• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM: FEMĠNĠZM HAREKETLERĠNĠN GELĠġĠMĠ

FEMİNİZM HAREKETLERİNİN GELİŞİMİ

2.1 DÜNYA TARİHİNDE FEMİNİZM HAREKETLERİ

Tarihsel süreç, kadın hâkimiyeti açısından incelendiğinde, kadının hâkim olduğu devletlerin çok az olduğu görülmektedir. Kadının etkin bir rol üstlendiği yer daha çok romanlar, efsaneler ve mitlerdir. Bu bağlamda feminizm hareketlerinin tarihi de çok gerilere gitmez. Somut bir bilgi olarak ‘feminizm’ sözcüğünün Fransızcaya 1837’den sonra girdiğini söyleyebiliriz. Bu sözcük Robert sözlüğünde “kadınların toplum içindeki rolünü ve haklarını genişletmeyi öngören bir doktrin

olarak tanımlanmaktadır.” (Akt. Mıchel, 1993:9)

Bu tarihten itibaren gelişen ve genişleyen feminist hareketler kadınla ilgili tartışmaları da beraberinde getirmiştir:

“Feminizmin kadının erkek-egemen toplumda sahip olduğu ikincil konumunun nedenlerine ilişkin getirmiş olduğu en temel açıklamalardan biri, doğa/kültür ve kamusal/özel alan karşıtlıklarında yatar. Bu karşıtlıklarda, kadın daha alt konumda yer alan doğa ve özel alanla özdeşleştirilir. Kadının özel alana hapsedilmesiyle ilgili olarak birçok feminist eleştirmen ve yazar, aile içindeki rol dağılımının yeniden düzenlenmesi gerektiğini vurgulayarak, kadının özgürleşmesi yolunda alternatif politik stratejiler geliştirmeye çalışmaktadırlar.” (Esayan, 2004:1)

Feminizm kelimesi, aynı zamanda kadın haklarının daha genişletilmesi için yapılan eylemleri de içerir. Feministler, cinsiyetçiliğe karşı çıkarlar. ‘Cinsiyetçilik’ kadın cinsine karşı uygulanan ayırımcı bir tutumdur. (Mıchel,1993:9) Cinsiyetçilik

‘fallokrasinin’ doğurduğu bir sonuçtur. Fallokrasi ise şöyle tanımlanmaktadır Robert

şöyle ifade eder: “20. yüzyıl ortalarında ortaya çıkmış, erkeklerin kadınlar

üzerindeki egemenliğini ifade eden isim.” (Akt. Mıchel,1993:10)

Feminist hareketlerin daha çok varsayılan erkek egemenliğini ortadan kaldırmaya ya da durumu eşitlemeye yönelik olduğu görülür. Buna göre erkekler, kadınlar üzerindeki egemenliklerini sürdürmek için tüm kurumları; hukuk, siyaset, iktisat, ahlâk, bilim, tıp, moda, kültür, eğitim, kitle iletişim araçlarını kullanırlar. Geçmişteki toplumlar ve olaylar hakkında bilgi verilirken toplumun gelişmesinde önemli bir paya sahip olan kadınlar göz ardı edilmişlerdir. Çünkü tarihçiler erkeklerdi. İktidarın erkeklere ait olması tarihçilerin söylemlerini de etkilemişti. Daha sonra var olan kadın tarihçilerin hocaları da ataerkil düşünceyi savunan kimselerdi. Günümüzde de çok az kadın tarihçi ve etnolog bulunmaktadır. Geçmişte tarımın gelişmesinde, hayvanların bakımında kadınların etkisi göz ardı edilmişti. Günümüzde de ev kadınlarının emeği göz ardı edilmektedir. Araştırmalara göre evde çalışan kadınların çalışma saatlerinin ve enerjisinin çalışan insanlarınki kadar olduğu tespit edilmiştir.

Kadınların toplumdaki yerini anlayabilmek için tarih öncesine kadar gitmek gerekir. Tarihin ilk dönemlerinden biri olan paleolitik dönemde yazı henüz icat edilmediği için bu dönemdeki kadınların durumları hakkında çok fazla bilgiye sahip değiliz. Bu dönem birkaç milyon yıl sürmüştür. Bu dönemde toplumların hayat tarzı avcılık ve toplayıcılıktı. Kadınlar daha çok toplayıcılıkla uğraşıyorlardı. Bununla birlikte kadınlar da ava giderlerdi. Bu dönemde insanlar doğayla uyum içinde yaşarlar. İnsanlar arasında savaşlar olmamaktaydı. İnsanlar gereksinimini sağlayacak kadar avlanıyorlardı ve silahlılardı. Ancak insanlar bu silahlarını birbirlerine karşı kullanmıyorlardı. Bu dönemde anaerkil toplumlar mevcuttu. Kadınlar kabileler arasında bir barış antlaşması olarak alınıp veriliyordu. Yapılan bu evliliklerle kabileler arasında ittifak kuruluyordu.

O dönemde sağlık koşulları yetersizdi. Çocuk ve anne ölümlerinin fazla olması nedeniyle kadın sayısı bu dönemde azdı. Bu durum kadınları değerli kılmaktaydı: “Paleolitik çoğu göçebe topluluklarında cinsler arasındaki iş bölümü

(avcı erkek, evi toplayıcı, zaman zaman da ava giden kadın), işbirliğine dayanır, erkek ve kadınların oturdukları yerler ayrı olur ve soy hemen her zaman hem kadın, hem de erkekten olmak üzere iki çizgiden devam ederdi.” (Mıchel,1993:20)

Yirminci yüzyıla kadar erkeğin daima topluma egemen olduğu sanılırdı. Ancak yapılan araştırmalar bu yargının doğru olmadığı sonucunu ortaya çıkarmıştır. Tarihin ilk yıllarında kadınların hem topluma hem de aileye hâkim olduğu görülmüştür: “İnsanlık tarihinin başlangıç döneminde anaerkil hukuk düşüncesini

bilimsel yoldan işleyen kişi, Baselli bilgin Johann Jacob Bachofen olmuştur. Yaklaşık yüz yıl önce yazdığı Ana Hukuku adındaki temel yapıtında bazı kabile ve kavimlerde hatta genel olarak uygarlığın belli bir aşamasında, erkeklerin egemenliği elde bulundurduğu ileriki çağlarda görüldüğü gibi çocukların babalarının değil, annelerinin isimlerini taşıdığını kanıtlamıştır.” (Graber, 1998:17) Bu dönemde

çocukların durumu anneye göre şekil almakta ve soy anneden geçmektedir. Miras hakkına sadece kızlar sahiptir. Ayrıca bu dönemde kadının cinsel- biyolojik boyutunu tek başına tamamladığı düşünülüyordu. Kadının yer tanrısı Frigga, Nerthus gibi erdişi bir varlık olduğuna inanılırdı. Kadınlar gözdedirler. Soyun devamında önemli rolleri bulunmaktadır. Ancak erkeğin soyun devamındaki rolü üzerinde durulmamıştır. O dönemde çizilen resimlerde kadın figürleri ön plandadır. Kadın çadırın hâkimidir. Diğer kabilelerle olan ilişkilerde kadın etkindir. Erkek, ataerkil toplumlarda kadının rolü nasılsa, erkeğin de anaerkil toplumdaki rolü aynıdır. Erkek kadına tabidir.

Paleolitik dönemden sonra neolitik döneme gelindiğinde ise iklim koşullarında değişiklikler görülür. Avcılığın yanında tarım da devreye girer. “Göçebe

kavimleri yerleşmeye yüz tutup av giderek tükenip, beslenmede toplayıcılık ve yabani tahılların önemi arttıkça kadınlar da tohum ve tahılların yeniden üreme devresini keşfettiler.” (Mıchel, 1993:21)

Bu dönemde kadınlar dokumayı öğrendiler. Tanelerin öğütülmesi için ağır taş olarak kullanılan değirmenleri öğrenip kullandılar. Bu dönemde bilinen ilk ilahlar tanrıçalardır. Toprak taze bitkileri fışkırttığı için toprak doğurgan bir kadın olarak düşünülmüştür. Bu dönemde savaşın olduğuna dair belirti yoktur.

Orta neolitik dönemde ikinci bir teknik devrim gerçekleşti. Nüfus patlaması oldu. Kadınların toplumdaki yerleri değişti. Saban, su ve rüzgâr değirmenleri icat edildi: “Tarımsal üretimi yapan kişi olarak erkek, kadının yerini aldı; ufak

bahçelerin yerine tarla geçti, kadının çapası yerini erkeğin sabanına bıraktı.” (Akt.

Mıchel, 1993:23)

Bu süreçte küçük göçebe toplulukları, yerini ufak köylere ve kasabalara bıraktı. Devamında ilk kent çatışması doğdu. Kentle birlikte özel mülkiyet doğdu. Sosyal şartların değişmesi sosyal olayları da tetikledi ve beraberinde ilk sınıf çatışması doğdu. Sınıflar ortaya çıktı. Gelişen şartlarda kadınların durumu da bozulmaya başladı. Nüfusun artması, besin kaynaklarının çoğalması, tarımla geçinen yerleşik ailelerin yeni idealleri benimsemelerine yol açtı. Paleolitik dönemde avcılıkla uğraşan kabileler, diğer kabilelerle güvenliği sağlamak amacıyla ittifak kurmak zorundaydı. Evlilik dışa dönüktü. Kabile reisleri artık kadınları dışarıya vermeye başladı. Zamanla kabileler arasındaki ittifakların bozulması yeni savaşları netice verdi. Bu savaşlar sırasında kadın hizmetçi, doğurgan ve üretici oldu. Paleolitik dönemde insanlar tarafından korunan doğal denge de orta neolitik dönemde bozuldu. Çiftçilikle uğraşan insanlar doğanın dengesini bozmaya başlamışlardı. Bu dönemde insanlar daha yıkıcı oldular. Toplu mezarlarda birbiriyle savaşan insanların cesetleri bulundu.

Bu dönemde kadınların dinlerdeki konumu da değişir. Ana Tanrıçaya olan inancın yanında artık erkek heykelciler de görülür. Bu dönemde, erkekler toplumda tam olarak lider olmasalar da erkeğin üremede rolü anlaşılmıştır: “Üremede babanın

rolünün anlaşıldığının ve kadının kullandığı çapanın yerini erkeğin yönlendirdiği sabana bırakmasıyla anaerkilliğin ekonomik temellerinin yıkıldığı bir çağda anaerkilliğin ideolojik temellerinin de giderek zayıfladığını ortaya koyar.” (Akt.,

Anaerkil yapının zamanla dayanaklarını kaybetmesiyle kadınların kabile içerisindeki konumu sarsıldı. Kadın aile içerisine hapsoldu ve ikinci plana düştü. Anaerkil hukuk düzeninden babaerkil hukuk düzenine geçildi. Kadının doğurucu ve doğurtan düşüncesinde sarsıntı yaşandı. Anaerkil dönemde olduğu erkek, uysal bir çocukken babaerkil dönemde kadın erkeğe bağımlı bir varlık haline gelmiştir. Yeni anlayışta kadının erkekten yaratıldığı düşüncesi hâkimdi. Athena, Zeus’un kafasından doğmuştur. Hz. Adem Havva’yı doğurur: “Kadın da bilinçaltında kendini

doğurtucu bir güç olarak görmekten vazgeçmeyecek dolayısıyla erkekle özdeşleştirmesini sürdürecektir.” (Graber, 1998:17)

Önde gelen bir din tarihçisine göre ataerkil dinlerin ortaya çıkmasının kökeninde iki temel keşif yatar. Bunlardan birincisi hayvanların ehlileştirilmesidir. İkincisi de kadının toprağı kazmakta kullandığı çapanın yerini alan sabanın icadıdır: “Sabanın toprağı döllemeye hazır hale getiren bir araç olarak fallik bir anlam

kazanmıştır. Bu inancın kuşkusuz üremede erkeğin rolünün keşfiyle yakından bir ilintisi vardır.” (Akt.Mıchel, 1993:30)

Aslında kadınlar hayvanları ehlileştirmiştir: “Yukarı paleolitik çağda ilk

ehlileştirilen hayvanlarla daha çok kadınların uğraştığı akla yakın bir düşüncedir.”

(Akt. Mıchel, 1993:26) Ancak daha sonra hayvancılık başladı. Hayvancılıkta ise erkekler egemen oldu. Ancak bu dönemde kadınlar hemen haklarını kaybetmemişlerdir. Erken neolitik dönemde Mısır’da göçebe hayat Sümerlilerde daha fazlaydı. O yüzden Mısırlı kadınların durumu Sümerli kadınlara göre daha iyiydi.

Kadınlarla ilgili bundan sonraki tarihsel süreci şöyle gözden geçirmek mümkündür:

11. yüzyıla gelindiğinde kilisede reformlar yapıldı. Kadınlar kilisedeki görevlerinden uzaklaştırıldılar. Kilisedeki eğitim ve kültür canlılığı kaybolmaya başladı. Cerrahlık ve berberlik gibi meslekler kadınlara yasaklandı.

12. yüzyılda itibaren ticaret gelişti. Merkezi devletler gelişti. Defterdarlık, yargıçlık gibi bürokratlar çoğaldı. Kadınlar yönetimden uzaklaştırıldılar. Bu

kısıtlamalara karşı özellikle soylu kadınlar direndiler. Bunlardan Aquitaine’li Alie’nor, İngiltere’de önemli bir siyasi rol oynamıştır. Yüzyılın annesi lakabını almıştır. Kadınlar zanaatkâr loncalarında da çok etkinlerdi. Ancak daha sonra 11. yüzyılda tacir loncaları kentlerin yönetimini ele geçirince kadınların loncalardaki etkinliği azalmaya başladı. Kadınlar bazı mesleklerde uzmanlaştılar. Dikiş, dantelcilik gibi... Ancak bu meslekler erkeklerinkine göre daha azdı: “13. yüzyılda,

salgın hastalıkları ve haçlı seferlerini kınamak üzere oluşan Flagellantlar tarikatının başını kadınlar çekmekteydiler.” (Mıchel, 1993:39) Kadınlar eski dönemlere

nazaran siyasi, dini, iktisadi yönden eski güçlerini yitirdiler. Aşk divanları kadınların diğer alanlardaki güçlerini yitirmelerine karşılık kültürel alanda biraz olsun etkili olmaya çalıştıkları yerler oldu. 12. 13. yüzyılda kadınların ilgi gösterdiği Catherre herezi hareketi etkin olmuştur. Kilise kadınları ise bunu red etmiştir. Buna karşılık kadınlar da rahibe olmadan manastır gibi icat ettikleri yeni bir alternatif yaşam tarzı oluşturdular. Bu kadınlar şehirden uzakta evde yaşıyorlardı. Buralarda toplu ibadet ediyorlardı. Böylece rahibe olma ya da evlenmenin dışında kendilerine yeni bir yaşam tarzı bulmuşlardı. Bununla birlikte burjuvazi ve kilise kadınlarının bu hareketinden tedirgin oldular ve yeni bir aile hukuku geliştirdiler. Engizisyon da kadınları kısıtlıyordu.

Bu dönemde kadınlar büyücülükle suçlandılar: “Kilise tarafından yürütülen

Engizisyon, büyücü olmakla suçlanan on binlerce kadının yakılması sonucunu doğurdu. Lederer’e göre engizisyon dönemi papanın 1258’de büyücülükle ilgili olarak aldığı bir kararla başladı ve baskı 1320’de Papa XXII. Jean’ın sorgulayıcısının etkinliklerini arttırmaları talebi üzerine daha da yoğunlaştı. Büyücüler, erkeklerin cinsel gücüne kadınların doğurganlık yeteneğine saldırmak ve imanı yok etmekle suçlanıyorlardı.” (Akt. Mıchel, 1993:41)

Kadınlar bütün bu olumsuz gelişmelerden sonra seslerini yükseltmeye çalıştılar. Bunlardan en önemlisi Christine de Pisan’dır. Pisan kadınların eğitilmesi gerektiğini savundu. Ayrıca savaşların azaltılması için stratejiler belirlendi.

Rönesans döneminde kadınlar üzerindeki baskılar daha fazla arttı. 16. yüzyılda ise evli kadın hukuken tam anlamıyla kısıtlı bir kişi durumuna düşer.

Kocasının ya da yargıcın izni olmaksızın yaptığı hukuki işlemlerin hepsi geçersiz sayılır. Bu gelişme kocanın yetkilerini öylesine geliştirir ki sonunda erkek ailede bir tür ev içi krallık kurar.

16. yüzyılda hazırlanılan “Parislilerin Aile Dönemi” adlı bir el kitabında kadınların tek görevinin kocalarının rahatını sağlamak olduğu belirtilir. Ayrıca kadınların bir araya gelmelerini yasaklayacak ve kadınları tamamen eve kapatacak düzenlemeler yapılır. Bu dönemde çalışan kadınlar erkeklere göre çok az ücret alıyorlardı: “Güçlenmekte olan burjuvazinin ‘ev kadını’nı yücelten anlayışına,

zamanla bir de devleti geniş feodal aile yerine bireye dayandıran yeni ulus-devletin birey-yurttaş kavramının dışında tutuldular.” (Akt. Mıchel, 1993:46)

Yine bu dönemde tıbbî eğitim almadan ebelik yapan kadınlar büyücülükle suçlandılar. Ayrıca riskli doğumlarda annenin hayatı önemli olurdu. Çocuk yerine anneyi kurtarmak önemliydi. Ancak bu yüzyıllarda doğumlarda çocuk yerine anneyi kurtarmayı önemseyen ebeler yakılarak öldürülüyorlardı. Yapılan birçok sanat eserlerinde kadınların payı çok büyük olmasına karşın kadınlar, yaptıkları sanat eserlerinde eşlerinin ya da erkek kardeşlerinin imzalarını kullanıyorlardı.

17. 18. yüzyıllarda ekonomi değişmiş ve sanayi gelişmiştir. Ancak bununla beraber sömürgecilik çok yaygınlaştı. Bu durum Avrupa’nın çok zenginleşmesine, Afrika ve Asya’nın fakirleşmesine neden oldu. Sömürgeleşen yerlerdeki kadınların durumları daha da kötüleşti. Sömürgecilik kadın kölelerin artmasına yol açtı. Bununla birlikte Avrupa’daki kadınların da durumu daha iyi olmadı. Erkekler evlendikleri kadından yüksek miktarda drahomayla servetlerini arttırdılar. Kadınlara ait olan meslekler büsbütün azaldı. Çalışma şartları açısından da kadının durumu kötüleşti. Kadın ücretleri neredeyse erkeklerin aldığından %50 daha azdı. Kadınlar 17. yüzyılda ev içi işlerde çalışmaya başladılar. Soylu kesimdeki kadınlar bu uygulamayı kabul etmediler: “Hollanda Sapho’su denilen Anna Maria Van

Schurmann Utrecht Üniversitesi’nde verilen dersleri bir perdenin arkasında gizlenerek izlemekteydi. On dil biliyordu.” (Akt. Mıchel, 1993:53)

Özellikle Anabaptist ve Quakar mezheplerindeki kadınlar bu direnişte önemli rol oynadılar. Kadınlar eşitsizliğe boyun eğmiyorlardı. Buna razı olmaktansa “Yeni

Dünyaya” göç etmeyi tercih ediyorlardı. Amerikan kolonileri Avrupalılara göre kadınlara daha fazla hak tanıyorlardı. Denizaşırı ülkelerle kendi ülkeleri arasında ticaretin gelişmesi konusunda önemli bir rol oynadılar. Suçlular da Amerika’ya göç ederek bu kadınların yanında yer aldılar.

18. yüzyılda kadınların yönetimde görüldüğü ve başarılı olduğu dönemlerdir. Çariçe Katerina örneğinde olduğu gibi kadınlar da erkekler kadar ülkeyi iyi yönettiler. Çariçe Katerina, ülkesini modernleştirmek için elinden geleni yaptı. Diderot’u destekledi. Aynı dönemde İngiltere’de Mrs. Thrale yoksul çocuklar ve kadınlara yardım etmek için dernekler kurdu. Ayrıca bu dernekler çocuklar için okullar açtı.

Amerika’da kadınlar cinsiyet eşitliğine dayalı mezhepler kurdular. Bu yüzyılda Avrupa’daki ayaklanmalarda kadınların önemli bir rolü vardı. Ancak bu kadınların isimleri tarihe geçmedi. Fransa’da salon kadınlarının saygınlıkları arttı ve bu salon kadınları sanatçıları himayeleri altına aldılar. Madame de Stael, Napolyon’a karşı çıktı: “1789’da küçük esnaf, balıkçı, çamaşırcı, gündelikçi, artist, terzi, işsiz

gibi kişilerden oluşan 4000 kadar bir kadın kitlesi Versailles’a yürüdü. Buğday fiyatı üzerine bir kararname çıkarmayı başardılar.” (Mıchel, 1993:59)

İtalya diğer çağlarda olduğu gibi bu dönemde de aydın kadınlar yetiştirmeye devam etti. Laura Bassi fizik alanında, Anna Manzoli anatonomide, Maria Agnesi ise matematik alanında önemli başarılar kazandı. Daha birçok kadın sanatçı yetişmiş ve meydana getirdikleri eserlerde erkek kardeşlerinin ya da eşlerinin imzalarını kullanmışlardı. 18. yüzyılda feminist hareketler diğer yüzyıllara göre daha fazla gelişti ve derinleşti. Kadınlar devrimi savunan erkeklerin kadın haklarında ayrıma gittiklerini gördüler. Kadınlar kendilerine haklar tanındığında ancak toplumun özgürleşeceğini savundular. 1848 devriminden sonra feminist eylemler arttı. Kadınların ekonomik haklar konusunda talepleri oldu. Çamaşırcıların çalışma saatleri 14 saatten sonra 12 saate düştü. Atölyelerde kreşlerin açılmasını istediler. İngiltere’de 1812’deki un fiyatlarının belirlenmesinde kadınlar önemli rol oynamışlardı. Amerika’da bir un fabrikasında kadın işçiler kadın haklarını savunan bir dergi çıkardılar: “Karl Marx, Engels ve Bebel’e göre kadınların kurtuluşu ancak

proleteryanın kurtuluşunun doğuracağı bir sonuç olabilirdi. Marx ve Engels ne kadınların haklarını elde edebilmeleri için ne de toplumun değiştirilmesinde özgün bir kadın mücadelesinden söz ederler.” (Mıchel, 1993:72)

Auguste Bebel ise kadın sorununu sosyal bir sorunun bir yönü olarak görür. 1860’ta Amerika’daki sendikacılar hem kadın hem de erkek işçiler için eşit haklar istemeye başlamışlardı. Bazı sendikacılar ise kadınların çalışma hayatlarındaki haklarını kısıtlamaya çalıştılar. Ancak sendikacıların bu cinsiyet ayırımcılığı kadınları yıldıramadı. Grevler yaptılar, haklarını sonuna kadar savundular. Amerikalı kadınlar erkek sendikaları içinde kendi sendikalarını kurdular. Clara Zetkin, Rosa Luxemburg kadınların bu dönemdeki devrimci eylemlere girmeleri için teşvikte bulundular. Durumları iyi kadınlar ile işçi sınıfındaki kadınlar yan yana mücadeleye girdiler. Genel düşünce, sosyalist bir toplum kurulduğu zaman kadınların haklarını ve toplumdaki yerlerini alacakları şeklindeydir. Flora Tristan, Jeanne Deroin, Pauline Roland gibi kadınlar haklarını kazanmak için uzun mücadeleler verdiler.

20. yüzyıla gelindiğinde Batılı feministlerin belli başlı istekleri oldu. Bunlar; *Kadın ile erkek arasındaki fark onların cinsiyetlerinden dolayı değil aldıkları eğitimden kaynaklanmalıdır. Aynı eğitim aldıklarında eşit olmalıdırlar.

* Kadının ekonomik ve siyasal haklarının olması gerektiği, * Cinsel ilişkilerde çifte ahlâkın reddi,

*Kadınların kendilerinin yaptıkları mücadeledeler sonucunda haklarını kazanacaklarını

* Kadınların evlilik dışında da cinsel haklarının olduğunu,

*19. yüzyıl başlarında diğer özgürleşme hareketleriyle birlikte kadının da özgürleşeceğini ifade ederler.

*1870’te demokrasinin, demokrat kadınları hesaba katmadıkları için bu düşüncenin geçerliliğini yitirdiği görüşünü savundular.

1. Dünya Savaşı öncesinde Uluslar arası Kadın Konseyi ICW kadınlar için mücadeleye devam etti. Kadın konseyinin şubeleri açıldı. Çalışan evli kadınların

parasını dilediği gibi harcamasını ve çocuğunu kabul etmeyen erkeklerin cezalandırılmasını öngören yasa çıkartıldı. Ayrıca kadınlar PTT, Çalışma Bakanlığı Kadın İşçileri Komitesi gibi kurumlarda çalışma haklarını elde ettiler. Bu dönemde kadınların genelevlerin kapatılması için mücadele ettikleri de görülür: “Uluslar arası

Kadın Konseyinin 1913 kongresinde İngiliz süfrajisti Miilicent Garret Fawcett, fuhuşu erkeklerin parasal çıkarı için kadınların zorunlu köleliği olarak nitelendirmiştir.” (Mıchel, 1993:88)

I. Dünya Savaşı sırasında silah fabrikalarında pek çok kadın çalışıyordu. Burjuva kadınları da bu dönemde kadınlara destek olmak için çalıştılar. Silah fabrikasında çalışan kadın işçiler ücretlerine artış sağlamak için greve gittiler. Bu grevlerin sonunda ücretlerini arttırdılar. II. Dünya Savaşı sırasında kadınlara oy hakkı 21 ülkede tanındı. Uluslararası Kadın Konseyi ve bu dönemde kadınların siyasi haklarını elde edebilmesi için kurulan Oy Hakkı Birliği kuruluşları kadınların çalışma hayatlarının düzeltilmesi, evlilik dışı çocukların korunması, evli kadının soyadını koruması gibi konularda mücadele ettiler. Bunların sonucunda kadınlar PTT’de ve kamu bankalarında erkeklerle eşit hakları elde ettiler. Bununla birlikte dünyada 1929 ekonomik kriz nedeniyle işe alımlarda erkekler tercih edilmeye ve evli kadınların işten çıkarılmasına başlandı: “1920’den beri Fransız feministi Nelly

Roussel, cinsellikle doğurganlığın birbirinden ayrılması gerektiğini savundu. ‘Çocuk ruhlu kadınlar’ gününde doğurganlığa karşı doğurma grevine gidilmesi önerisini ortaya attı. Ama parlemento doğum kontrolünü yasaklayan ve isteyerek yapılan düşüklere uygulanan cezaları arttıran 1920 yasasını kabul etti. Bir süre sonra

Benzer Belgeler