• Sonuç bulunamadı

Aylakçıların Beyinleri…

“D

eniz Üzümü”, deniz bitkisine benzeyen bir deniz hayvanı olup, onun canlı olduğunu fark etmek çok zordur. En bü-yük özelliği, belgesellerde de gördüğünüz gibi, adeta bir su jeti gibi, içine aldığı suyu fışkırtmasıdır. Yumurtadan çıkınca, okya-nusta dolaşarak bir yer aramaya başlar. Besin ve tutunmak için bir kaya parçası ararken, suda yüzdüğü sürece beynini kullanır.

Uygun bir yer bulup demir atarak kendini kaya parçasına yapış-tırdıktan sonra, bir daha asla yerinden kımıldamaz. İşte o andan itibaren, kontrolü deniz üzümünde değildir. Artık okyanus, kendi doğal hareketleriyle ona besin taşırsa ne ala, getirmezse kendi beynini yemeye başlar ve beynini tüketir. Sonra da hayatı sona erer. Tıpkı boş bırakılan, boşa dönen değirmen taşı gibi. Dönen değirmen taşına buğday atılmazsa, boşa dönen değirmen taşı da döne döne kendini tüketir.

Aylakçı insanlar da böyledir. Bir iş üretmeyince dedikodu ve gıybet gibi boş işlerle, deniz üzümü gibi kendi beynini tüketmeye başlar. Bitirdikten sonra da iz bırakmadıkları için ertesi gün unu-tulur giderler. Çağlar boyunca büyük düşünürler, aklını beslemek için fikirlerden ve ürettiklerinden daha fazlasına ihtiyaç duyarak sürekli çalışmışlardır. İstanbul’u almak için geceleri Fatih’in uyu-mayıp sürekli planlar yaptığı, Edison’un elektriği bulmak için en az bin defa (hatta binlerce kez diyenler vardır) deney yaptığı an-latılır. Öğrencileri; “Hocam, bu olmayacak, bu araştırmalara bir son verelim” dediklerinde ise Edison:

- Biz bu konuda başkalarına göre bin kat daha bilgiliyiz, ça-lışmalara devam…” diyerek asistanlarıyla beraber çaça-lışmalara devam ettiği ve 1000. deneyde elektriği bulduğu bilinmektedir.

Düşünür Martin Heidegger: “Teknoloji bir gün büyüleyici ca-zibesiyle insanları öyle bir tutsak edecek ki, sonuçta beyinleri tembelleştirecek, eli kaleme gitmeyecek, matematiğin dört temel işlemini dahi makine üzerinden yapacak ve çalışmayan, çalıştırıl-mayan beyinler tembelleşecek. Gün gelecek, gerçekten önem taşı-yan şeyler üzerindeki düşünme yeteneğini kaybedecektir” diyor.

Geçenlerde kargo teslim etmek üzere PTT kargosuna git-tim. Teslim ettiğim kargonun ücretini stajyer öğrenci kalemle değil de, akıllı telefondan hesap etmeye çalıştı. Telefonun şarzı bitince de kargonun ücretini arkadaşının telefonu ile hesapladı.

Öğrencinin bu durumunu görünce ister istemez Alman düşünür Martin’e hak verdim. Sadece bizim eğitim sistemimiz değil, bu-gün modern eğitim sistemi, mükemmel koyunlar yetiştirir hale geldi. Düşünmüyor, üretmiyor, kim düşünüyorsa onun arkasın-dan bir koyun gibi sürüklenip gidiyor.

Oysaki Cenab-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük nimet-lerden biri akıldır. Aklın sorumluluğu ise, insanlık yararına dü-şünmektir, proje yapıp üretmektir. Düşünüp üretmeyen akıllar ancak çalışan ve üreten insanların gıybetini yaparlar. Ne gibi der-seniz? İzah edeyim:

Uzun süreli deniz yolculuğunda korkunç bir fırtınaya yaka-lanmış adamı düşünün. Limanı terk eder etmez oraya buraya sü-rüklenir, sert rüzgârlarla bir çemberin içinde dönüp durur. Bu adam uzun bir yolculuk mu yaptı? Hayır. Uzun süre dalgalarla aynı noktada boğuştu durdu. Şu gerçeği asla unutmayalım. Hayat an-cak gün boyu düşündüklerimizden ve yaptıklarımızdan ibarettir.

Çalışan, düşünen, işinin başında alın teri dökenler için söyle-yeceğim bir şey yok. Onları elbette takdir ediyorum. Ancak ben kendi emekli emsallerimi göz önüne getirdiğimde üzülüyorum.

Öğretmen evine meşgalelerim dolayısıyla yolum düşmüyor. Ancak

K A D İ R K E S K İ N

ara sıra yolum düştüğünde şöyle bir manzara ile karşılaşıyorum.

Bir bölümünde oyun, diğer bölümünde geyik muhabbeti yapılı-yor. Ne zaman gitsen muhabbet salonunda kelimesi kelimesine aynı muhabbetler, oyun salonunda da taş döşemeler. Haydi, oyun salonu ismi üzerine oyun salonu. Ama geyik muhabbeti salonu

“Okuma Salonu” olarak isimlendirilmesine rağmen, okuma salo-nunda raflarda bulunan kitaplardan bir kitap alıp da okuyan öğ-retmen arkadaşa rastlamadım. Sadece emekli arkadaşlarım değil, çalışan genç meslektaşlarımın da kitap okuduğunu görmedim.

Dünyanın en güzel üç kokusu varmış. Biri çocuk kokusu, biri anne kokusu, diğeri de kitap kokusuymuş. Anne kokusunun dını çocuklar, çocuk kokusunu anneler bilir. Kitap kokusunun ta-dını da en iyi meslektaşlarım bilmesi gerekirken, bu kokuya karşı kayıtsız kalmaları üzüntü verici. Kitap kokusu tatmayan meslek-taşlarım öğrencilerine bu kokuyu nasıl tattıracaklar onu da hiç bilmiyorum, bilemiyorum vesselam.

“Hocam! Dilenci Değil, Dükkân Sahibim”

K

ölelikten gelen Memlûkler’in kurduğu devletin en ünlü emir-lerinden Atabek’in, ilerlemiş yaşının son günlerinde, pembe yanakları sararıp solmuş, yüzü guruba yaklaşan güneş gibi ol-muştu. Hekimler günden güne sararıp solduran, zayıflatan has-talığına bir türlü çare bulamıyorlardı.

İstemese de ecel şerbetini içeceğini anlayan Atabek, titrek ve alçak bir sesle:

- Mısır’da acizken (soyu kölelikti) aziz oldum. Ama bugün yine aciz oldum. Dünya malını topladım ama meyvesini yiyeme-den bıraktım. Öbür dünyaya eli boş gidiyorum. Sonuç bu olduktan sonra Mısır’da aziz olmak da bir şey ifade etmiyormuş, diyordu.

Sadi-i Şirazî, Atabek’in bu durumunu anlattıktan sonra şöyle devam eder. “Aklı başında olan insan, dünya malını toplayan fakat hem yiyen, hem de yedirmek üzere kendisi için dağıtan kimsedir.

Başkalarına bırakmak için değil, kendin için kazanmalısın. Dün-yada kalacak maldan ne olacak. Kendinle birlikte gidecek olana bak. Senden geriye kalan senin değildir.” Devamla Sadi-i Şirazî:

“Zengin, ölüm döşeğinde can verirken bir elini uzatır, bir elini çeker, dili kilitlenmiştir, konuşamaz, bize hal diliyle şunları an-latmak ister: “Sakın cömertlik ve keremden el çekmeyesin, öbür elini de hırs ve tamahtan çekmelisin. Elin kolun serbest iken hayra çalış. Yarın kefen vücudunu hapsedince, elini kolunu çıkaramaz-sın. Kabrinin üstünde güneş, ay ve Ülker daha nice zamanlar par-layacak, fakat sen mezar yastığından başını kaldıramayacaksın.”

K A D İ R K E S K İ N

Sadi-i Şirazî’nin bu tespitlerine ben de, bizzat şahit olduğum bir olayı aktararak yazıma devam edeyim.

Geçenlerde bilgisayarıma format attırmak üzere bir bilgisayar dükkânına gittim. Dükkân sahibi, yakın dostum ve arkadaşım. Bil-gisayarı kendisine teslim ettikten sonra ayrılmama müsaade et-medi. Söylediği çayı içmek üzere sandalyeye oturduğumda,dükkâna ayağında doğru dürüst ayakkabı olmayan, pejmürde kıyafetli bir vatandaşımız girdi. Dilenci olduğunu sanarak ben de kendi-sine bir şeyler vermeyi düşünürken, arkadaş, kasasından çıkar-dığı banknotları sayarak kendisine teslim etti. Dilenci sançıkar-dığım bu kardeşimize bu kadar para vermesi, beni çok şaşırttı. Benim şaşkınlığımı gören dükkân sahibi:

-Hocam! (…..) bu dükkanın sahibi. Bu dükkân gibi daha bu çevrede on bir tane dükkânı var. Kiranın günü geldiğinde tarih ve saati sektirmez. İlk önce de benden toplamaya başlar deyince, hayretim bir kat daha arttı. Arkadaş devamla:

- Hocam! Bu (….) amcamız sadece toplamakla meşgul. Top-ladığını bankaya yatırır. Değil fakir fukaraya yardım etmek, ço-cuk ve torunlarına dahi zırnık koklatmaz. Çoço-cukları zaman za-man dükkânıma gelip:

- “…..bey, paranı hazırla. Babamı mezara koyar koymaz önce senin dükkânından satmaya başlayacağız, diyorlar. Şaka yapıyor-lardır dediğimde, arkadaşım, yok yok hocam, ciddiler dedi. Çünkü babalarına karşı çok hınçlılar. Biz şimdi bu malları yemeyeceğiz de ne zaman yiyeceğiz diyorlar. Duyduklarım karşısında adeta şok oldum. Ve Hümeze Sûresinin 2 ve 3. Ayetleri aklıma geldi:

“O ki, malı topladı ve onu ( hep) saydı. Malı, kendisini ebedi kı-lacak sanıyordu.”

Kirletmezsek, dünyanın en temiz maddelerinden biri de su-dur. Suyun akarı olmazsa kirlenir. Cenab-ı Hak, verdiğinden ver-memizi de istiyor. Veren o,vermeyebilirdi. Sahip olduklarımızı ça-lışmamızın ve alın terimizin sonucu olarak görmeyelim. Bir inşaat işçisi, bir tarım işçisi, telefon başında milyonlar kazanandan daha

çok çalışıyor, daha çok ter döküyor. Yarın ahrette herkes sahip olduğu imkânları ölçüsünde sorumlu olacaklardır. Sürekli topla-yan, sürekli sayan insanların ruhen daha sıkıntılı olduklarını psi-kologlar söylüyor. Bunun en büyük örneği, Amerika’nın meşhur zengini Rockefeller’dir. (Hayat hikâyesini okuyunuz.)

Yazımı Şeyhülislam Zihni Efendinin ölüm döşeğindeyken, bir eli sakat olan oğluna verdiği şu nasihatle noktalamak istiyorum:

- Bak evladım! Yetmiş sene boyunca dünyaya dört elle sarıl-dım. Fakat biriktirdiğim her şeyi bırakıp gidiyorum. Sen sakın benim gibi hırs gösterme. Benim dört elle tutamadığımı sen tek elle asla tutamazsın.

Dünyasına dünyasına, Aldanma dünyasına.

Dünya benim diyenin, Dün gittik yasına.

K A D İ R K E S K İ N