bu yüzden de depresyona giren kardeşi Raif’e annesinin bu tutumunun zarar verdiğinin farkındadır. Nimeta, annesine bu durumu anlatmaya çalışsa da annesi hatasının farkında olmayıp annelik içgüdüsü ile hareket etmeye devam eder. Bazı kadınlar kurban ya da acılı anne rolü oynamayı sever. Çocukları üzerinde etkili olmak için duygu sömürüsü yapar. Fedakâr anne rolünü çocuğuna benimsetmeye çalışır. Tüm hayatlarını ona adadığını tekrarlayarak çocuğun çelişkide kalmasını sağlar. Anne dünyadan elini eteğini çeker, dünyasında sadece çocuğu vardır. Bunu yaparken de kendini bir kahraman olarak görür.

Raziyanım, ailesi içerisinde bir şeyler yaparak onların hayatında vazgeçilmez olduğunu hissetmek, çocuklarının hayatında birer kahraman olmak ister. Nietzsche bu durum için “Her türlü özel haktan vazgeçiş demek olan kadının tutkusu.” der. Raziyanım kendisinden vazgeçerek kadınlık duygusunu gösterir:

“Bir ömür boyu Raif ve o her yaptığına kızmışlardı annelerine. Aşırı sevgisinden, çocuklarına düşkünlüğünden bunalmış, haklarında her şeyi bilme, öğrenme merakına kızmış, sürekli yemek pişirip onlara yedirme arzusunu küçümsemişlerdi. Ne yapsa yaranamamıştı Raziyanım, çocuklarına. Yine de hep bir şeyler yapıp durmuştu. Takdir görmemesine karşın o hep bitmez iyi niyetiyle çırpınmıştı. Evlerine su getirebilmek için bu yaşta taa bira fabrikasına kadar

kilometrelerce yol tepiyor, ölümü göze alıp çarşı pazarda yemek kuyruklarında bekliyor.” (Kulin, 2010:236)

Anne ve baba çoğu zaman kendilerinin başaramadıklarını çocuğunda görmek ister. Çocuk anne ve babanın bir uzantısıdır. Kernberg’e göre anne ve baba, çocuğunu bir sanat nesnesi olarak görür. Raziyanım da kızını kendinin yetiştirilme tarzıyla yetiştirmek ister. Aslında kızında kendini görmeyi arzulamaktadır ve çocuklarını kendince bir sevgiyle sevmektedir. Bu durum anne ile çocukları arasında iletişimsizlik doğurur: “Kişilerarası iletişimde ötekinin yaşam felsefesini öğrenmek,

hayata farklı pencerelerden bakmak, başkalarına benin penceresinden baktırmak esastır. Toplumda olay ve nesnelere birbirinin bakış açısıyla bakmayan kişiler anlama, kendini ifade etme, ötekine hak verme gibi değerlerden uzak kalırlar. Ötekini anlamaya çalışmadan yaşamak kişiyi yavan kılar.” (Öksüz, 2011:1699)

Nimeta, annesinin kulaklarını kendilerine tıkadığını, anlamak için çaba göstermediğini düşünür: “Annem kulağını da yemekleri kadar sık ve cömertçe

sunabilseydi bize, bambaşka insanlar olabilirdik sen ve ben demişti.” (Kulin,

2010:124)

Raziyanım, kızına karşı daha sert olmakla birlikte oğluna karşı daha duyarlıdır: “Çocuklarından beri, Raziyanım sadece kızını azarlar, kızını tenkit eder,

kızının işlerine karışırdı. Raif ne isterse yapmak hakkına haizdi. Annesinin paşasıydı o.” (Kulin, 2010:142)

Kadın, yıllar yılı eviyle özdeşleştirilmiş, köle ruhlu olarak görülmüştür. Bu durum kadının evindeki işlerle ilgilenmesi ve eve mahkûm edilmesinden kaynaklanmıştır. Yüzyıllar boyunca evde yaşayan kadın kendini oyalamak için süslerle, nakışlarla uğraşmış, evinin rahatlığı onu tembelliğe itmiştir: “Ev kadınının

dünyasında yararlılık ve doğruluk, güzellik ve özgürlükten daha yücedir.” (Beauvoir,

1979:18) Raziyanım’a göre bir kadının yerinin evi olması gerektiğini düşünür. Nimeta’nın ailesindeki tüm problemlerin kaynağını bu sebebe bağlar: “Anneleri evin

dışında çalışan çocuklarının terbiyeleri eksik olur elbette.” (Kulin, 2010:65)

Kadın kendini annelikle tamamlar. Doğurmak onun yaratılışının bir parçasıdır. Küçüklüğünden beri annelik duygusunun yüceliği ona anlatılmıştır.

Nimeta da annesi tarafından bu düşüncelerle büyütülmüştür. Nimeta, annesinden farklı bir annedir, kendini tam anlamıyla annelik duygusuna hiçbir zaman vermez. Çocuklarını sevmektedir, ancak evine çok bağlı klasik bir eş, klasik bir anne değildir. İşini ön planda tutar. Dolayısıyla hayatının merkezinde sadece çocukları yoktur. Hatta gazetede şehir dışı görev verilmesine itiraz etse de için için bu görevi -ailesini ihmal etmek pahasına- ister: “Hatta sana bir itirafta bulunayım. İvan ile ben gideyim

diye için için dua ediyorum.” (Kulin, 2010:50)

Bir kadının hayatında geçiş dönemleri zorludur. Çocukluktan genç kızlığa, genç kızlıktan evliliğe geçiş sancılı olabilir: “Genç kızın baba ocağıyla bağları, genç

erkeğinkinden daha sıkıdır. Ailesinden kopmak, onun için sütten kesilmesinin ta kendisidir.” (Beauvoir, 1981:76) Nimeta, baba ocağından ayrılalı yıllar olmasına

karşın zor durumda kaldığı zamanlarda rüyasında babasını görür. Evlenmiş de olsa tüm kadınlarda olduğu gibi kahramanı halen babasıdır: “Rüyasında kapı

vuruluyordu, koşup açıyordu kapıyı ve babası çıkıyordu karşısına. Kollarına atlayıp ağlamaya başlıyordu babasına: Babacığım seni çok ama çok özledim. Nerelerdeydin?” (Kulin, 2010:130)

Nimeta’nın yaşamı Bosna yaşamına benzer. Nimeta ailesi ile sevdiği erkek arasında kalmış, bölünmüştür. Bosna da bölünmüştür. Yazar, kişi ile mekân arasında benzerlik kurar: “Nimeta'nın yüreği de Bosna gibidir. Aşkına rağmen bir arada

tutmaya çalıştığı ailesi, yasak aşkın mağduru olmaktan kurtulamaz. Kutupluluk odak figür açısından bir bölünmeye neden olur. Aidiyet duygusu yaralanan kadın, ısrarla bir tarafa tutunmaya çalışır. Yuvaya sarılış bu bakımdan anlamlıdır. Böylece, aşk acısı çektiği günlerde evini, ailesini ihmal edişinin ortaya çıkardığı vicdan azabından kurtulabilecektir.” (Hazer, 2009: 70)

Kadınların aile bireyleri ile ilişkileri daha sonraki yaşamlarında da etkili olur. Ahmet Altan’ın “Yalnızlığın Özel Tarihi” adlı eserinde Nermin’nin çocukluğu boyunca dedesi ile mesafeli bir ilişkisi olmuştur. Bu onda dede figürünün oluşmamasına yol açar. Bunun eksikliğini zaman zaman hisseder: “Bir an sokulmak,

unutulmuş bir çocuklukta boş kalmış bir yeri doldurmak, bir dedesi, bir yakını olduğunu hissetmek istedi.” (Altan, 1991:24) Zamanla dedesiyle yakınlaşmaya

başlar. Birbirlerine geçmişlerinden, hissettiklerinden bahsederler. Aslında mesafeli olmakla beraber kişilik olarak birbirlerine ne kadar benzediklerinin farkına varırlar. Kadının geçmişte yaşadıkları özellikle aile bireylerinin geçmişleri daha sonraki dönemlerde karşısına çıkacaktır.

İnci Aral’ın “İçimde Kuşlar Göçüyor” adlı eserinde yazarın babası küçük yaşta beyin kanaması geçirir. Babası o günden sonra yaşarsa da aslında hayatla olan bağlarını koparmıştır. Bencil, öfkeli, sevgisiz bir babaya dönüşmüştür. Sonunda da bu yaşama dayanamayarak intihar eder: “Ona yalnızca bir tek kez baba dedim. Bir

gün gözümün önünde, kendini bahçedeki ağaca asmaya kalkıştığında. O gün ruhumda büyük bir gedik açıldı. Bütünlüğüm parçalandı. Bir daha hiçbir zaman tam hissedemedim kendimi.” (Aral, 2012:15)

Geçmişte yaşananlar daha sonraki yaşamı etkiler. Anneler erkek çocuklarıyla daha iyi bir iletişim kurarken kız çocuklarıyla fazla anlaşamazlar. Erkek çocuk da annesi ile daha iyi anlaşır. Anlatıcı-karakter annesi oğluyla daha iyi anlaşmakta ve ona daha fazla sevgi göstermektedir. Bu durum kız çocuğunda ters etki yapar. Annesinin kendisini horladığını ve sevmediğini düşünür: “Çocukları içinde en çok

beni horlayıp hırpalaması gücüme gidiyordu. Ağabeyimi en çok kız kardeşimi ise benden fazla sevdiğine inanmıştım. Öldüğünü önce ben öğrendim ve bunu kız kardeşime birdenbire acımasız bir katılıkla ve öç alırcasına söyledim. Tam bir yıkım ve dağılma.” (Aral, 2012:15)

Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”22 adlı eseri iki ana olay üzerine kuruludur. Birincisi Aktaş ailesinin köyden şehre göçü, maddi sıkıntıları, aile bireylerinin birbirinden bağımsız yaşadıkları maceralar ve yeni taşındıkları yere uyum sağlama süreci; diğeri Dirmit’in okul döneminde başlayan yazarlığıdır. Ailede

22 Roman, adı sonradan Akçalı olarak değişecek olan Alacüvek köyünden İstanbul’un yoksul bir

mahallesine taşınan Aktaş ailesinin başından geçen olayları konu edinir. İstanbul’a göç eden Aktaş ailesinin reisi Huvat, işsiz kalmıştır. Halit, Seyit ve Mahmut buldukları her işe girerler. İnşaat işçiliğinden tutun da tombalacılığa kadar… Tek odalı bir evde oturan aile, İstanbul’un zor yaşam koşulları karşısında bazen direnir, bazen de ona ayak uydurur ve boyun eğer. Evin küçük kızı Dirmit, tulumba ve kuşkuşotuyla arkadaşlık eder, hayvanlarla, karla, rüzgarla konuşur. Anne Atiye de ailesini büyülerle, elinden düşürmediği tespihiyle korumaya çalışır.

"Yolda önüne bir erkek çıkınca durup erkeğe yol vermesini öğrenemedi. Çiğneyip geçiyordu, erkeğin önünü. Kızın arkasından bir de oğlan doğurunca iyice yerine yerleşti. Huvat oğlana karşılık dikiş makinasını getirince de halıdan kalkıp dikiş makinasının başına oturdu." (Tekin,1984:12)

ataerkil bir yapı mevcuttur. Toplumda erkek ailenin reisidir ve aileyi toparlayıcı rolü vardır. Evde daha çok çalışsa da kadının değeri erkekten sonradır.

“Sevgili Arsız Ölüm”de Huvat’ın aile içerisinde fonksiyonu yoktur. Buna rağmen ailenin devamlılığı için gereklidir. Eşi Atiye de bunun farkındadır: “Atiye,

Huvat'tan umudu kesti. Ama, ‘gölgesi olsun, üstümüze vursun, baba yine de babadır’ diyerek kendini avuttu. Tanrıya kendisinden önce Huvat'ın canını alması, kendisinin arkasına koyup ortalığa düşürmemesi için yalvardı. Kendisi öldükten sonra dağılacağına inandığı bu evden, hiç olmazsa Nuğber'i çekip çıkarmanın yollarını aramaya başladı. Erkeklerin başlarını nasıl olsa kurtaracaklarını düşünüp Nuğber'i baş göz etmenin çabasına düştü.” (Tekin, 1984:147)

Anne babanın boşanması çocukların psikolojisini kötü etkiler. Bu durum sonraki yıllarda çocukların hayat karşısındaki davranışlarında belirleyici olur. Buket Uzuner’in “İki Yeşil Su Samuru” adlı eserinde Nilsu’nun anne babasının boşanması onun ruh durumunu etkiler: “Annem ve babam ayrı ayrı evi terk ettikten belki bir

hafta, on gün sonra, tuhaf akşam eziklikleri, iç çekilmişlikleri ve koyu renkler görmeye, hissetmeye başladım evin içinde. Sanki büyük bir salgın hastalık, ciddi bir ölüm tehlikesi ya da nükleer savaş alarmı verilmiş gibi yassılmış heyecan halkaları dolmuştu evimize.” (Uzuner, 2000:16-17)

Aile içerisinde her ferdin istekleri farklıdır. Bu durum çatışmaya yol açar. Leyla Erbil’in “Karanlığın Günü” adlı eserinde Neslihan yazardır. Ailesi içerisinde herkesin ondan beklentileri farklıdır. O eş, anne, evlattır. Buna rağmen ailedeki fertler onun yazma isteğini anlayıp yardımcı olmazlar: “Ne olursa olsundu oğlum;

ben romanımı yazmak istiyordum, kocam dinlenmek istiyor, kızım sevgilisiyle birlikte Kurtlar’la çatışmak, annem intikamını almak birilerinden...” (Erbil, 2009:49)

Aile çatısı kişinin sığınabileceği başlıca yapıdır. Ailenin birtakım fonksiyonları bulunur. Bu fonksiyonların başlıcaları şunlardır: “a) Nüfusun

çoğaltılması veya yenilenmesi, b)Ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin, c) Çocukları sosyalleştirme, d)Millî kültürü taşıma.” (Celkan ve diğ.1994:78) Ahmet

Günbay Yıldız’ın “Sokağa Açılan Kapı” adlı eserinde Sıla ailesini beğenmez. Babası ise aile çatısının birçok fonksiyonu olduğunu bilir. Bunlardan en önemlisi “koruma

gücü”dür. Psikolojik tatmini çocuk ailede duyar: “Ailede kızılabilir, öfkenin tahrip

gücü ne kadar olursa olsun fevri hareket edilebilir, sonra kan dipsiz uçurumların dibinde bile olsa çekip alabilirdi insanı.” (Yıldız, 1995:100)

Aile içerisinde namus kavramı önemlidir. Ailedeki bir kişinin toplumsal namus kavramına aykırı davranışı diğer aile fertlerinden bağımsız değildir:

“Aralarında kan ve namus bağı olanların hayatları birbirlerine müteselsil sorumluluk taşır... Birinin namussuzluğu, birinin yüksek şerefi hep eşit şartlar içerisinde bölüştürülür.” (Yıldız, 1995:136) Asuman’ın ablası birçok erkekle birlikte

olur. Bu dedikoduya yol açar. Asuman’ın farklı bir hayat tarzı sürdürmesine karşılık ablasının davranışları toplum tarafından sürekli karşısına çıkartılır. Sıla ise babasının istemediği bir evlilik yapar. Evden ayrılmak zorunda kalır. Bu süre içerisinde anne ve babasıyla konuşmaz. İstediği bir evlilik yapmasına karşın kendini kimsesiz hisseder: “Bütün bunların üzerine baba, ana hasreti, kardeş ayrılığı onu dipsiz bir

kimsesizliğin çukuruna terk etmek üzereydi.” (Yıldız, 1995:219)

Görüldüğü gibi aile kurumu içerisinde farklı ilişkiler mevcuttur. Anne-baba ilişkisi, baba-kız ilişkisi, anne-oğul ilişkisi, kardeşler arası ilişki vb. Bu ilişkiler ağı aile kurumunu oluştururken aile fertleri arasındaki ilişkilerin düzeyi ve niteliği onların hayata bakışını, toplumsal ilişkilerini ve karakterlerini belirler.

Benzer Belgeler