• Sonuç bulunamadı

Modern Toplum ve Birey Arasında Psikolojik Çatışma: Toplumsal ve Bireysel Yaşantıda Huzursuzluk Duygusu

BÖLÜM 1: SOYUT DIŞAVURUMCU SANATTA RUHSAL AÇILIMLAR

1.2. Savaş Yıllarının Soyut Dışavurumcu İfadeye Etkisi

1.2.1. Modern Toplum ve Birey Arasında Psikolojik Çatışma: Toplumsal ve Bireysel Yaşantıda Huzursuzluk Duygusu

20. yüzyılda, düşünürlerin ve sosyologların endüstriyel toplum yapısına yönelik bireyin değişen kimliğini ve ruhsal çöküşü üzerinden yaptıkları görüşler, soyut dışavurumcu sanatçıları destekler niteliktedir. 20. Yüzyılın ilk yarısı modern toplum içinde yaşanan sosyal krizler sonrası insan doğasının trajik duygu içeriği sosyolojinin de odak noktasındadır. 20. Yüzyılın ilk yarısı, toplum ve insan kimliğinin davranış biçimlerini incelemeyen Freud, psikanaliz kuramını sosyoloji alanıyla birleştirir (Freud, 2014: 12). Freud’un 1930 yılında kitle kültürü içinde yaşayan insanın davranış ve psişik tutumlarını yazdığı “Uygarlığın Huzursuzluğu” ve “Kültür ve Yozlaşma” adlı kitaplarında bireyin uygarlıkla kurduğu gerilimli ilişkiyi inceler. Freud’a göre, uygarlığın huzursuzluğunun ana nedeni, toplumsal gerekçelerin ve kültürel yaşamın insan beklentilerini karşılayamamasıdır. Freud, insanların irrasyonel itkiler tarafından yönlendirildiğini, dolayısıyla ahlaki otonomilerin temelinde, rasyonel şekilde hareket etme kapasitesinden yoksun olduklarını ileri sürmektedir (Boucher, 2013: 54). İkinci neden ise, insan uygarlığın nimetlerinden fayda sağlayabilmesi için vazgeçtiği içgüdüsel tatminlerdir. Freud’un görüşlerinde, içgüdülerin tatmin edilmeyişi insanı mutsuz eder. Freud, “Uygarlığın Huzursuzluğu” kitabında bireyin iç dünyası hakkında şu görüşte bulunur:

“Kendi yarattığımız düzenlemelerin hepimiz için niye acı yerine koruma ve saadet kaynağı olmadığını anlayamayız. Ancak, özellikle bu alanda acıları önleme konusunda yaşadığımız başarısızlığı göz önünde bulundurursak, bu başarısızlığın arkasında hâkim olunamayacak kendi ruhsal doğamızın bir parçasının yattığından kuşkulanabiliriz. (...) Acı bizi üç yönden kuşatır: kaderi çöküş ve yok oluş olan, uyarı işaretleri olarak ağrı ve kaygıdan da yoksun kalmayan kendi vücudumuz; karşı durulmaz, acımasız, yıkıcı güçlerle bizi mahveden dış dünya ve son olarak da diğer insanlarla ilişkilerimiz. Bu son kaynaktan gelen acıyı belki de diğerlerinin hepsinden daha can yakıcı buluruz. Başka yerlerden kaynaklanan acılar kadar kaçınılmaz olsa da, bu acıyı gereksiz bir fazlalık olarak görme eğilimindeyizdir” (Freud, 2016:45-65).

Freud (2016:45-65)’un “Uygarlığın Huzursuzluğu” kitabında işaret ettiği gibi, birey ve toplum arasında sürekli tatmin olmayan bir gerilim vardır ve bu gerilimin yarattığı yabancılaşma, ebedi bir insani gereksinimin ifadesi olarak sanatta bir dışavurumcu hareketi sürekli kılar.

19

Freud, bilinç ve bilinçaltı çalışmalarıyla insan ve birey tanımını kökten değiştirir. Artık insan kendi kendisinin öznesi değildir. Hatta insan kendinin efendisi de değildir. İnsan, sahip olduğu bilinç ve bilinçaltı dünyasıyla bilinmeyen bir gerçekliği içinde taşıyan tanımlaması güç ve farklı bir varlıktır. Freud’un bilinçaltını keşfi, insan varlığının aslında karanlık, henüz tam anlamıyla bilinmeyen hatta gözlemleme imkanı olmayan kör bir bölgede yaşadığı gerçeğini savunur. Freud’a göre insanı yönlendiren şey, “ego”ya bağlı içgüdülerdir. İçgüdüler ise, haz ilkesine tatmin imkanı sunan tek gerçekliktir.

Psikanalitik kuram, hiç şüphesiz ki, ruhsal süreçlerin gerçekleşmesini haz ilkesinin yönlendirilmesi olarak kabul etmektedir. Başka bir deyişle, psikanalistler, ruhsal süreçleri, dayanılmayan acı veya rahatsızlık tarafından başlatılıp, bu rahatsızlığın yok olması sonucuna varacak yöntemleri belirlemeye çalışmaktadır. Bununla açığa çıkarılmak istenen nokta, duyguların yoğunluğu ve bu duygu yoğunluklarının yarattığı değişimler arasındaki bağlantının basit bir şey olmadığıdır. Haz ilkesinin gerçeklik ilkesiyle yer değiştirmesi, yok denilebilecek kadar küçük, ama güçlü bir biçimde rahatsızlık veren deneyimler sonucu gerçekleşir. Gerçekliği yadsınamaz başka bir durum da “ego” daha gelişmiş yapılara doğru bir geçiş yaparken, ruhsal araçların aralarında yaşadığı çatışmalar açığa çıkar. Bu çatışmayı tetikleyen şey ise, iç dürtülerdir. Bireyin ihtiyaç duyduğu tüm enerji içsel dürtülerden gelmektedir. Gelişim süreci boyunca, sürekli olarak bireysel dürtüler ya da dürtülerin bir kısmı, egonun bütünlüğüne uyum sağlayan diğer dürtülere göre amaçlarında ve taleplerinde uyumsuzluk yaşamaya başlar. Bireysel dürtüler, baskı süreciyle beraber bu bütünlüğü yitirir. Bu olay, ego tarafından rahatsızlık olarak nitelendirilir. Ego’nun kendisinin ve çekirdeği olarak nitelendirebileceğimiz bir çok şey bilinçsizdir (Freud, 2014: 12). Freud’un bu yaklaşımının yanında filozof Friedrich Nietzsche, “Deccal” adlı kitabında içgüdüler hakkında şu görüşü paylaşır:

“Gerçekten de içgüdüsel nefret duygusu, acıya ve sinirlenmeye karşı çok hassas olmanın bir sonucudur. Bu duygu o kadar güçlüdür ki, sadece dokunulsa bile dayanılmaz olur, çünkü her duygu çok güçlüdür. Duygularda tüm iğrençlikten, nefretten, düşmanlıktan sınırlardan ve mesafelerden içgüdüsel yoksunluk, acı ve hislenmeye karşı büyük bir hassasiyeti yaratır. Bu hassasiyet, tüm direnişleri ve direniş zorlamalarını dayanılmaz bir acı gibi hisseder. Gösterdiği direnç sayesinde birey için “Aşkınlık” hayatın tek ve en son olanağı olur” (Nietzsche, 2016: 55).

20

Nietzsche, 20. yüzyılın başında dışavurumcu sanatçılara varoluşa dair esin kaynağı veren en etkili filozoftur. Dışavurumcu sanatın içgüdüsel duygu dinamikleriyle ortaya çıkardığı biçim ve yapıtlardaki hassasiyet, Freud ve Nietzsche sayesinde daha da güçlü hale gelir. Soyut dışavurumcu sanat, ideallere ve bir kültürdeki önemli konularla ilgili olarak düşünme modellerine ve insanının bilinmeyen gizemli doğasına katkıda bulunur. Richard Lionel, “Dışavurumcu Sanat Ansiklopedisi” adlı kitabında şunu yazar:

“Fiziksel bir güç ve devrimci bir etkinlik kullanmadan, içgüdüyle sanata dönüştürülen şey, hala rengin somut varlığının arasında saklı duran, ilk ruhsal gücün yalınlaştırılmış, süsleyici çizgilerden geniş yüzeylere, saf renklerle kaynaşmış kompozisyonlardan oluşan güçlü bir dışavurumcu saflaştırma işlemiydi. (...) Bu hareket, dışavurumcuların iyimser bir coşkunlukla diledikleri “yeni insana” doğru giden yollardı. Belirttikleri evrenselliği ve soyut biçimi betimleyebilmek için renk nesneyi tanımlama işlevinden tümüyle kurtularak, bağımsız kılındı ve katışıksız olarak dışavurum için kullanıldı” (Richard, 1991: 32).

Richard (1991:32)’ın aktardığı biçimde, Soyut dışavurumcu sanat, ideallere ve bir kültürdeki önemli konularla ilgili olarak düşünme modellerine ve insanının bilinmeyen gizemli doğasına katkıda bulunur. İnsanın bilinmeyen gizemli dünyasına ve bilinçaltının psişik gerçeklerine yönelen Soyut dışavurumcu sanatçılar, Gustave Jung’un psikanaliz üzerine yaptığı çalışmaları yakından izler. Freud’u izleyen Gustave Jung’da aynı şekilde kolektif bilinçaltının toplum yaşamında yarattığı etkileri ve çatışmaları (kompleksleri) açıklamaya çalışır. Bilincin kökenlerine inen Gustav Jung, “arketip” adını verdiği bilincin temel değerleriyle ruhun görüngüsünü belirlemek ister. Jung, Avrupa’nın modernleşme sürecinde bireyin ruhsal niteliğine ilişkin düşüncesi ise şöyledir:

“Uzun zamandan beri tin ve tinin acıları, olumlu değerlerdi. Kendine özgü Hıristiyan kültürümüzde çabalamaya değer en yüce duygulardı. Yalnız, 19. yüzyılda, tin, idrakte bozulmaya başladığında, entelektüalizmin dayanılmaz hakimiyetine karşı bir tepki gösterildi. Bu, tinin idrakle karıştırılması ve idrakin yanlış hareketleri için tinin suçlanması gibi affedilemez bir hataya yol açtı.(...) Avrupa’da bilimin ve tekniğin gücü, tartışma götürmeyecek kadar muazzam bir gelişme ve atılım sağladı. Artık, Batılı insanın doğa üzerinde hakimlik kurmaya hiçbir ihtiyacı yoktur. Yoksun olduğu şey, çevresindeki ve içindeki doğa karşısında sefilliğini bilinçli olarak kavramasıdır. Eğer bunu öğrenemezse, kendi doğası onu tahrip edecektir. Batılı yeni insan karakteri, kendi ruhunun, kendisine karşı, intihar gibi yollarla ayaklandığını bilmemektedir (Jung, 2006: 204).

Soyut dışavurumcu sanat, gelişen bu modern evrimin bir parçasıdır ve bunun içindir ki, insan kimliğinin yitirilişine karşı isyankar bir tutum sergilemiştir. Toplumun baskısı ve

21

kötü gidişi altında aydınların ve sanatçıların çektiği acı, onları kendinden başka erek aramayan soyut bir sanat anlayışına yöneltmiştir. Dolayısyla Soyut dışavurumcu sanat; öznenin iç dünyasında yaşadığı çatışma, yabancılaşma, terkedilmişlik, tükenmişlik ve nesnelleşme gibi psişik sorunların yaşandığı trajik gerçekliğe karşı tepkisel tavırları yansıtmaktadır. Trajik duygu yoğunluğu yüzünden acı çeken sanatçı, en azından kendi varoluşunu ve ruhsal deneyimini yapıt üzerinden soyut bir ifadeye dönüştürdüğü görülmektedir. Trajik duyguların yarattğı gerilim ve öfkenin tuvale yansıma biçimi ise, iç güdüsel bir ifadeyle ve kendiliğinden gelişen spontan eylemlerle gerçekleşir. Amerikalı soyut dışavurumcu sanatçı Robert Motherwell şu ifadeyi kullanır: “Soyut dışavurumculuk, estetik güzellikte olduğu kadar öfkeyle dolu olan bir Amerikan sanatıydı” (Hodge, 2013: 162). Yine benzer bir ifadeyle Motherwell, 1951 yılında soyut dışavurumcunun modern yaşama yanıtını şöyle tanımlar: “Soyut dışavurumcu sanatta asi, bireyselci alışılmışın dışında, duyarlı, irkiltici…vb. davranışlar evrendeki huzursuzluk duygusundan kaynaklanmaktadır (Fineberg, 2014:37).

Diğer taraftan Robert Motherwell, sanatçının toplumla olan ilişkisine gayet çarpıcı bir açıklama getirir. Motherwell’in eleştirdiği konu, modern denilen bir takım sanatçıların yıldızlaştırılmasıyla ayrıcalıklı bir yere konulmasıdır. Motherwell’e göre, sanatçının farklı bir konuma taşınması ve ayrıcalıklı görülmesi, sanatçı ve toplum arasında ilişkide ciddi bir kopukluk yaratıyordu. Oysa tarihi açıdan kimsenin kimseden bir farkı ve önemi yoktu (Yılmaz, 2006: 168). Sonuçta, sanatçı da herkes gibi yaşadığı dönemin ve toplumun içinde kendi varoluş mücadelesini veren bir kişilikti. Kendi zamanının toplumsal koşullarını göz ardı etmeyen ve sosyolojik sorunlarına karşı da içten ve samimi duyarlılık gösteren sanatçı, bireysel ifade tarzını soyut bir biçim diline dönüştürerek kendi iç dünyasını aktarmaya çalışıyordu. Fakat bu soyut dışavurumcu aktarım biçiminde dikkat çeken başlıca konulardan biri; sanatta “etik” kavramıydı. Motherwell, 1954 yılında yazdığı makalede: “Ressamların resim sanatıyla ilgili değerlendirmelerini öncelikle etik alanında yaptıklarına inanıyorum. Estetik değerlendirme daha sonra geliyor, o da etik bağlamdan yola çıkıyor” diyordu. Motherwell’in sanatın etik yönüne olan ilgisinde temel sorusu şuydu: “Bir insan nasıl yaşamalıydı?” Motherwell’e göre: “yalnızlık hissi ve dünya arasında bir uçurumun bulunduğu modern toplumlarda sanatçı, “bir birey olarak tek başına var olmak” mücadelesinin üstesinden gelmek için her zaman kendine bir çıkış yolu

22

aramaktaydı. Materyalist bir politikayla biçimlenen toplumda “etik” değerlerin güç ve propagandalar içinde yok oluşuna karşı sanatçının kendini yalnız ve yabancı hissetmesi, ruhsal açıdan nihilizme varan bir boşluk ve hiçlik duygusunu ortaya çıkarmaktaydı. Bu dipsiz ve yönü belirsiz “ruhsal boşluk” ise, sanatçıyı yeni riskler almak zorunda bırakmıştır. Artık, materyalist toplumda meydana gelen etik çöküşe muhalif olan soyut dışavurumcu sanatçının alacağı risk, cesaretli bir atılımı öngörmekteydi. Sanatçıyı soyutlamaya ulaştıracak bu cesaretli atılım, modern dünyanın olumsuzluklarına karşı isyankar bir reddediş duygusunu açığa çıkarmıştır. Mark Rothko, sanatçının cesareti ve aykırı tavrı hakkında şu açıklamayı yapar:

“Sanat bir risk ve cesaret işidir. Sahte bir güven ve dayanışma duygusundan kurtulan sanatçı, vazgeçttiği her türlü teminat arasında plastik banka hesap defterini çöpe atmayı göze almalıdır. Ancak, her türlü güven duygusundan kurtulan kişi aşkın deneyimlere açık hale gelir” (Antmen, 2010: 156).

Sanatçıların, bireyselliğe imkan tanımayan kitle kültür yaşantısından kendini uzaklaştırması, içsel dünyanın gerçek değerlerini ve bireyselliğini bulma yönünde attığı bir adımdı. Soyut dışavurumcu sanatçı için “soyutlama” ilk aşamada endüstriyel kitle toplumuna muhalif sessiz bir protestoyla kendini yapılandırmaya başlamıştır. Öznelciliğin baskıcı nesnellik karşındaki protestosu ise, ayrıntıların isyanı biçimine bürünür ve kompozisyon unsurları sanatsal bütünle çatışmaya başlar (Boucher, 2013: 70).